Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Kanlı Sır
Kanlı Sır
Kanlı Sır
Ebook430 pages4 hours

Kanlı Sır

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Aradan yirmi seneye yakın bir zaman geçti… Hatta harbin biraz gerisine, yedeklerden siperlere gönderileceğimiz geceden bir gece evvel, bana tevdi edilen bu sırrı, yirmi sene sakladım.


Artık bu vakanın, bugün ne şahidi, ne de kahramanı var.


Peki, Hüsrev Bey, niçin bu sırrı bana ifşa etmişti? Acaba, günün birinde yayınlanacağını mı ummuştu?


Ne münasebetle?


O zaman, bu imkan ve ihtimali söyleyecek olsalar, en evvel ben gülerdim. Vaziyet, bulunduğumuz mevki itibariyle, ben de, Hüsrev Bey’den daha az tehlikede değildim. Ben de onun kadar ölüm tehditleri altında yaşıyordum.


Fakat, yine soracağım, Hüsrev bey, niçin bu sırrı bana ifşa etmişti?

LanguageTürkçe
Release dateOct 14, 2023
ISBN9786258196849
Kanlı Sır

Related to Kanlı Sır

Titles in the series (12)

View More

Related ebooks

Related categories

Reviews for Kanlı Sır

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Kanlı Sır - Ayşe Hümeyra Eken

    Yayına Hazırlayan

    Ayşe Hümeyra Eken

    İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1986 Mezunu. Serbest Avukat olarak çalışıyor. Aynı zamanda T.C. Kültür Bakanlığı Tezhip Sanatçısı.

    Ruşen Eşref'in Geçmiş Günler, Gümüşhanevi Şişmanlığa Mahsus Hıfsısıhha gibi Osmanlı Türkçesi ile basılmış eserleri üzerinde çalışmalar yürüttü. Emine Semiyye’nin Bikes Hiss-i Rekabet Gayya Kuyusu Terbiye-i Etfale Dair Üç Hikâye Muallime Sefalet isimli eserlerini yayına hazırladı. Emir Çoban Kızları serinin altıncı kitabıdır. Yesarizade Mahmut Esat’ın romanlarını da Osmanlı Türkçesinden çalışarak, günümüz Türkçesine uyarlayarak yazmıştır.

    Osmanlı Deniz Savaşları-Barbaroslar kitabının editörlüğünü yapmıştır. Ayrıca Dünya Turu Günlükleri isimli bir seyahat anı kitabı da vardır.

    - 1 -

    Size, içim yana yana bu satırları yazarken elim titriyor… sonuna kadar yazabilmek için bütün gayret ve kuvvetimi tüketeceğim.

    Bana, tafsilat veriniz. Bu acıklı muammanın hakikatini anlatınız. Çok müteessirim. Meraktan çıldıracağım! diyorsunuz.

    Size, ne yazayım, ne söyleyeyim, Hüsrev bey?... İçinde bulunduğum, pek yakından şahidi olduğum bu hadisenin esası, mahiyeti hakkında; - sizin de okuduğunuza şüphe etmediğim - , gazetelerin verdiği tafsilattan fazla, ben de bir şey bilmiyorum!

    Bu kanlı sırrı, uzun araştırmalara rağmen, zabıta da halledemedi. Karanlık bir uçurumun içindeyiz; yol, iz gösterecek tek bir kıvılcım bile yok… Bu kanlı ve karanlık muammanın anahtarını, hakikati ortaya çıkarmak, zannediyorum ki, hiçbir kula nasip olmayacak! Madem ki emrediyorsunuz; size, bütün gördüklerimi, duyduklarımı, bildiklerimi, en ehemmiyetsiz noktalarına kadar, birini ihmal etmeden, hepsini sırasıyla yazacağım.

    Bu, benim için o geceyi hemen hemen tekrar, aynen yaşamak gibi ezici, bunaltıcı bir azap, bir eza olacak… Fakat, sizin hatırınız için, ben, bu azaba da seve seve katlanacağım.

    Sizin, ansızın Adapazarı’na gidivermeniz, Halim Siret Bey’le, Neşide’yi çok şaşırtmıştı, Hüsrev Bey!

    Halim Siret Bey’in kayıtsızlığı ve kararsızlığı malum. Kızı Neşide’nin Sırrı Nevres Bey’le evlenmesine itiraz etmek şöyle dursun, bilakis gayet mülayim, taraftar göründüğü halde, bir türlü nikah gününü tayin edemiyordu.

    Nikah ve düğün masrafları onu ürkütmüyordu. Para, onun kesesinden çıkacak değildi ki… Neşide, kendi parasıyla evleniyordu… Lakin ne de olsa, bu bir sıkıntı, bir yorgunluktu. Halim Siret Bey, tekmil üzüntüleri, sıkıntıları size yüklemeyi iyice kurmuş olacak ki, sizin Adapazarı’na hareketiniz, onu, adeta bir inme gibi eziyordu.

    Babasının tereddüdünden, kayıtsızlığından yaka silken Neşide, size güveniyordu

    Hüsrev Hüsrev Amcası idiniz.

    Neşide, sizi, eski bir aile dostu değil, hakiki amcasıymış gibi seviyordu. Kızcağızın, ta çocukluğundan beri kulağını doldurdunuz:

    Senin, telini, duvağını ben, elimle takacağım… Çeyizini kendi ellerimle hazırlayacağım… Bak, sana, ne ciciler alacağım…

    Evet, ona cidden kıymetli hediyeler gönderdiniz. Lakin maalesef bunların biri makbule geçmedi.

    Neşide’nin boynu büküktü. Gözü yolda, yine sizi bekliyor, belki son dakikada çıkıp geleceğinizi umuyordu:

    - Hani, benim mürüvvetimi görmek için, sene, ay, gün sayıyordu? Ah, ne yalancı imiş! Hüsrev Amca, bana bunu yapmalı mıydı?

    Bu haklı şikayetleri duydukça, sizin hesabınız, benim kalbim kanıyordu.

    Siz, Neşide’nin vekili olacaktınız; söz vermiştiniz, Hüsrev Bey! Bu hiç te akıldan, hayalden geçmeyen ani seyahatinizi duyduğu zaman, Neşide’nin pembe gonca yüzü soluvermişti:

    - Hüsrev Amca, bizi, yüzüstü bıraktı, gitti…

    Nişanlısı Sırrı Nevres bey, baba kızın dert yanmalarına, sızlanmalarına sinirlenmeye başlamıştı:

    - Hüsrev Bey, gitti, diye nikah, düğün geriye mi kalacak?

    Halim Siret Bey, daima rahatını düşündüğü için kekeliyordu:

    - Bilmem. Hakkında yok değil, ama… Hüsrev’i de beklesek mi? İhtimal geliverir…

    Kaynatasının bu kekeleyişi, Sırrı Nevres Bey’i büsbütün çıldırtmıştı:

    - Ne zamana kadar bekleyeceğiz Beyefendi? Nikah, düğün hazırlıklarını köşkte yaptık… Sonra Neşide’nin tuvaletleri ne olacak…

    Halim Siret Bey’in, bu itirazlar karşısında dili ve beyni dolaşıyordu:

    - Evet… Bunlar da düşünülecek meseleler…

    - Hüsrev Bey, giderken; bir Allaha ısmarladık bile demedi. Bu, sizin samimiyetinize karşı adeta hakaret!... Ne zaman döneceğini biliyor musunuz? Aylarca, senelerce onu mu bekleyeceğiz? Hemen karar vermeliyiz.

    Nihayet, Sırrı Nevres bey ağır basmıştı; uzun müzakerelerden sonra kararlarını verdiler. Hafta içinde nikah kıyılacak ve ay sonunda da düğün olacaktı!

    Nikah kıyılacağı günün gecesi, Neşide, arkadaşlarını, yakın akrabalarını, eski komşularını köşke davet etmiş, küçük bir ziyafet vermişti.

    Hanımlar, yukarı katta idi. Halim Siret Bey, Avukat Şerif Baki, Neşide’nin büyük halasının oğlu Nazım Bahir, banka katiplerinden Ali Hürrem, emekli kaymakam Şakir Fazıl; tanımadığım ve takdim edildiğim halde isimlerini unuttuğum orta yaşlı iki zat, ben, yani biz erkekler, aşağı kattaki salonda toplanmıştık.

    Meclisimiz ne pek eğlenceli, ne de pek can sıkıcı idi. Hemen hemen aynı mevzu üzerinde konuşuluyordu. Evliler, kendi düğünlerini, nikahlarını; bekarlar, evlenmek hakkındaki tasavvurlarını, niyetlerini anlatıyorlardı. Benim gibi, evlenmek çağını geçmiş ve isteği kaçmış ve ihtiyar bir bekara söz düşmediği için susuyordum.

    Yemekten sonra, vücudu saran gevşekliği gidermek, beyine çöken uyku buharını dağıtmak için, bahçeye çıktım. Çünkü, bir nikah arifesinde verilmiş bir ziyafette uzun uzun esnemek, çok ayıp, çok çirkin ve hayli saygısızlık olacaktı.

    Sıcak, parlak, aydınlık bir temmuz gecesiydi. Gökyüzünde tek yıldız ışıldamıyordu. Köşkün açık pencerelerinden taşan ışıklar, bahçeyi göz göz yaldızlıyordu.

    Bahçede, ellerim arkamda, neler düşündüğümün kendim de farkında olmayarak dolaşıyordum. Körpe fidanlarda yetişmiş cins güllerin, açık bağırlarından dağılan baygın kokular, insanı adeta sarhoş ediyordu.

    Omuzuma bir el dokunduğunu hissettim. Avukat Şerif Baki, gülerek yüzüme bakıyordu:

    - Doktor, evlenmek bahsi, seni sıktı, anlıyorum. Kaçtın!

    - Hayır, dedim. Yemeklerden sonra, biraz dolaşırım… Peki, sen, ne diye salonu terk ettin?

    - Halim Siret Bey, Ali Hürrem, Şakir Fazıl, Nazım Bahir Beylerle küçük bir particik pokere oturdu.

    Sordum:

    - Sırrı Nevres’i, niye kareye almadı? Damadına fazilet dersi mi veriyor?

    Şerif Baki bir kahkaha attı:

    - Tam buldun fazilet dersi verecek adamı…

    - Sırrı Nevres ne yapıyor?

    - İki ihtiyar zat var ya… Onların biri damadın vekili, biri de şahidi imiş… Onları uğurluyor.

    - Gidiyorlar mı? Pek erken değil mi?- İstanbul’a gidecekler. Sekiz buçuk trenine yetişmek mecburiyetinde imişler.

    - Veda edemedik, ayıp oldu.

    - Yarın telafi edersiniz. Gezmekten yorulmadınız mı? Oturalım.

    Taflan ağacının altındaki tahta kanepeye oturduk. Şerif Baki de, karşılıklı konuşmaktan ziyade, söylemek ihtiyacında olan insanlarda görülen bir sabırsızlık, iç titizliği vardı.

    Ben konuşmaktan ziyade dinlemeyi severim. Buna, mesleki bir alışkanlık denilebilir. Fakat insan, dinlerken ekseriya kendi kendine konuşur da…

    Şerif Baki, bir sigara yakmıştı:

    - Dikkat ettin mi doktor? Damatla kayınpederin araları pek iyi… Herkese karşı kayıtsız, hatta biraz da nezaketsiz, kaba olan Halim Siret Bey, damadına karşı çok nazik, mültefit… Halbuki ben, bunun aksini tahmin ediyordum. Halim Siret Bey’in, damadına düşman olması lazım gelirdi. Çünkü karısının elinde, avucundakini yiyip bitirdikten sonra, artık kızının iki buçuk kırık malına sıra gelmişti…

    İki buçuk kırık malına, diyorum, doktor, buna, şaştın değil mi?... Ben de, sizin gibi, herkes gibi, Mesture Hanım’ı çok zengin sanıyordum. Fakat Mesture Hanım, ağır hasta düşünce, beni çağırmış; pürüzlü işlerini düzeltmemi rica etmişti. O vakit facia anlaşıldı. Yemekle bitmez, tükenmez zannolunan servette, topu temeli, bir yarım han hissesi ile yine hisseli bir dükkan, tortu olarak kalabilmişti.

    Mesture Hanım ölünce, vasiyeti gereğince, kızının umumi vekili oldum. Karısının hastalığını bahane ederek, Halim Siret Bey, han hissesini Emniyet Sandığı’na ipotek etmişti. Borcun vadesi gelmiş, geçmiş, Sandık hanı müzayedeye çıkarmıştı. Dükkanlardan birini satıp hanı kurtarmayı düşünüyordum. Lakin bir hayır sahibi çıktı: Muhammen fiyatından iki misline artırıp aldı. Neşide Hanım’ın talihi diyeceğim, bu hayır sahibini, Hızır gibi Allah imdadımıza göndermişti. Yoksa düğün, daha çok geri kalırdı.

    Şerif Baki, yavaş sesle, ağır ağır söylerken, Neşide’nin, arkadaşlarının kahkahalarını, cıvıltılarını duyuyordum.

    Neşide’nin talihi! Zavallı Neşide! Bu Hızır gibi imdada yetişen talih, bari onu sonunda güldürmüş, güldürebilmiş olsaydı!

    Şerif Baki, devam ediyordu:

    - Halim Siret Bey, benden yüz bulamadığı, pek cesaret edemediği için, kızının servetine, daha doğrusu, Mestur Hanım’ın bıraktığı kıymığa tırnağını takamıyordu. Allah rahmet eylesin, Mestur Hanım’ın pek geç aklı başına gelmiş, pek geç gözünü açmıştı. Yoksa, kızına, daha yüklü bir miras bırakabilirdi. Neşide’nin kocaya varması, Halim Siret Bey’e, bütün ümit kapılarını kapatıyordu. Damadı olacak adama, kin bağlaması gayet tabii idi. Halim Siret Bey gibi bir adam, kızının elindeki parayı tırtıklamak ümit ve hülyalarını suya düşüren damadına, Güleryüz göstermesi, acaba kızının kesesine, damat vasıtasıyla el atmayı mı kurmuş, dersiniz?

    Şerif Baki’ye:

    - Kim bilir! Dedim.

    Fikrimi açıkça söylemedim; lakin Şerif Baki, anlamıştı:

    - Başka bir şeye hamledemiyorum doktor.

    Şerif Baki’nin sözleri hüznüme dokunmuştu. Yıllardan beri bu ailenin dostu olduğum halde, iç yüzlerini bilmiyordum. Halim Siret Bey’in sefahati, bilhassa kumarı, gizli kapaklı değildi. Fakat, bu kadar ileri gittiğini, gidebileceğini hiç ummuyordum. Acıdım, yüreğim yandı.

    Kendi kendime:

    - İnşallah Neşide kocadan yana talihli çıkar.

    Diyordum.

    Bunu düşünürken, neden bilmem, hep sizin hayaliniz gözlerimin önüne geliyordu. Sizi, bu izdivaca, hiç taraftar görmemiştim. Nedense, Sırrı Nevres’ten periniz hoşlanmadı.

    Şerif Baki, ayağa kalktı:

    - Uyuyorsun, doktor. Ben, gidip biraz poker seyredeyim.

    - Mersi! Rahatını bozma, rica ederim.

    Şerif Baki, köşke girdi.

    Ben, oturduğum kanepeye uzanır gibi yaslanmış, köşke bakıyor, yukarı katın açık pencerelerinden kırık kırık dökülen kahkahaları dinliyordum.

    Ah, bu genç kahkahalar, Hüsrev Bey! Emin olunuz ki, ihtiyarlık çöküp te uzuvlarımız çürümeye, sinirlerimiz gevşemeye, gözlerimizin ışığı sönmeye başlayınca, seslerimiz de, kahkahalarımız da çürüyor, gevşiyor, sönüyor!... Seslerimiz, kahkahalarımız da ihtiyarlıyor!

    Fakat yavaş yavaş bu genç kahkahalar, bana hüzün vermeye başlamıştı. Neşide’nin annesi Mesture Hanım da, ne genç, ne şen kahkahalarla gülerdi. Ölecek kadınıydı o, Hüsrev Bey?

    Şerif Baki gibi, poker seyretmek, hakkımda daha hayırlı olacaktı.

    Hüsrev Bey, acı da olsa, itiraf edeyim; ben, gençliğimde bile, mesleğimin adamı olamamışım. Bu kadar yufka yüreklilik, bir doktora yakışmaz!

    Ayağa kalktım, yürüyordum; köşke gireceğim zaman Sırrı Nevres’le karşılaştım. Özür diledim:

    - Misafirlerinize ayıp oldu. Uğurlayamadım.

    Sırrı Nevres, kolunu salladı:

    - Ehemmiyeti yok… Bu gece, siz, çok sıkıldınız, doktor bey!

    Onu temin ettim:

    - Hayır, bilakis çok memnunum!

    Köşkün kapısı önünde idik; hizmetçi kız, antrede görünmüştü, birini arıyormuş gibi şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu. Elinde küçük bir kağıt vardı.

    Sırrı Nevres sordu:

    - Ne bakıyorsun Hatice?

    Hatice, Sırrı Nevres’in sesini duyunca sıçradı:

    - Sizi arıyordum, Beyefendi.

    - Ne var?

    Hizmetçi kız, elindeki kağıdı uzatmıştı:

    - Sizin için bu mektubu verdiler.

    Sırrı Nevres, kağıdı aldı, göz gezdirdi, bir şey anlamamış gibi başını kaldırdı:

    - Tuhaf şey!... Kim getirdi bunu?

    - Küçük bir oğlan çocuğu.

    - Ne vakit getirdi?

    - Biraz evvel…

    Sırrı Nevres, kağıdı tekrar okudu ve gözlerini kırpıştırdı, sert adımlarla ilerledi; kağıdı, antrede yanan lambanın ışığına tuttu, dikkatle baktı, elini alnından geçirdi. Rengi sapsarı olmuştu. Alt dudağı seyiriyordı:

    - Bunu getiren çocuğu tanıyor musun?

    - Hayır, Beyefendi.

    - Mektubu verince, ne dedi?

    - Bunu, damat beye vereceksin! Dedi.

    - Başka bir şey söyledi mi?

    - Hayır!

    - Cevabını da beklemedi demek?

    - Evet, beyefendi. Mektubu elime tutuşturdu, ters geri dönüp, koşa koşa kaçtı, gitti.

    Sırrı Nevres’in elindeki kağıt titriyordu. O, rüyada bir boşluğa yuvarlandıktan sonra uyanmış ve hâlâ kendine gelememiş te sayıklar gibi idi:

    - Ne münasebet? Bu çok garip! Hiçbir münasebeti yok… Akıldan, imkandan, ihtimalden uzak bir şey…

    Şakaklarından, ince ince terler sızıyordu; karşıda şaşkınlaşan Hatice’ye:

    - Peki, dedi. Sen, git…

    Salona doğru yürüyordu, beni hatırlamış olacak ki döndü:

    - Oh, pardon… Birdenbire şaşırdım da…

    - Fena bir haber mi?

    Başını sallıyordu, sesi toktu:

    - Hayır! Arkadaşların bir sürprizi…

    Elindeki kağıdı tekrar göz ucu ile süzdükten sonra pantolonunun cebine soktu:

    - Beni, bir, bir buçuk saat için çağırıyorlar. Gitmezsem, yarın nikahta belki muziplik ederler. Böyle nazik zamanlarda kimseyi darıltmaya, gücendirmeye gelmez!

    Gülüyordu, fakat bu gülüşünde öyle bir zorakilik vardı ki, öyle bir sahtelik akıyordu ki, sebebini bilmeden ürperdim.

    Saatine bakmıştı:

    - Ooo… Dokuzu beş geçiyor… Neşide’ye haber vereyim… Eğer kayınpeder soracak olursa, lütfen anlatırsınız, olmaz mı? Affedersiniz doktor bet, sizi, yalnız bırakıyorum ama…

    - Rica ederim çocuğum, sen keyfine bak… Ben, içeride oyun seyrederim. Herkes o kadar kendi alemindeki bir saatlik kaçamağın pek farkına varmayacaklardır, sanıyorum.

    - Evet, evet… Belki de bir saatten evvel gelirim…

    Sırrı Nevres, süratle yukarı kata çıkmıştı. Ben, poker oynanılan yandaki küçük odaya değil, salona girdim.

    Meçhul küçük çocuğun, geç vakit getirdiği bu kağıt, zihnimi karıştırmıştı. Bu, bir arkadaş sürprizine benzemiyordu. Nevres’in hali, bana, o hissi, o zannı verememişti. Sırrı Nevres, kağıdı evvela hayretle okumuş, sonra yazıyı tanımak ister gibi ışığa tutmuş ve o zaman dehşetle donmuştu. Böyle bir kağıt, başka bir gece gelmiş olsaydı, fazla manalı düşünmezdi. Fakat sabah nikah kıyılacak bir gecede, mutfak kapısından, meçhul bir çocuk eliyle verilmiş olması, insanı düşündürüyordu.

    Sırrı Nevres’in bin bir macerasını, sizden duymuştum, Hüsrev Bey! Yine tekrar ediyorum; tam sizin bulunacağınız zamandı. Bu kağıttaki sırrı, ancak siz, keşfedebilirdiniz!

    Sırrı Nevres’i çağıran kimdi? Nereye, niçin çağırıyordu?

    Onun, bu köyde, böyle sürpriz hazırlayacak arkadaşları değil, candan tek arkadaşı olduğunu bilmiyordum.

    Çağıran kadın mı, yoksa erkek mi idi? Nikahtan evvel, acele görülmesi lazım gelen eski bir hesap mı vardı? Bir şantaj da olabilirdi. Bu ihtimal, aklıma, muhakememe pek uygun geliyordu; çünkü şantaj için, böyle geceler arandığı, beklendiği, seçildiği muhakkaktı.

    Düşündükçe zihnim karışıyor, zihnim karıştıkça da kalbim sancılanıyordu.

    Fakat artık ben, yorgunum, Hüsrev Bey! Kalbimin, en ufak, en küçük bir acıya, sızıya tahammülü yok…

    Yandaki küçük odaya geçtim. Odada, dindarane bir sessizlik vardı. Oyun oynayanlar, kağıtları, elleri titreyerek, dindarane bir hürmetle alıyorlar, parmaklarıyla kağıtların uçlarını titreye titreye açıyorlar ve aralarında parola gibi tek, çift, bazen daha fazla heceli kelimelerle konuşuyor, anlaşıyorlardı:

    - Pas!

    - Pot!

    - Valör…

    - Dubl valör!

    Bu dindarane sessizliği bozan küçük ağız çekişmeleri de oluyordu:

    - Hayır, artık rölans edemezsiniz!

    - Neden?

    - Rölans için bu kadar bekletilmez!

    - Kağıtları file ediyordum!

    - Bu, ne uzun file ediş! Bu kadarına maniyer, derler!

    - Rica ederim, ben, maniyer yapmam!

    - O halde, lütfen oyunun hakkını vererek oynayınız.

    Bazen kağıtlar, talihlerle çarpışıyordu:

    - Döper as…

    - Süvit ruva!... Nısfıddünya!

    - Üç yedi…

    - Ful dam…

    - Buldunuz ha? Be gece, çok şanslısınız!

    Ceplerden cüzdanlar çıkıyor, restler kabarıyor, oyun yavaş yavaş kızışıyordu:

    - Ne kadar deklare ediyorsunuz!

    - Beş kav…

    - Siz bilirsiniz amma, biraz itidalle oynayalım, oyun da çığırından çıkmasın!

    - Hayır, hayır… Müdahale yok. Herkes, istediği gibi harekette serbesttir. Bey fazla kayıpta!

    Birkaç el döndükten sonra, fişler, masanın ortasında yığın halinde toplanmıştı. Oyuncular, dağıtılan kağıtları, zahiren sakin görünmeye çabalayıp, için için soluyarak file ediyorlardı.

    Ben de, Şerif Baki de, oyuncuların heyecanına kapılmış, nefes almaya korkarak seyrediyorduk.

    Kuru, sert bir silah taklaması, gecenin durgun sessizliğini bir zımba gibi deldi.

    Bu kuru, sert taklamaya, kısa bir:

    - Ah!

    Ve boğuk bir inilti takip etti!

    Oyuncuların ellerinde sıkı sıkı tuttukları kağıtlar, masanın üzerine düşüvermişti; herkes, birbirinin yüzüne bakıyordu.

    Yukarı katta koşuşmalar olmuştu, merdivenlerden gürültü ile inenler vardı. Şerif Baki mırıldandı:

    - Bu, tabanca sesine benziyor.

    Emekli kaymakam Şakir Fazıl Bey, silah sesinin hâlâ kulağında çınlayan akislerini dinliyor gibi idi:

    - Eğer yanılmıyorsam, büyük çapta bir rovelver…

    Ötekilerin de dilleri çözülmüştü:

    - Çığlığı, iniltiyi de duydunuz, değil mi?

    - Biri vuruldu, galiba?

    - Ses, bahçe tarafındandı.

    Aşağı katın sofasında, yüksek ökçeler tıkırdıyordu. Oda kapısı birden açılmıştı; Neşide’nin başı göründü:

    - Beybaba, silah sesini duydunuz mu?

    - Duyduk, kızım!

    - Peki, nedir?

    - Biz, ne bilelim, yavrum!

    Genç kızın sesinde ağlayan bir yalvarış vardı:

    - Ne duruyorsunuz? Merak etmiyor musunuz?

    - Kızım, ne telaş ediyorsun? Köşkü eşkıya basmadı ya!...

    Neşide, hırçınlaşmıştı:

    - Nasıl telaşa düşmeyeyim, Sırrı, biraz evvel sokağa çıkmıştı. Artık merak etmez olur muyum?

    Halim Siret Bey, bön bön bakıyordu:

    - Bundan haberim yok, kızım!

    Hemen söze karıştım:

    - Evet… Eğer soracak olursanız, size söylememi tembih etmişti.

    - Nereye gitti?

    - Arkadaşları bir tezkere ile çağırmışlar.

    - Niçin?

    - Onu söylemedi.

    Halim Siret Bey, kızına sordu:

    - Sana da söylemedi mi, Neşide?

    - Hayır!... Bir arkadaşımı görüp geleceğim, dedi. O kadar.

    Halim Siret Bey, ayağa kalkacaktı. Fakat ihtiyat onu, iskemlesine mıhlıyordu.

    Önündeki fişlere baktı:

    - Nasıl aranje edelim?

    Bu ihmal, Neşide’nin sinirlerini fena germişti:

    - Beybaba, neler düşünüyorsun?

    - Kızım, çocukluğu bırak… Dışarıda her sese alakadar mı olacağız? Zabıta memuru muyuz? Bizim ne vazifemiz?

    - Beybaba, ses, pek yakından geldi… Doktor Bey, siz, bari koşunuz. Biri vuruldu mutlaka! İniltiyi de duymadınız mı?

    Halim Siret Bey, oyun arkadaşına fısıldadı:

    - Potu taksim ederiz. Hürrem Bey, her ne kadar size zahmetse de.

    Neşide’nin merakını, telaşını gören oyuncular, itiraz edemiyorlardı.

    Ben, genç kızın yanına gittim:

    - Yavrum, bunda üzülecek bir şey yok… Silah sesi, bahçe tarafından geldi. Sırrı Bey, cadde tarafına çıkmıştı.

    Doğrusunu söylemek lazım gelirse, Sırrı’nın hangi tarafa gittiğini görmemiştim. Sırf, kendimce bir ihtimal üzerine Neşide’yi temine çalışıyordum:

    - Hem Sırrı Bey’in bahçe tarafında ne işi var… Haydi, sen, yukarı çık… Biz, şimdi gider, anlarız.

    Genç kızın çarpıntıdan ateşlenmiş yanaklarının rengi yerine geliyordu:

    - Teşekkür ederim, doktor bey. Fakat bir vurulan oldu… Bu muhakkak… Yardıma koşun…

    - Şimdi çocuğum, şimdi… Sen merak etme…

    Halim Siret Bey, yan gözle Ali Hürrem Bey’in fişleri taksim edişine bakıyordu:

    - Belki polisler, bekçiler, bir hırsız kovalıyorlardır.

    Neşide’nin koluna girdim, yukarı kata çıkan merdivenin ilk basamağına kadar beraber yürüdük:

    - Misafirlerini de telaşa düşürme kızım… Etrafımız bağ, bahçe, açıklık… Her türlü vaka olabilir.

    Genç kızın heyecanı yatışmıştı:

    - Öyle korktum ki… Aklıma birden ne müthiş, feci hayaller geldi, bilseniz! Bu gece uyuyamam artık…

    Güldüm:

    - Ben, gelince, sana bir uyku ilacı veririm; mışıl mışıl uyursun.

    Köşkün kapısından bahçeye doğru çıkarken Şakir Fazıl Bey de bana yetişmişti:

    - İhtiyatla ilerleyelim, doktor bey… Vakanın aslını, esasını bilmiyoruz. Bir pusu filan var da, karşılıklı bekliyorlarsa, kaza kurşununa kurban gideriz.

    Zaten atılgan bir adam olmadığım için, kaymakama derhal hak verdim:

    - Çok doğru… Hakkınız var…

    Şakir Fazıl Bey, askerlik tecrübelerinden istifade ederek, gözleriyle etrafını araştıra araştıra yürümesini biliyordu:

    - Bereket, mehtap var. Karanlık bir gece olsaydı, daha tehlike içinde sayılırdık… Ay ışığında gölgeler, az çok teşhis olunabilir. Lakin karanlık, gözü ve kulağı aldatır… Hoş, burada ne tehlikesi olacak, meydan muharebesi olmaz ya.

    Köşkün arka tarafındaki çiçek bahçesi, solda duvara bitişik limonluğun hizasına kadardı. Ondan sonra, ağaçlar seyrekleşiyor; böcek bürümüş yanık kütükleri sökülmüş bozuk bağ yeri, denize doğru iniyordu. Bastığımız toprak, kah çukur, oyuk oyuk; kah tümsek tümsekti.

    Önümüze, biri sağa, biri sola giden, kısmen otlar bürümüş iki dar yol izi çıkmıştı:

    Şakir Fazıl bey, durmuştu; sordu:

    - Sağa mı gitsek, yoksa sola mı?

    Tam bu sırada da bekçi, polis düdükleri, havayı yırtmaya başlamıştı.

    - Olduğumuz yerde duralım, kaymakam bey… Ya polis, ya bekçi, imdada gelen biri var. Onları bekleyelim, yanlışlığa meydan vermeyelim.

    Şakir Fazıl Bey, başıyla tasdik etti:

    - Gideceğimiz yeri de bilmiyoruz ki…

    Bahçenin muhtelif cihetlerinden akseden ayak sesleri duyuyorduk. Şakir Fazıl Bey, birdenbire dirseğiyle koluma vurdu; kısık sesle:

    - Bakın! Dedi.

    Sol taraftan, iki büklüm, fakat süratle ilerleyen bir karaltı belirmişti. O da, bizi görmüş olacak ki doğrularak bağırdı:

    - Davranmayın, yakarım!

    Gölge doğrulunca, başındaki kalpaktan, belindeki meçten, polis olduğu anlaşılıyordu.

    Ben de bağırdım:

    - Yabancı değil…

    Polis, tabancası elinde jimnastik adımlarla yürüyordu; yaklaşınca bizi tanıdı, nokta polisi idi:

    - Geçmiş olsun beyler… Bir silah sesi duydum… Caddeden ara sokağa saptım… Bir şey göremedim. Vaka nedir?

    Şakir Bey, kollarını açmıştı:

    - Köşkte otururken bu istikametten gelen bir silah sesi duyduk, dışarı fırladık… Buraya kadar da ne kaçana, ne kovalayana rastlayamadık!

    Polis, elektrik cep fenerini yakmıştı:

    - Etrafı arayalım… Sade silah sesi olsaydı, çapkının, sarhoşun biri silah çekmiş, derdim. Fakat akabinde bir feryat koptu.

    - Biz de duyduk, polis efendi, dedim.

    Polis, elektrik fenerini yerlere tutarak yürüyordu:

    - Nokta buraya yakın… Sonra kulaklarım da pek yanılmaz!

    Üç kişi, yan yana ilerliyorduk. Bağ yerinin sağ ilerisinde, eski bahçıvan kulübesinin yıkıntısı göze çarpıyordu. Polis bizden ayrıldı, taş yığınına doğru seğirtti, fenerinin ışığı ile taşları taradı ve birden haykırdı:

    - Burada…

    Şakir Fazıl Bey’le birbirimize baktık, kısa bir tereddütten sonra, kulübe harabesinin taşlarını, ayaklarımız kayarak, sendeleyerek atladık.

    Taşların üzerinde boylu boyuna uzanmış bir insan vücuduna benzeyen bir kabartı vardı. Bu kabarık karaltının kenarına polis çömelmişti.

    Eğilip baktım ve bakmamla sıçrayıp doğrulmam bir oldu. Yere sırt üstü, devrilip yatmış olan, Sırrı Nevres’ti. Sağ şakağından pıhtı pıhtı kan akıyor, dudağının kenarından kırmızı bir salya sızıyordu. Gözleri açıktı; sanki gökyüzünde, bir madalyon gibi parlayan, ateş sarısı aya bakıyordu.

    Şakir Fazıl Bey, hayretle sıçramıştı:

    - Bu, hiç aklımdan geçmemişti. Bakın, doktor, yaşıyor mu?

    Bir kurşun da benim beynimi delmişti:

    - Bilmem!

    - Doktor, muayene et, vakit geçmesin…

    Polisin mahzun sesini duyduk…

    - Ölmüş… Kurşunu yer yemez ölmüş…

    Şakir Fazıl Bey, soğukkanlılığını takınmıştı:

    - Kim vurmuş olabilir?

    Polis, Sırrı Nevres’i şahsen tanıyordu:

    - Halim Siret Bey’in damadı değil mi?

    Ben kendimi toplayamıyordum, sersem sersem cevap veriyordum:

    - Evet… Sırrı Nevres Bey…

    Polis, fenerini, cesedin etrafına tutuyordu:

    - Acaba intihar mı? Silaha benzer bir şey de görünmüyor.

    Doğrulmuştu; sert sert düdük çaldı:

    - Karakola haber verelim.

    Bahçenin dört tarafından akseden ayak sesleri yaklaşıyordu; evvela bekçinin, sonra bir sivilin bize doğru koştuklarını gördüm. Acele acele konuşmalar, emirler duyuyordum. Gözlerim bulanım, beynimin içi bulanıktı.

    Bu, bir cinayet mi, yoksa bir intihar mı idi?

    Doktorluk vazifemi hatırladım. Hiçbir ümit olmasa bile, yine muayene etmeyi düşündüm, eğildim.

    Sırrı Nevres’in cansız başını ellerimin arasına alacaktım, polis mani oldu:

    - Doktor Bey, savcı bey gelinceye kadar cesedin vaziyetini bozmayalım.

    Bozmadan muayene edeceğim, dedim. Kalp, nabız işlemiyordu, elleri soğumaya başlamıştı; ağzının kenarından sızan kanlar da pıhtılaşıyordu. Kurşun tam sağ şakaktan kafatasını delip beynin içinde saplanmış, kalmış!

    Ölümün ani olduğuna eminim.

    Eğer bu, bir intihar idiyse, cesedin ya elinde, yahut yakınında bir tabanca bulunması lazımdı. En olmayacak, en akla uzak ihtimalleri de göz önünde tutmak mecburiyetinde idik. İntihar edenin, tetiği çektikten sonra ani bir kasılma ile kolunu hareket ettirmiş ve bu hareketle silahın biraz uzağa düşmüş olmasını düşündük. Halbuki bu ihtimal de boşa çıktı.

    Fazla aydınlık olmadığı için, kurşunun açtığı yarayı dikkatle muayene edemiyordum. Kurşunu yakından veyahut uzaktan atıldığı, yara etrafındaki yanık izlerinden anlaşılabilirdi.

    Vaziyet, intihardan ziyade cinayete benziyordu.

    Peki, bu cinayetin sebebi veya sebepleri ne olabilirdi? Acaba kıskançlık mı idi? Neşide ile Sırrı Nevres, sevişerek nişanlanmışlardı. Her genç ve bilhassa güzel kız gibi Neşide’yi de isteyenler olmuştu. Fakat arada hiçbir macera, aşk, alaka dedikodusu çıkmamıştı. Ortada, sonu cinayete kadar varacak bir rekabet te yoktu.

    Bu sırrın anahtarı, meçhul küçük çocuğun, mutfak kapısından hizmetçiye verdiği mektupta idi. Bütün düğümleri o kağıt parçası çözecekti!

    Fakat mektup nerede idi? Acaba hâlâ maktulün cebinde mi idi? Yoksa Sırrı Nevres’in beynine kurşun sıkan el, esrarının anahtarını da alıp kaçmış mı idi?

    Karakoldan gelen komiser, beraberindeki polislere ve bekçilere derhal emirler vermeye başlamıştı:

    - Savcılığa telefonla haber verildi. Nöbetçi, muavin bey, hemen gelecek… Etrafı sıkı arayın, bir ipucu bulmaya çalışın…

    Polisler, bağın etrafına dağıldılar. Komiser, yalnız nokta polisini yanına koymuştu:

    - Salim Efendi, cesedin vaziyeti bozulmasın… Kimseyi yaklaştırma…

    Cesedin etrafına toplananları da gözden geçiriyordu.

    Rica ederim, burada fazla kalabalığa lüzum yok… Tahkikatı işgal etmeyiniz.

    Halim Siret Bey de orada idi; o, ne zaman gelmişti. Bilmiyorum. Yalnız o kadar şaşkın ve hareketsizdi ki saman mankenler gibi duruyordu. Komiser, onun koluna girdi, yumuşak bir sesle:

    - Misafirlerinizle birlikte köşke teşrif buyurun, Beyefendi… Lüzum görüleceklerin, icap edenlerin ifadeleri alınacak, malumatlarına müracaat edilecektir. Bu meyanda, sizi de rahatsız edecektir. Fakat şimdi, lütfen burada durmayın… Teessürünüze iştirak ediyorum, Beyefendi. Elden ne gelir? Hükmü kaza, hükmü kader…

    Diyordu. Sonra eliyle bana işaret etti:

    - Doktor Bey, Savcı Bey gelinceye kadar kalınız. Size ihtiyacımız olacak…

    Bu emre boyun eğdim. Lakin komiser, Halim Siret Bey’i köşke göndermekte biraz geç kalmıştı. Bizim bağ yerinde uzun zaman kalmamızdan şüphe eden, meraka düşen kadın misafirler, köşk halkı, bahçeye uğramışlardı.

    O anda, kalbim, kızgın bir neşterle yarıldı, Hüsrev Bey, köşkten vaka mahalline doğru koşarak gelenler arasında, beyaz bluzundan Neşide’yi tanımıştım.

    Zavallı kız!... Neye doğru koştuğunu bilmiyordu!

    Buna, mani olmalı idim. Gözlerimle Halim Siret Bey’i

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1