Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Dijital Kaplumbağa
Dijital Kaplumbağa
Dijital Kaplumbağa
Ebook696 pages6 hours

Dijital Kaplumbağa

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Dijital Kaplumbağa, tavşan hızında koşan IT çalışanları için üşenmeden bir strateji ortaya koymaya çalışan bir IT romanı. Yeni teknolojiler, çığır açan trendler bulutlarda uçuşurken, her daim unutulan kalite anlayışı ve kaybolan müşteri sadakatine uçtan uca bir farkındalık hattı kurmaya çalışan kahramanların öyküsü. Kitap size, koşuşturmayı bırakıp nefeslenen, deneyimli ustaların desteğiyle her hareketlerini ölçüp biçen, incir ağacı yetiştireyim diye gayretlenip, her fırsatta toprağa eğilen, suyun sesini, yaprağın hışırtısını dinleyebilen dijital kaplumbağalara nasıl dönüşülebileceği hikayesini / teorisini sunuyor.

LanguageTürkçe
Release dateDec 7, 2021
ISBN9798201020293
Dijital Kaplumbağa
Author

Oğuzhan Ceylan

Uzun yıllar BT pozisyonlarında çalışan yazar, son yıllarda süreç yönetimi ve toplam kalite yönetiminin BT'ye kazandırılması üzerine çalışmakta ve bu konuda akademik bir yolda yürümektedir. En büyük hayali, bir gün Örgütsel Dönüşüm Ağacı Teorisi'ni geliştirip daha iyi bir seviyeye getirebilecek yetkin orta seviye yönetici adayları ile çalışabilmektir.

Related to Dijital Kaplumbağa

Related ebooks

Reviews for Dijital Kaplumbağa

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Dijital Kaplumbağa - Oğuzhan Ceylan

    Özel insanlara, özel teşekkürlerimle...

    Toplam Kalite kültürünün nerelere dayandığını bana anlatan ve bu kitabı yazmamda hiçbir katkısını esirgemeyen, benim gibi çömezi dinlerken sıkılmayan büyük usta,

    Yalçın İpbüken’e...

    İşin mutfağından gelip okuduğumun hayata dokunduğu yerleri gösteren, kaynaklarını benimle paylaşan usta,

    Yüksel Karamehmetoğlu’na...

    OKR’nin ne olduğunu, stratejinin BT içinde vuku bulmuş halini ve gerçek devinimini aktaran eski dostum,

    Fatih Aksel’e...

    Tüm süreçte beni destekleyip, heyecanımı fark eden, her an teşvik eden ve akademik bulguların gerçek hayat tecrübelerini, irade ile yönetmenin ne olduğunu bana anlatan,

    Coşar Baykal’a...

    Sohbeti ve teşviğini eksik etmeyip, yazma amacımı her fırsatta hatırlatan, sorgulayan, yorumlayan, katkıda bulunan ve bitmeyen enerjisi ile beni bin türlü kaynağa ulaştıran, Mucithane evinden,

    Ulvi Asan’a...

    Redaksiyonda ve tavsiyelerinde ustalığı ve cömertliğini esirgemeyen 

    Yener Lütfü Mert’e....

    Bin türlü ahımı çekip, kitabın ilk okumalarını ve detaylı editörlüğünü yapan ekip arkadaşlarım,

    Hatice Şahin Akdaş...

    Muhammed Fatih Aksu...

    Selim Aksoy’a...

    Yazdıklarıma hareketleri ve gelişimiyle doğal yollarla ilham olan,

    oğlum Ertuğrul’a...

    Hâlâ beni eğitmekle uğraşan

    annem Nezahat’a

    ve

    Yakın zamanda kaybettiğimiz

    usta Csikszentmihalyi’ye atfen...

    MİSAFİR

    Sakin otoyolda 80 km hızla giderken şoförün ultra yüksek çözünürlüklü gözü, yolun kenarından ortasına doğru hareket eden bir cisme takıldı.

    Beynin içinde kişinin geçmiş tecrübelerine dair korku üreten mekanizma, amigdala parçacığı acil durumu başka bir beyin merkezi olan hipokampusa iletti.

    Hipokampus böbreküstü bezlerini uyardı ve adrenalin salgılanmaya başladı.

    Adrenalin ile vücut, gerekli olan enerjiyi ayak bileğine aktarmaya başladı.

    Şoförün ayağı frene aniden basmaya başladığında, vücudun bu mükemmelliğini kıskanan bir başka aktif sistem heyecanla çalışmaya başladı.

    Aracın beyni ECU, ABS sistemine hızın yüksek olduğunu iletti.

    ABS sistemi frenin sertliği ile aracın hızını kıyasladı; Acil bir durum var! dedi.

    Dört bağımsız tekeri dengeleyecek görevleri planladı.

    Plana göre her tekere uygun hidrolik yağı basıncı gitmesi gereken tekere yayıldı.

    Kaliperler pistonlara dokundu.

    Pistonlar ileri hareket etti.

    Balatalar fren disklerine birkaç kere bastırdığında içeride şoförün ayağı gıdıklanırken dışarıda aralıklı birkaç lastik sesi duyuldu. Birbirini takip eden bu iki sistem saliseler içinde ve kusursuza yakın çalışabilmişti.

    Korku içindeki Ozan, yolda gördüğü muammayı merak ediyordu. Kalbinin atan sesini kulaklarında duyabiliyordu. Araçtan indi. Dörtlüleri yakıp aracın kapısını ittirdiğinde kapının kapanışındaki taze tokluğu duydu. Ağır ağır aracın önüne doğru ilerledi. Bir canlıya zarar vermiş olmaktan korkuyordu.

    Son cesaretini toplayıp kafasını yavaşça uzattığında yılların eskitemediği şirin bir sürüngen kafasının üstünde siyah gözlerin kendisine baktığını gördü. Uzun zamandır bir kaplumbağa görmediğini hatırladı. Bir derin rahatlama ile yanına yaklaşayım deyip ileri atıldığında, kaplumbağa hızlıca kafasını kabuğunun içine çekti. Eğildiği yerden doğrulan Ozan:

    E, sen de haklısın. Bu kadar heyecandan sonra biraz korkmak normal... derken pufluyordu. Etrafına baktı; sabahın erken saatinde pek bir araç yoktu ama yine de önlemini almak üzere, Dur plakasını aracın arkasına yerleştirdi. Kaplumbağayı dikkatlice kabuğunun iki kenarından tutarak yol dışına doğru bıraktı. Kaplumbağa ağır ağır ilerlerken, Ozan söylemeden edemedi:

    Şu tehlikeli ortamda nasıl ayakta kalabiliyorsun, acaba bu ağır hâlinle? Biz böyle acayip hızlı yaşayıp tükenebilirken...

    BİR KLASİK

    Aracını tekrar çalıştırıp yola çıktığında keyifliydi. Artık vücudu parasempatik akışını başlatmış, onu rahatlatan görevleri çalıştırıyordu. Malum vücut sürekli heyecan ve korkuyla yaşayamazdı. Şimdi bu gevşeme ile Ozan, daha birkaç gün önce aldığı Japon otomobilinin keyfini çıkarmakla meşguldü.

    Uzun dönem Alman araçları kullandıktan sonra, kendini bir parça değiştirmek isteyen biri için bu araç farklıydı. Bir önceki otomobili, motor ve vites arasındaki uyumu, düz konsolu ve sessiz vites geçişleriyle kendini uzun süre memnun etmişti. Bu araçta ise yeni bir şeyler vardı; iç hatlarında Alman otomobillerinin o düz, klasik çizgisine nazaran daha yuvarlak kesimli konsol, geniş kol ve dirsek boşlukları, yumuşak bir direksiyon... Sanki keyfime özel tasarlanmış... diye düşündü. Fren sistemini taze lastikler ile -daha az önce- test edip başarılı olduğunu gördüğü için ayrıca mutluydu. Motor ve vites geçişlerinde akıcılık hissediyordu; Belki bir uzun dönem test videosu yayınlamak için biraz tecrübe etmeli... diye geçirdi içinden.

    Peki nereye gidiyordu? Dün gece yarısı gelen haber Ozan ve ailesini mutlu etmişti. Seyahat Ekstra şirketi patronu Serhat Bey, artık Ozan’ın direkt hesap verdiği patron olacaktı. Bir önceki teknik lider Özger başka bir firmaya geçtiği için Serhat Bey Ozan’a teknik lider koltuğunu teklif etmiş; Ozan da hiç tereddüt etmeden birkaç dakikalık konuşma sonrası kabul etmişti. Hem maaşı hem de tecrübesi ile bunu hak ettiğini düşünüyordu. Arkadaşları dâhi Özger’in gidişinden sonra, bu tarz bir teklif gelmesi durumunda kabul etmesi gerektiğini telkin ediyordu. Ve sonunda olan olmuştu.

    Varış noktası: Genel Merkez. Garaj kapısından geçerken, nöbetçi kulübesinde oturan emekli ihtiyar Necati havada eliyle halkalar çizerken Ozan’a camı açmasını işaret ediyordu. Cam aralanırken sevimli bir hâl takındı:

    Hayırdır, bu saatte gelip selamsız mı geçecektin Ozan Bey? dedi yaşlı Necati.

    Yok abi olur mu estağfirullah. Dalgınım, az önce bir kaza atlattım; şimdi de terfiye gidiyorum kısmetse.

    Vay vay vay... E, madem haberler güzel, bize de bir şey ısmarlarsın herhâlde Ozan Bey; boş geçme sakın... hadi rastgele !!

    Buraya nadiren gelse de her gelişte esprilerini sakınmayan bu amcanın sıcaklığı nadir bulunan tavırlardandı. Niye selam vermeden geçiyordum ki diye bir süre kendi beynini hırpaladıktan sonra, sevinmesine sebep olan ve terfiye giden adımlarını asansöre doğru attı. 7’nci ve son kata ulaştığında sekreter kendisini Serhat Bey’in odasına yönlendirdi ve beş dakika içinde patronun görüşmeye geleceğini iletti.

    Büyük müşteriler için şaşaalı bir oda... Oda ödül müzesi veya reklam panosu gibiydi. Odanın diğerlerinden farkı, ödüllerin beş yıl önceye ait olmasına karşın reklamların yeni olmasıydı. Bu da şirketin bir zamanlar parlak bir yıldız iken, bugün kendine yeten bir gezegen olduğunu ispatlıyordu. Şirket bir çöküş dönemi yaşamış ve pazar payının büyük bir kısmını yeni nesil birkaç küçük işletmeye kaptırmıştı. Çok farklı bir iş yapmıyorlardı belki ama; nasıl oluyorsa bu yaşlı devin pastasını yemeyi başarıyorlardı.

    Ozan’cım hoş geldin. Lütfen buyur. diyerek içeri giren Serhat Bey’i sekreteri takip ediyordu. Ne içersin? sorusu çok hızlı gelmişti.

    Bir çay alırım. dediğinde Ozan’ın karnı zil çalıyordu ama akşam yemeğini Kabataş sahil manzarasına bırakacaktı. O ayrı bir keyifti.

    Sekreter odadan ayrıldıktan sonra Serhat Bey Ozan’a dönüp:

    Zaten bundan sonra sadece çay ve kahvemiz olacak Ozan... Şimdi senin meseleye geçelim.

    Bir kesinti kokusu mu alıyordu daha ilk dakikada?

    Senin için mutlu bir gün olmalı. Teklifimi geri çevirmediğin için, benim için de çok mutlu bir gün... Senin için de uygunsa hızlıca işimize geçmek istiyorum.

    Tabii ki Serhat Bey. Öncelikle teşekkür ederim. Özger’in gidişinden sonra yerini dolduramayacak olsam da elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsiniz. Çünkü...

    Derken Serhat Bey araya girdi. Ozan sözlerinin kesilmesinden hiç hoşlanmıyordu; eşi Cemre onu söz kesmenin konuşmalar arasında normal bir şey olduğu konusunda defalarca ikna etmeye çalışmış olsa da bu durum Ozan’a pek mantıklı gelmiyordu.

    Araya gireyim Ozan; işini hızlandırayım. Şirketin mazisi ve şimdiki durumunu benden daha iyi biliyorsun. Tüm satış gücümüz 3-4 yeni yetme firma tarafından pay edildi ve şu an o güzel günlerden eser yok. Ne müşteri memnun ne ortaklarım ne de diğer paydaşlar...

    Ozan’ın iç seslerinden biri:

    Onlar dandikse biz neyiz o zaman? dedi.

    Biz de hep yükseklerde durum nasıl diye düşünüyorduk. Demek ki sizde durum daha vahim... derken Ozan kalbur üstü konuşmaya dâhil olmaya çalışıyordu.

    Ve yüksekler sorumluluk ister Ozan. Biz de bunun için seni seçtik. Bu işi yapabilecek gücü hissediyorsun değil mi?

    Ozan’ın bu cümleden anladığı Hazırsan şimdi beni dinle. idi.

    Kesinlikle... Sizi dinliyorum... dedi. Patron devam etti:

    Bu sorumluluğunun ilki büyük olacak Ozan. Eskiden bulutlarda gezinirken, şimdi küçüklerin tozunda boğuluyoruz. Nasıl oluyorsa, bu butik şirketler müşteriyi acayip bir şekilde mutlu ediyor. Bizim ise paramız tükeniyor. Sana en kaba böyle özetleyebilirim.

    Ve bir şey geliyordu; Ozan bunu hissetmişti.

    Yaz sonuna doğru bir kesintiye gitmemiz mecburi... Ama bu kesinti olağan kesintilerden değil. derken patronun sesi bir miktar düşmüştü. Ozan merakla bekliyordu.

    Önümüzdeki Haziran-Temmuz aylarında şimdikinin tam iki katı net gelir bekliyoruz. Net gelir, kârlılık... bu gibi terimlere aşinasın değil mi? Yoksa eğitim aldırabiliriz istersen?

    Şu an için gerek yok, teşekkürler. dedi Ozan. Bu fırsatları kaçırmazdı ama daha büyük bir mesele vardı şimdi; sormadan edemedi:

    Peki beklediğiniz gelir oluşmadığı durumda?

    Hah işte orası da seni sıkacak kısım... Ekibi devreden çıkarıp geliştirmeyi başka bir taşerona bırakmak durumunda kalacağım.

    Nasıl yani? Bu ekibin dağıtılması mı? Outsource işi mi? Ozan’ın aklı sevinci sıfırlayacak bir oranda stres ile dolmaya başladı. Yaklaşık dört senedir bu ekiple beraber çalışıyordu. Böyle bir sıcak aile ortamını başka hiçbir yerde bulamayacağından emindi. Neden her krizde işten çıkartma devreye sokuluyordu ki?

    Çünkü her yönetici kârlılığa bakar Ozan. Bana sormadığın sorunun cevabı...

    Sözün altına imzasını atmaya pek de istekli olmayan bir ses tonuyla:

    Aslında direkt bu noktaya gelmeden, biz bir neler yapabileceğimize baksaydık? derken Ozan’ın sesi çatallıydı. Patron:

    Hiç zorlamayalım Ozan. Bunu üç sene denedik. Senin için ise bir senemiz var. Neler yapabileceğin, nasıl bir yol izleyeceğin, çalışma saatlerini nasıl düzenleyeceğin, toplantı usulün... Her konuda seni serbest bırakıyorum. Böyle bir özgürlüğün var ve beni işin içinde çok görmeyeceksin. Bu her yerde verilen bir tolerans değil bak... Dediğim gibi yönetimsel anlamda bir eğitim lazımsa onu da söyle lütfen...

    Bu bir esneklik miydi yoksa şirketten vazgeçmişlik mi? Bunun cevabını muhtemelen öğrenemeyecekti ama bildiği bir şey varsa o da Haziran’a kadar iyi bir hıza ihtiyaç olduğuydu. Sessiz kalıyordu. Patron da bunu fark etmişti:

    Bak... Arkadaşlarını ve samimi ortamınızı biliyorum. Onları korumaya çalıştığını da... Ama beni de anlamanız lazım. Şirket boş kazan döndürüyor ve bir noktada benim de müdahale edemeyeceğim bir finansal krize girmemeli.

    Böyle bir durumda ilk düşünülen şeyin, çalışanların işten çıkarılması olması Ozan’a hep mide bulandırıcı gelmişti; Değer kat yoksa kaybedersin. Ozan BT (Bilgi Teknolojileri) sektöründe buna defalarca şahit olmuştu. Sadece devlet kurumlarında bir memurun yıllarca çalışabilmesi, özel sektörün bitmeyen sirkülasyonu, BT’nin bu sirkülasyonda kendine özel bir tık daha hareketliliği ve 4-5 yılda 6-7 iş değiştirme vakası bulunan CV’ler...

    Peki... dedi Serhat Bey. Bu şirket neden var Ozan?

    Ozan bir an için içindeki sövmeler ve kötü tecrübelerden sıyrılarak cevap verdi:

    Güzel tatil seyahat imkânları, ucuz olanaklar...

    Peki, bunu kimin için yapıyoruz?

    Tatil müşterisi için tabii ki... Belirli bir hedef kitlemiz var.

    Güzel. Peki son soru: Bana kazandıracak ve memnun olacak kim?

    Mesaj anlaşılmıştı. Uzun süredir Özger’in de başını yiyen kalite konusuna geliyordu.

    Para kazanmak için müşteri kazanmamız gerek. Hatta eski, kaybettiğimiz müşterileri de... Sonra onları bağlayabilmek için iyi bir ürün gerek. Mevcut süreç, ürün ve kalitemizle bunu yapmamız mümkün değil... Site üzerindeki şikâyet yorumlarını okudun mu hiç? diye sordu.

    Bu ara pek bakamadım. dedi Ozan.

    Serhat:

    Ben bazen eğlenmek için okuyorum. Tüm akrabalarımıza kadar çok orijinal küfürler yiyebiliyoruz. derken ağlanacak hâllerine gülüyordu.

    Ozan:

    Anlıyorum ve tam bu kısım benden beklediğiniz görevlerin olduğu yer... Biz neler yapabileceğimize bir bakalım.

    Aynen öyle Ozan... Bu kısımda sana güveniyorum; o yüzden kısa tutacağım. Şimdi... Kesinti dedik. Hani bunu sadece Haziran-Temmuz hedefine bağlamayalım.

    Dahasını duymaktan korkuyorum desem? Ozan’ın soğukkanlılığına patron da gülümsüyordu. Cevap verdi:

    Şu Yapay Zekâ projesi çok gözüme batıyor. Elzem değilse onu da rafa kaldırmanı isteyeceğim.

    Yapay Zekâ diye anılan proje aslında Ozan’ın uzun bir dönemdir peşinde koştuğu bir izleme yazılımı idi. Geliştiricilere hiçbir efor çıkarmadan onlarca sistemin birbiriyle entegrasyonunu çıkaran ve bunu yaparken Yapay Zekâ bileşenlerini kullanan bir üst yazılımdan bahsediyordu. Canlı ortamda bir müşteri akışında hata olduğunda nerede hata olduğunu görmek, hangi bileşenlerin devreye girdiğini tespit etmek gerçekten zor oluyordu. Mevcut yazılım, makarna kodu diye tabir edilebilecek bir monolit[1] kod bloğuydu. Bu yapay zekâ ürünü de bu makarnaya saplanan bir çatal gibiydi. Böyle bir izleme yazılımının yokluğunda, geliştiriciler için canlıda hata didikleme işleri ciddi eforlara sebep oluyordu.

    Aklında hiçbir şey olmasa da Ozan, daha fazla sözü uzatmadan ve istemsizce şu sözü söyleyiverdi:

    Size neler yapabileceğimiz ile ilgili yakın zamanda bir özet dönmeye çalışayım.

    Patron ve dışarıda sekreter ile selamlaştıktan sonra hızlıca garaja inip aracını çalıştırdı. Dış kapıdan çıkarken Necati’nin ellerini iki yana açıp, Hayırdır! der gibi sorduğunu fark etti. Stresi büyüktü; Şu an onunla muhabbet edebilecek durumda değilim. diye içinden geçirdi. Hızlıca camdan bir telefon işareti yaptığında uydurduğu yalandan memnun değildi ama Necati’yi ikna etmişti. Hızlıca garaj kapısını geçip yola koyuldu.

    BİTTER

    Şirkete döndüğünde camdan görebildiği kadarıyla içeride pek kimseler kalmamıştı. Kenan’ı ve Selçuk’u seçebiliyordu. İçeri girdiğinde Kenan’ın ağzında kürdan ile kafasını kaldırdığını gördü. Bir el selamı attıktan sonra depresif Ozan, yeni koltuğuna yayıldı.

    Vay vay vay... diyerek gelen Selçuk’tu. Her zamanki enerjisi ve esprileri ile Yine buradayım. diyordu.

    Koltuğumuza kurulduk şefim... derken o klâsik şefim esprisi tanıdık gelmişti. Kenan gülümsüyor, Ozan da gülümsemeye gayret ediyordu. Yıllardır çalıştığı ekipte çocukluk enerjisini en çok muhafaza edeni Selçuk’tu; işinde de aynı azim ve enerjiyle ilerliyordu. Bugüne kadar hiç iş geciktirmemişti. Üzerinde çalışa çalışa kusursuz hâle getirdiği Muhasebe modülüne bir hata kaydı gelirse, veri hatası olduğu hakkında testçi arkadaşlarıyla iddiaya giriyor, sonra da kazanıyordu.

    Dur la bi... Adam pek de öyle kurulmuş gözükmüyor... Kenan meseleyi hissetmiş, bir terslik olduğunu anlamıştı. Kenan ekibin ağır abisiydi. Kod ile yatıyor, kod ile kalkıyordu. Geceleri bazen şirkette kalıyor, kimsenin çözemediği problemler olursa tek başına boğuşuyordu. Yeni kurulacak bir yazılım kütüphanesi, denenecek bir yenilik, içinden çıkılmayacak bir hata var ise Kenan’ın kahvesi hazır ediliyordu. Anime severliği sayesinde de Ozan’la ortak bir muhabbetleri vardı.

    Yediniz mi bir şeyler? Sahile, mekâna gidelim. Orada anlatayım.

    Git la ceketini al... dedi Kenan Selçuk’a işaret ederek... Tamam la geliyorum diye cevapladı Selçuk.

    İşin ciddiyeti hakkında azıcık ucundan ipucu veren Ozan, meraklıları toplamayı başarmıştı. Amacı bu olmasa da... Nihayetinde 10 yıllık ekip arkadaşlığı ve gelen zaman ayarlı tehdit insanı üzüyordu. Sahile vardıklarında tavla ve menemen isteyip beklemeye koyuldular. Selçuk moralsiz Ozan’ı bir nebze toplayabilmek için tavlayı arkadaşının önüne doğru çekti. Kenan o ara zar tutma muhabbetleri yaparken menemenler geldi.

    Temmuz’a kadar -10 ay içinde- bilmem ne kadar kâr etmezsek dükkânı kapatıyorlar. Ozan bunları derken menemenler yeni gelmişti. Hafif bir öksürük ile Selçuk:

    Oğlum bi ilk lokmayı bi gönderseydik mideye... derken Kenan’a bakıyordu. Son dönemde sporu abartan Kenan’ın sinirlendiğini ikisi de görebiliyordu.

    O kravat-kafanın işi değil mi bu? Kenan’ın gözleri fal taşı gibi açık söylediği bu cümleden sonra, Ozan olanı biteni döktü. Hikâye bittiğinde Ozan’ın tabağı boşalmış, Kenan ve Selçuk’un birer lokma dışında tabakları hâlâ doluydu.

    E yiyin siz de yahu soğutmayın. Konuşan biziz, yemeyen siz... Herhâlde biz bittik demedik adama. Aklımızda bir şeyler var. dedi Ozan. Ama aklında bir şey yoktu; belki sadece arkadaşlarının kısa dönem şokunu hafifletmek için bir şeyler uydurmaya çalışmaktan başka...

    Selçuk Kenan’a dönüp aceleci bir tavırda:

    O zaman unutturma da Japon... Şirkete gidince bi CV’yi güncelleyeyim ilk iş... dediğinde Ozan gülüyor, Kenan ise kafasını sağa sola sallıyordu.

    Sen o kadar sene çalış, karşılığı... Kenan söylenirken Ozan araya girdi:

    Dur abi salma... İşimiz var; sadece şu birkaç günü atlatmak için bana da biraz zaman verin...

    He yahu, adam düğüne gitti, cenaze döndü... dedi Selçuk. Yapıcaz artık bir şeyler...

    Aynen. Siz yine de çok alevlendirmeyin olur mu ortalığı... Şimdi herkes bir telaşa girer falan... dedi Ozan ve son lokmasını tatsız bir keyifle süpürdü.

    Eve döndüğünde yedi yaşındaki heyecanlı Ertuğ, babası Ozan’ın kucağına atlamaya çalışmış; babasının hafif beli ağrısa da Bu çocuk ne kadar ağırlaştı be... derken yine kendini öptürmüştü. Korona döneminde bir sene evde kapalı kalan bu atom çocuk, artık enerjisini saklayamıyordu.

    Baba sana yaptığım sekiz tane resmi göstereyim mi? diyerek meraklı gözlerini kocaman açtı.

    Oğlum az bir içeri geçeyim; sonra bakalım olur mu?

    Ama baba, olsun. Yine de resimlerimi göstermek istiyorum

    Egosunu yönetecek kadar gücü kalmayan Ozan, istemsiz bir parça yüksek tonda:

    Hayır dedim Ertuğ... diyerek oğlunu geri çevirdi.

    Olsun olsun olsun, resimlere bak, resimlere bak... diye çocuk ısrar ettiğinde Ozan’ın aynı ses tonunda amaaaan sesi, karşıdaki çocukta Haaaayıııırr diye uzatmalı bir bağırmayı tetikledi. Şimdi Ertuğ kontrolsüz bir şekilde bağırıyordu. Salgın döneminde arkadaşlarından aylarca uzak kalan çocuğunun böyle ani patlamalar yaşadığını hatırlıyordu ve daha kötüsü Ozan anlamsız bir sinirle, kendine gülerek koşan çocuğu tam tersi bir strese sokmuştu. Oynayan sahne karşısında donuk bakıyorken, anne Cemre mutfaktan yetişti.

    Hadi Ozan! Şu ceketi al da biraz hava al dışarıda, serin iyi gelir... dedi Cemre. Cemre ne zaman Ertuğ’a terapi yapacak olsa, ikisinin de kafası dağılsın diye Ozan’ı bahçeye hava almaya gönderirdi. Sakin bir serinliğin psikiyatrik bir iyileşme aracı olduğunu söylerdi. Cemre’nin sözünü dinleyen Ozan kapıyı açıp çıkarken, Ertuğ’un Gitsin babam dışarıya, gelmesin! dediğini duyduğunda önemsemek veya önemsememek arasında gidip geliyordu. Oysa esas problem belki de geçirdiği günün sıkıntısıydı.

    15 dk. sonra eve döndüğünde Ertuğ ortalıkta yoktu. Uyuttu herhâlde... dedi Ozan ve koltuğa doğru uzandı. Bir süre sonra Cemre yanına gelip:

    Ozan bunu kaç kere konuşacağız?

    Ağlatmama olayını diyorsun...

    Evet, iyi de biliyorsun hatanı...

    Bilmiyorum Cemre, yapamıyorum sanırım; bir şey diyemiyorum. Kafam dağınık çok...

    Demeyeceksin zaten Ozan; sadece başka bir şeye ilgisini çekeceksin. Resimlere bakamıyorsan, ‘Tuvalete gideceğim, yemek yiyeceğim ondan sonra bakalım.’ gibi bir şey diyebilirsin.

    Ama ben sesimi yükselttim. dedi pişmanlıkla Ozan.

    Her zaman olduğu gibi...

    Babalığını ara ara ciddi ciddi sorgulayan Ozan, yine gereksiz bir tartışmanın kapısını açmıştı. Şimdi serzenişler gelecekti.

    Hani madem beni dinlemiyorsun, bari bilim ne diyor onu dinle...

    Bilim? Beklediği bu değildi. Nasıl yani? diye sordu.

    Dinleyecek misin gerçekten? derken Cemre’nin sesi sakinleşiyordu. Kocasının teknik detaydan hoşlandığını biliyordu.

    Tabii ki, madem uzmanı var. Dinleyelim değil mi? derken başının altındaki yastığı doğrulttu.

    Peki o zaman; olay şu: Sekiz yaşında çocuk, kendini ispat çabasında... Bu çok normal bir şey çünkü çocuk mutluluk izleri arıyor; vücut doğası böyle emrediyor.

    Tamam... dedi Ozan.

    Beynindeki serotonin hormonu onu saygı görmeye koşulluyor. Bu sende bende de olan bir şey ama çocuk yaşta daha da belirgin... Ya sen, Ertuğ’a, seni gördüğü ilk anda kızıyorsan ve o beyin o an saygı arıyorsa ne oluyor?

    Yıkım? diye sordu Ozan.

    Yok merak etme... Bir anda yıkılmıyor. Ama kortizol hormonu yayılıyor beyne... Yani stres hormonu... Pekiii.... Saygı beklerken göremediği ve yerine stresi gördüğü anları beyin kaydederse ne oluyor peki? diye sordu Cemre.

    Ozan’ın pek fikri yok gibiydi.

    İşte yıkımın başlangıcı bu izler oluyor... Sana başka bir şey daha anlatayım: Freud ailesinin öğretilerinde, zihnin bir savunma mekanizmasını anlatırken, biz psikiyatri insanları ne örnek veririz biliyor musun?

    Yooo... derken oturur pozisyona geçti. Konu Ozan’ın ilgisini çekiyordu.

    Bir baba işyerinde patronundan azar yediğinde, akşam bu stresini anneye aktarır. Kızar, kötü davranır; her neyse... Bu, babanın beyninin kendini koruması için yaptığı bir savunma hamlesidir der Freud. Yani başkasına aktarır o stresi, bunu yapmak için... dedi Cemre ve devam etti:

    Peki anne ne yapar? Aynı savunma mekanizması annede de var. İlk fırsatta stresini bir başka yere, en yakındakine, çocuğuna atar. Peki çocuk ne yapar biliyor musun?

    Burada bir süre sessiz bir ortam oldu. Ozan hikâyenin vurucu kısmına geldiğini fark ediyordu. Çocuk nereye atar? dedi.

    Hiçbir yere Ozan... Çocukların psikiyatrik dünyası yetişkinler kadar gelişmiş değildir. Bu acı hatıraları büyük yaşlarına kadar saklarlar. Yıkım izleri... Sonra da bir gün bu travmalar kendilerine psikolojik sorunlar olarak döner. İnan bana çalıştığım dönemde bu gibi vakaların sayısını sana sayamam bile...

    Cemre, Ertuğ doğduktan sonra ona bakmak için psikiyatri kliniğini bırakmış ve eve odaklanmıştı. Hızlı bir hayattan sonra evde bir çocuk ve evle pek ilgisi olmayan -uzun mesaici- bir baba ile zor zamanlar geçiriyordu. Yine de psikiyatri onu uzmanı olduğu alanda sertleştirdiği için dayanıklılığı yüksekti; idare edebiliyordu. Telefonunda bir Karadeniz müziği açıp, günün stresini aşabiliyordu.

    Ozan tüm bunları düşünürken, Cemre koltukta yatan hastasına aniden sordu:

    Peki bugün bizim babayı sıkan neydi? Dün akşam terfine sevinmeye başlamıştık. Bugün iptal mi oldu?

    Derin bir puflamadan sonra Ozan olanları anlattı. Cemre sakince dinledi; bir süre sessiz kaldı. Az önce şakıyan bülbül şimdi susuyordu ve Ozan bunun tehlikeli olduğunu biliyordu.

    Yani yine iş değiştireceksin ve yine ev değiştireceğiz büyük ihtimalle; öyle mi?

    Parmaklarını alnında gezdiren Ozan eşinin haklı eleştirisini anlayabiliyordu. Malum altıncı işi ve on senede dört kez ev değiştirmişlerdi. Uzun zamandan sonra Seyahat Ekstra şirketindeki arkadaş grubu ile güzel işler yapmış ve iyi ilişkiler kurmuştu. Şimdi yine eski düzen geri geliyordu. İşin garibi eskiden iş değiştirmeyi çocuk oyuncağı hâline getiren adam kendisini yaşlanmış hissediyordu. Var olan hâlini, konfor alanını korumak istiyordu. Cemre’ye dönüp:

    Bir sene vaktim var ve bu işi kaybetmemek için elimden geleni yapacağım. Özetle bu...

    LEZZETİN KOKUSU

    Sabahın ilk ışıklarında şirkete vardığında yeni koltuğuna oturup oturmamakta kararsızdı. Eski yerine geçip dün kaldığı kodu yazmaya -öylece- devam edebilirdi. Peki ya omzuna binen yük? Yıllardır verdiği emeği düşününce eh, terfisinin biraz tadını çıkarabileceğini düşündü. Tüm gruba kısa bir mesajla bu güzel haberi aktarmış, gece ve sabahında tebrik mesajlarını karşılamıştı. Peki kötü haberleri ne zaman anlatmalıydı?

    Bir süre beklemeye ve iki haber arasına zaman koymaya karar verdi. Şirkete gelenler gıcırtılı giriş kapısını araladıktan sonra hazırladıkları lafları atarak masaya muhabbete geliyordu. Ozan’ın masası artık zam ve prim konusunda kıyak geçilecek arkadaşların hangileri olacağından, duvarları hangi renk boyatacağına dair esprilerle dolmuştu. Yine de içini sıkan dert, her zamanki sosyopat gülümsemesini yapmasını dâhi engelliyordu.

    Sen bizim kadar sevinmedin herhâlde? dedi bir bayan sesi. Ebru ekibe sonradan katılmış yetenekli tek analistleriydi. BT’deki tek analist olmanın gündüzlü geceli çalışmalarda mesaiye kalma ve yığınla iş birimi talebi arasında boğulma gibi yan etkilerinin eseri göz altı torbaları seçilebiliyordu. Yine de tüm bu sıkıntılardan sapasağlam çıkan analistin farklı talepleri vardı ve bu talepler karşılanmıyordu. Bir yerde bunların dile geleceğini Ozan da biliyordu.

    Yok ya... Biraz... Ne bileyim... Güzel bir şey tabii de... Parasal olarak... dediğinde ekip gülüyordu. Hani yapılacak işleri dün konuştuk Serhat Bey’le... Bu kadar maaşa değecek mi göreceğiz.

    Halledersin başkan, kasma yaaa... derken Halil’in sesi rahattı. Halil genç, dinamik arkadaş ve teknoloji kurdu bir profildi. Nerede yeni patlayan bir teknoloji, herhangi bir yazılım veya bir yenilik varsa Halil oradaydı. Ozan bazen Halil’in yanlış yerde çalıştığını, daha iyi yerler hak ettiğini düşünüyordu. Hatta birkaç kez bu konudaki fikrini ona açmış, daha iyi bir yere gitmesini defalarca telkin etmişti.

    Sağolun... Bakıcaz artık. Tabağımıza ne düşmüş göreceğiz... diyerek Ozan, kutlamaları sonlandırıyordu.

    Kimisi masasına kimisi dış kapıda poğaça-çay muhabbetine ayrıldığında artık ortalık dağılmıştı. Ozan’ın telefonuna eski ekibin sohbet grubundan bir mesaj geldi:

    N’aber yazılım kurtları? Bu akşam İstanbul’a geliyorum. Bi yemeklik vaktiniz var mı?

    Yüzü güldü. Mesajı atan eski ekip arkadaşı Barbi idi. Ona bu lakabı, havalı saçını ilk gördüğünde Kenan takmıştı. Barbi üç sene kadar ekiple çalıştıktan sonra, analiz işini bırakmış ve ailesinden kalan çay fabrikasını yönetmek için Karadeniz’e dönmüştü. Artık bir patrondu; masanın karşı tarafında yer alıyordu.

    Ekibin mutlu mesajları ve karşılıklarından sonra Beşiktaş’ta bir mekânda yemek ayarlandı. Beşiktaş tercih edilmişti çünkü yakındı; Kabataş-Beşiktaş arası mesafeyi yürüyerek, sohbet ederek ve hava alarak geçirmek ekibe iyi geliyordu. Ara ara bunu yapıyorlardı.

    Ogünün gündüz vaktinde bir ara:

    Arkadaşlar bir dakika toplanabilir miyiz? dedi Ozan; hafif yüksek tonda ve çekingen bir sesle...

    Koş la Kenan, aksiyon var. derken Kenan Selçuk’un esprisine kafa sallıyordu. Selçuk ısrar edip, kaş göz hareketi yapınca Kenan konunun ne olduğunu anladı. Haa tamam... deyip ekibe ayrıca seslendi. Hadi hadi, kalkın haydi... Kenan’ın desteğini almak Ozan için ilk gün önemliydi. Otorite kurmak kolay iş değildi; malum herkes şaşkın bakıyordu.

    Ekip toplandığında Ozan birkaç saattir hazırladığı cümleleri dökmek üzereydi:

    Arkadaşlar dün biliyorsunuz Serhat Bey’in yanındaydım ve aramızda uzunca bir konuşma geçti. Kutlama kısmını geçeceğim; aynı zamanda bir aksiyon planı ve bu planın sonunda olabilecekler ile ilgili de konuştuk.

    Vay vay vay... Hayırdır ne aksiyonu geç kalmadım değil mi? derken kapıdan saat 10:00 gibi giren Selman’dı. Gece geç saatlere kadar mesaiye kalıp sabahı geciktiriyor ama bunu herkes hoş karşılıyordu.

    Gel gel abi, yok yeni başlamıştık. Olayı evirip çevirmeyeceğim; direkt giricem konuya. Barbi’nin yemekten sonra söyleyecektim ama bilemedim belki dertleşmek için de Barbi bir fırsat olabilir gibi geldi. Olay şu:

    Millet merakla beklerken, Ozan eziliyordu:

    Temmuz ayı sonunda, şirketin iki kat kâr etmesi bekleniyor. Aradan dört-beş saniye geçtikten sonra Kenan:

    Olmadığı koşulda?

    Ozan içinden teşekkür ediyordu:

    Dükkânı kapatma riskimiz var. dedi. Şaşırmalar, yarım ağız konuşmalar, fısıltılar duyulurken, ortamda Cemre’nin bahsettiği kortizolün yükseldiğini anlayabiliyordu. Çözüm neydi, ilgiyi başka bir noktaya çekmek mi?

    Bu kısımla ilgili aksiyon bende. Biraz mali işlere girerek, iş birimleri ile görüşerek, neler yapabileceğimize bakacağız. Bir yolunu bulacağız.

    Son cümleyi söylediğinde arkadaşları biraz sessizleşmişti. Bir yolunu bulacağız da Ozan’ın motto cümlesiydi. Kriz zamanlarında, içinden çıkılmaz hatalarda Kenan gibi o da devreye giriyor ve bu cümleyi kullandığı vakalardan sabaha kadar çözmeden çıkmıyordu. Her ne kadar bu sabahlamalar evli bir adam için evinde küçük krizlere sebep olsa da işini bitirip teslim etmesi onda bir başarı izi bırakıyordu.

    Sorular bitip toplantı dağıldığında herkes yerine geçmedi. Bir kısmı dışarıda konuyu tartışıyor; bir kısmı içeride havaya soru işaretleri bırakıyordu. Diyaloglar arasında CV kelimesi geçtiğini Ozan duyabiliyordu. İyi mi yaptı kötü mü emin değildi ama gerçeği saklayamazdı. Bunca senenin hatırına...

    Kabataş-Beşiktaş yolu yürüyüşünün varış noktası Beşiktaş, akşam vakti cıvıl cıvıl insan kaynıyordu. Ekip kalabalığı yarıp mekâna girdikten sonra, Barbi’nin erken geldiğini ve bir süredir kendilerini beklediğini gördü. Zengin giyimli genç iş adamı kahvesini bırakıp ayağa kalktı; herkesle sarılıp selamlaştıktan sonra sıra Ozan’a geldiğinde:

    Tebrikler kardeşim. Patron kısmısına hoş geldin...

    Çok hoş gelmedik ama esas sen hoş geldin... Hayırdır hangi rüzgâr attı? dedi Ozan.

    Burada bize bağlı satış şubeleri var. Bi gelip denetlemek gerekiyordu. Gelmişken size de uğrayayım dedim. Yarın sabah dönüyorum.

    İyi bakalım. Sen de hoş geldin, hatta tam zamanında geldin.

    Yemek faslı muhabbetle geçti. Eski anılar canlanıyordu; Barbi’nin Kenan’la yaptığı bilek güreşleri, kızdıran esprilerin sonucunda Kenan’ın Barbi’yi şirkette birkaç tur kovalaması ekip için eğlenceli zamanlardı.

    Hayırdır! dedi Barbi. Niye hoş gelmedik dedin Ozan Bey? O sözüne takıldım. Bi sorun mu var? Barbi herkesin yüzünde benzer oranda hoşnutsuzluğu fark ediyordu. Gece şirkette miydiniz nedir?

    Ozan detayı ve iş durumunu anlattı. Bulundukları Eylül ayından bir sonraki Temmuz’a kadar kendilerini neyin beklediğinden bahsetti. Anlatım bittiğinde Barbi boğazını temizleyip, iki elini açarak:

    Bir yerde bu olacaktı ama değil mi? Doğruya doğru... dedi. Masa bir an buz kesti.

    Doğru da böyle pat diye olmaz değil mi? İlk iş milleti işten çıkarmak mı? derken Kenan serzeniyordu.

    Oğlum eğriye eğri, doğruya doğru... Adam para yapmıyorsa kapatacak dükkânı... dedi Barbi.

    Bak bak patron olunca böyle tabii... Selçuk yine araya iğnesini sokuşturmuştu.

    La yok oğlum ya... Ne alaka... Biz de kimseyi çıkarmıyoruz. Ama iş kıymet meselesi... Adam yatırım yapıyor; işine gelirse tamam diyor. Her halükârda size bir sene süre vermiş.

    Pes yani... diyen Ebru'ydu.

    Aynen biraz süremiz var. Bakalım neler yapabileceğiz Ozan araya girerek depresif konuyu dağıtmaya çalışıyordu. Sıkıntısını saklamakta zorlanıyordu.

    Hiç dağıtma konuyu Ozan’cım. Burada cidden açık konuşayım mı, darılmak kırılmak yok ama? dedi Barbi.

    Tabii buyur... dedi Ozan. Ne kaybederdi ki? İçinden derin bir of çekiyordu.

    Bak şu an gerçek bir üretim bandındayım; işin her aşamasını gözlemliyorum. İşin garibi sizin ve benim geçmiş seneler yaptığımız bu yazılım işi de bi üretim bandı gibi... Ama bir fark var...

    Ve işte o fark... dedi Selman. Bunu söylerken sinema fragmanlarının girişindeki karizma ses tonu ile söylediğinde ekibi güldürebilmişti.

    Şımarıksınız. Alın söyledim; açık ve net...

    Bak bak bak... deyip Kenan devam etti: Biri yine kovalanmak istiyor...

    Yok her sabah koşuyorum Trabzon sahilde. Beni yakalayamazsın da o başka bir konu. Harbi şımarıksınız. Israrla deyip durdukça Ozan araya girme ihtiyacı hissetti. Açıkçası samimi bir açıklama ise hoşuna gideceğini hissediyordu:

    Açıklasana biraz; neden böyle...

    Şöyle sevgili çömez yönetici kardeşim... dedi Barbi. Müşteriniz var küfrediyor; siz ise altınızda bir yay varmış gibi, tavşan gibi sürekli, yok o teknoloji yok bu teknoloji... müşteriye kattığınız değer hiç ortada yokmuş gibi... sanki tüm yazılımcılar çoooook özeeeel bir sektörsünüz de müşteri konusunda size tolerans geçilmiş gibi bir havalardasınız. Japon ekonomik devriminin size pek uğradığı yok yani özetle...

    Neymiş ya o ekono-devrim, bi anlat bakalım genç... Bunu gülerek söyleyen Cemal’di. Kendisi sanal para ve bitcoin uzmanı olduğu kadar pazarlama yeteneği de yüksek bir arkadaştı. Etrafındaki herkes yazılım işini boşuna yaptığını söylüyordu. Cemal’in masasının yakınından geçenler bir tablette sürekli olarak borsa ve döviz verilerinin aktığını görebiliyordu.

    Japon kalite devrimi de diyebiliriz. dedi Barbi. "Günün sonunda bir işin yapılabilmesinin tek değerinin insana hizmet olduğu gerçeği... Toplam Kalite Yönetimi ve Toplum 5.0’a götüren değer zincirinden bahsediyorum." dedi ve bir su içmek için ara verdi. Ozan’ın ilgisini çekmişti. Barbi devam etti:

    Sonuç ne peki? Kötü olan hizmet sadece bizim kıytırık seyahat yazılımı mı? Hiç IT’deki başarısızlık oranlarına baktınız mı? Durun ben söyleyeyim: tüm projelerde %70 başarısızlık oranı. Detay ister misiniz? dediğinde karşısında odaklanan Ozan başını onaylarcasına hareket ettirdi.

    Tüm Çevik, DevOps ve Dijital dönüşümlerde 70 ile 90 arasında başarısızlık oranı... Bu sizce de biraz vahim değil mi arkadaşlar? dedi Barbi.

    Ozan düşünüyordu. İstatistik sıkla tekrarlanan bu verilerde açıkça sıkıntıyı belli ediyordu. Barbi’nin bu tespiti yapabilmesini ise Ozan, Endüstri Mühendisliği okumasına bağlamıştı.

    Peki ne önerirsin? Sayılara hiçbir itirazım yok. Ortada gözüken tam bir çöp; onda hemfikirim. diye Ozan sordu.

    Ben değil ama başka biri önerebilir. Gündüz Ebru ile telefonda konuşurken mevzuyu biraz anlattı. Aslında bu dükkân kapatma mevzusunu biliyordum. Sizden dinleyeyim dedim; hazırlıklı geldim. dedi Barbi. Ozan ve Kenan birbirine bakarak gülümsüyordu. Cümlelerin devamını bekledi:

    Tabii önerimizi taze müdürümüz Ozan Bey de uygun görürse... Barbi’ye hızlıca cevap verdi Ozan:

    Şu an her teklife açığım abi... İnanın çaktırmıyorum ama kafam bomboş...

    Yoo, biz gayet görebiliyoruz o boşluğu. dediğinde Selçuk yine iğneliyordu ve ekipte herkes gülüyordu.

    Sana önereceğim kişi sıradan biri değil. Hem benim üniversitede ders aldığım bir hocam hem de global bir danışman; kurtardığı onlarca firma var. IT tarafında çok çalışıp çalışmadığını bilmiyorum ama söz konusu herhangi bir şirket veya herhangi bir üretim bandı ise, bu amca yerli yabancı birçok düşeni ayağa kaldırmış bir usta... İsmi Yalın. Sana numarasını vereyim, bir bak bakalım. Randevu falan alırsın arayıp, adam dolu olabilir. Öğrencisi çok malum... Bu arada...  Okulda lakabı kaplumbağa idi.

    Değişik lakap... diyerek Ozan telefonu ve adresi aldı. İşe yarayıp yaramayacağı ile ilgili en ufak bir fikri bile yoktu. İşinden başka kaybedecek bir şey de yoktu.

    Tabii işe yararsa bana ve ekibe borçlu olacaksın. Trabzon’da mekânımızda herkese pide...

    Barbi’nin bahsettiği yer Karadeniz’de Buzlu Pide adında ünlü bir pide restoranıydı. Buz kelimesinin hikmeti sorulduğunda, kendisi klasik açıklamayı yapardı: Etini bir gün önceden soğanla bekletince iş buzlu oluyordu; bu şekilde tok karınlara bile pide yedirtebilen usta, Barbi'nin ağzından düşmezdi. Bu davetle eski dostları, Karadeniz’e davet ediyordu.

    Ne demek... Bir çare bulalım da bütün pideler benden olsun.

    Ç ay getirmedin mi la , o kadar üretip satıyosun da? Selman araya girdi.

    Getirdim la getirdim, arabanın arkasında... Çakma çayları içmeyin öyle; hakiki kavruk ve birinci kalite... Lazım olunca söyleyin. Ama biri çıkarken gelsin de ona vereyim. Kaçıcam buradan uçak var, şirkete uğrayamam ben... dedi Barbi. Kenan Tipe bak! diyordu.

    Ben şirkete geçicem, Ozan sen de geçeceksen beraber gidelim. dedi Kenan. Ozan da başıyla onayladı. Hiç hevesi yoktu ama yine garip bir sorumluluk perdesi üstüne üstüne geliyordu.

    Yemek bittiğinde herkes Barbi ile vedalaştıktan sonra, Kenan ve Ozan ellerinde poşetlerle şirketin yolunu tuttu. Yol boyunca anime geyiği yaptıktan sonra Kenan araya girdi:

    Sevimli bi konu değil ama söyleyeyim. Bu ara herkes CV doldurma peşinde... Barbi’nin anlattıkları işe yarar mıdır yoksa sallıyor mu bilmiyorum ama bir şeyler lazım hacım... Tamam ekip sağlam, geçmişimiz var ama bir yerden sonra fırsatı bulan kaçar söyleyeyim.

    Farkındayım Kenan. Bakalım şu adamı bir arayayım. Ne çıkar göreceğiz... Sağ olasın.

    ENSTİTÜ

    Barbi’nin verdiği numarayı hemen ertesi günün sabahında aramış, ne şanslı ki sekreter Ozan’a birkaç saat sonrası için randevu vermişti. Sarıyer sahilde bir otoparka aracını park ettikten sonra cep telefonunun navigasyonuyla mekânı buldu. Tabelada Kaplumbağa Enstitüsü yazıyordu. Lakabını koruyor demek ki! dedi sabah serininde.

    Zili çaldı. Kapıya çıkan yardımcı, Ozan’ı holden geçirdikten sonra, her tarafı kitaplar, çizimler ve Latin harflerle yazılmış Japonca kelimelerle dolu tahtanın olduğu bir odaya götürdü. İçeceği çay olarak seçen Ozan beklemeye koyuldu. Birkaç dakika sonra odaya 80’li yaşlarda bir kişi girdi.

    Yalın Bey? diyerek Ozan sordu.

    Hoş geldin genç dostum... Sen Ozan olmalısın! dedi.

    Evet hocam, nasılsınız?

    Biz iyiyiz, esas seni sormalı... Anlattıklarına göre pek iyi değilmişsin diyor kuşlar?

    Evet, sanırım Barbaros bahsetti biraz. Durum kötü ama siz yardım edebilirmişsiniz, sizi çok övdü.

    Sağ olsun sağ olsun... Sevdiğim bir öğrenciydi; kafası basıyordu. Şimdi de onu kullanıyor. Bakalım göreceğiz ahvalini...

    Koltuğuna geçerken yaşını pek belli etmeyecek şekilde hareketli duruyordu. Parmağıyla masanın Ozan’a yakınlarında bir şeyi işaret ederek:

    Yalnız ezme onu olur mu? dedi Yalın.

    Neyi? derken elini masaya koyduğu yerde bir hareketlenme gören Ozan birden sıçradı. Küçük bir yavru kaplumbağaya sürtünmüş, bir refleksle elini geri çekmişti.

    Çok pardon, göremedim. derken telaşlıydı. Anlık keyfi yine bir kaplumbağa tarafından kesilmişti.

    Sıkıntı yapma; kabukları senden dayanıklıdır onların.

    Bugünlerde gördüğüm kaplumbağa sıklığında ciddi bir artış var. derken hafif ter basıyordu Ozan’ı. İlk dakikada bir sakarlık golü atma ihtimali bile azıcık stres vermişti.

    Bu kaplumbağaların en büyük özelliği nedir biliyor musun Ozan’cım? diye Yalın kibarca sordu.

    Kafasını hafifçe sola sağa sallayan acemiye anlatmaya devam etti:

    Hayatın dokunduğu canlılardır.

    Hayata dokunan diye bir şey duymuştum ama tersini ilk kez duydum. Tam olarak neye karşılık geliyor?

    Direkt olarak kelimenin taşıdığı anlama... Yani tecrübeye. Ama ağır, yavaş bir tecrübeye... Malum çok atik hayvan değil kendileri. dediğinde Ozan hafifçe gülümsedi. Yalın devam etti:

    Hayatı bu kadar yavaş yaşamasının kendisine getirdiği en büyük fayda, tüm yavaş tecrübelerin onun en ince kılcallarına kadar dokunması. Hissedecek, görecek, duyacak yeterince zamanı var yani...

    Yalın, masanın üzerindeki kalem kutusundan bir nesneyi alıp kaplumbağanın sert kabuğunun üzerine hafifçe yapıştırdı. Bu küçük ağaç figürü altındaki yapışkanla kabuğun üstüne tutunduğunda kaplumbağa taşıdığı ağaçla birkaç adım ileri attı. Görüntü Ozan'ı gülümsetmişti.

    Nedir bu? diye sordu. 

    Kudretli bir meyve ağacı... Ve bu ağacı en iyi, kaplumbağa yetenekleri büyütebiliyor. Yere yakın bu arkadaşımızın yetenekleri... derken Yalın kaplumbağayı işaret ediyordu.

    kara kalem içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

    Bir metafor zinciri gelmek üzereydi. Ozan sinir sisteminin tüm dikkat kapılarını açmıştı.

    Bu kadar yere yakın olmanın getirdiği bir şey var biliyor musun? Toprağa yakın bir kaplumbağa bir ağacın tüm gençliğini, büyümesini saniye saniye seyredebilir. Küçük bir fidandan gövdesi büyüyene kadar, çimlerin hışırtısını, gelen böceklerin ayak seslerini, toprağın altından geçen suyu ve rüzgârın yapraklardaki dalgasını hep bu toprak seviyesinden dinleyebilir kaplumbağalar. Gövdeyi de izler, yaprakları da; yapraklara konan kuşları da, en son ağacının meyvesinden tadan insanları da... Kendileri tatmaya niyetlenmez pek; kaplumbağaların incir yediği pek görülmez.

    Demek meyvemiz incir... Güzel benzetmeler var; çok iyi ama henüz tam nereye bağlayacağımı keşfedemedim. dedi Ozan, dizlerini tutarak.

    Sakin ol evlat. Önce temelden fidanla başlamak lazım, fidana da bir erdem lazım. Bu hızlı tavşan neslinde sakinlik aramak, hele de İstanbul gibi bir şehirde pek mümkün olmuyor bu günlerde. diyerek Usta masadaki pasta-börek dolu tabağı Ozan’a doğru uzattı. Tavşana benzetilmek Ozan’ı biraz şaşırtmıştı.

    Al bakalım, çayın yanında kurabiyemiz de var. Açsan başka bir şey de söyleriz.

    Sağ olun Yalın Hocam, gelmeden yemiştim bir şeyler. Toprak ve fidan diyordunuz?

    Güzel. Yani cümlelerimden sık kullanılan kelimeleri seçebiliyorsun. Bu bir zekâ işareti...

    Derken Ozan da bir parça gülümsemişti. Yalın Usta devam etti:

    Toprağa yakın olmak gerekli bir erdemdir Ozan. Her kaplumbağanın, her ustanın, her yöneticinin her gün yapması gereken bir ödev gibi... Çünkü bütün yeşillik bu toprağın üzerine kurulu. Meyveyi veren ağaç da onun üzerinde, üzerinde zıplayan kuzucuklar da... Ne yazık ki sizinkiler bu erdemi çok çabuk unutabiliyor.

    Sizinkiler derken, bizim sektörü kastediyorsunuz sanırım?

    Evet öyle...

    Topraktan kasıt nedir burada? diye sordu Ozan.

    Müsaitsen bunu zamanla anlayalım derim. Sana uyarsa... Sizdeki toprağı görebilmek için ofisinizde bir on gün geçirsem ve sizi izlesem senin için sorun olur mu?

    Ozan bir süre düşündü. Bir

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1