Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Direnişten Komüne Gezi
Direnişten Komüne Gezi
Direnişten Komüne Gezi
Ebook387 pages4 hours

Direnişten Komüne Gezi

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Gezi, tarihe geçerek bitmesine rağmen egemenler açısından hala korku kaynağı olmaya devam ediyor. Nerede bir eylem ve başkaldırı görülse ikinci bir Gezi mi doğuyor diye düşünüyorlar, davalar hala sürüyor. Gezi, arkasında bir çok tartışma ve anı bıraktı. Bu çalışma, birçok katılımcının katkısıyla tarihe bir not düşüyor, Gezi'yi bize tekrar anlatıyor, Gezi'yi tekrar çözümlüyor. "Çünkü o karnavalesk günleri tekrar hatırlamak hepimize iyi gelecek..."

Bu çalışmaya, yazılarıyla Leyla Alp, İnönü Alpat, Savaş Çoban, Ulaş Başar Gezgin, Ayşe Hür, Zeynep Özge Iğdır, Şaban İba, Nejla Kurul, Baskın Oran, Seyfi Öngider, Melih Pakdemir, Şafak Pavey, Erkan Saka, Mahir Sayın, Can Semercioğlu, Semra Somersan, Mustafa Sönmez, Ece Temelkuran, Şevket Uyanık, Sarphan Uzunoğlu, Metin Yeğin ve Gün Zileli katkıda bulunmuştur.

LanguageTürkçe
Release dateApr 6, 2021
ISBN9781927893777
Direnişten Komüne Gezi

Related to Direnişten Komüne Gezi

Related ebooks

Reviews for Direnişten Komüne Gezi

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Direnişten Komüne Gezi - Savaş Çoban

    İkinci Baskıya Sunuş

    Gezi Direnişi, tarihe geçerek bitmesine rağmen egemenler açısından hala korku kaynağı olmaya devam ediyor. Nerede bir eylem ve başkaldırı görülse ikinci bir Gezi mi doğuyor diye düşünüyorlar. Gezi Direnişi davaları hala sürüyor, Osman Kavala hala bu nedenle tutuklu.

    Gezi Direnişi arkasında bir çok tartışma ve anı bıraktı ve bunlar hem devrimciler hem de sivil toplum kuruluşları ile toplumun kendisi için öğretici oldu. Bu anlamda tarihe bir not düşmek için çok değerli katılımcıların yazılarıyla derlediğimiz Direnişten Komüne Gezinin ikinci baskısını yapmak gerektiğini düşündük.

    Çünkü o karnavalesk günleri tekrar hatırlamak hepimize iyi gelecek…

    Savaş Çoban, 2021

    Giriş

    … bir hayalet dolaştı sanki Taksim'de gezi parkında…

    Siyasal İslam'ın kapitalizmle, emperyalizmle hiçbir sorunu yoktur. Kapitalist sisteme karşı hiçbir itirazları ya da sisteme alternatif bir önerileri yoktur. Türkiye’de olsun dünyada olsun ister ‘ılımlı’ ister ‘radikal’ İslamcılar kapitalist sisteme itirazda bulunmamakta ve bu sistemi kendilerine en yakın sistem olarak görmektedir. Şeriatla yönetilen birçok Arap devleti ABD ile müttefiktir, ondan silah almakta, dolarla iş yapmakta ve petrol fiyatları konusunda onun belirleyici olmasına itiraz etmemektedir. Diğer tarafta ‘ılımlı’ olanlar ise kapitalist sistemin nimetlerinden sonuna kadar faydalanmaktadır. ABD onlar için dost ve müttefik bir ülkedir. Bu anlamda ABD Yeşil Kuşak Projesini başarıyla uygulamıştır ve gelişen yeni durumlara göre revize ettiği bu projeyi uygulamaya devam etmektedir. Beklemediği ve istemediği sonuçlar ortaya çıktığında tecrübelerine dayanarak bu yeni durumları kendi lehine çevirme konusunda başarılı bir performans sergilemektedir. Arap İsyanları ve sonrasında yaşananlar bu anlamıyla çok öğretici örnekler olarak karşımızda durmaktadır.

    Türkiye’de 1950'lerden başlayarak günümüze kadar gelen bir süreç içinde devlet, Siyasal İslam’ın gelişip güçlenmesine yardımcı olmuştur. Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde sol kesime, azınlıklara ve Kürtlere karşı geliştirilen Türk-İslam Sentezi'ne dayanan politikalar, siyasal İslam’ın hızla gelişip güçlenmesine yol açmıştır. Bu süreçte İslami sermaye, sermaye transferleriyle politik faaliyetinin desteğini oluşturan önemli ekonomik yatırımlar gerçekleştirmiştir. İdeolojik yönelimini devlet ve toplum hayatının bütün alanlarına sokan siyasal İslam, dinin toplumsal etkisinden de olağanüstü derecede yararlanarak, siyasette önemli bir güç olmuştur. Siyasal İslam’ın gücü devlet, toplum ve siyaset ilişkilerinden, yani sistemin kendisinden kaynaklanmaktadır.

    Siyasal İslam ve onun ortaya çıkardığı son liderin insanların yaşamlarının her alanına karışması, tüm doğal alanları siyasal İslamcı/ liberal vs. kapitalistlerin kullanımına açması ve kendisine oy vermeyen herkesi düşman gören tutumları toplumsal anlamda bir yarılma yarattı. Bu yarılma 31 Mayıs’ta Gezi Parkı’ndaki ağaçları korumaya çalışan bir avuç çevrecinin acımasızca polis saldırısına uğramasıyla bir isyana dönüştü. Önce İstanbul sonra neredeyse tüm Türkiye günlerce sokaklarda bir direniş destanı yarattı. Tüm bu direnişin adı Taksim’deki bir parktan aldı adını ‘Gezi Direnişi’. Polis, Taksim’den çekildikten sonra Gezi’de çadırlar kuruldu ve bir yaşam başladı, kimilerinin ‘Şirinler Köyü’ne benzettiği bir yaşam. Yani Gezi Komünü kuruldu devrimcilerin ideolojik öncülüğünde ve onlarca yıl sonra Paris Komünü’nden…

    Gezi Direnişi ile birlikte Türkiye’de Paris Komünü’nden sonra en büyük komün olan Gezi Komünü yaratılmış ve 9 gün yaşamıştır. Bu anlamda başka bir dünyanın mümkün olduğu ve özünde tüm insanların komünist yaşam şekline hazır olduğu yaşanan deneyimle kendini ortaya koymuştur. Gezi Komünü içindeki bir eylemci Gezi konusundaki görüşlerini Paris Komünü’ne gönderme yaparak yanıtlamıştır. Eylemcinin bu düşüncesine temel teşkil eden ve bu düşüncesiyle paralellik arz eden şey, Gezi Parkı eylemleriyle İstanbul dışındaki eylemler arasında kurduğu ilişkidir. Bu ilişkiyi eylemci Paris Komünü’ne atıf yaparak açıklamaktadır. Eylemciye göre Gezi Parkı içerisinde kurulan çadırlar, orada eylemler süresince tesis edilen sosyal sistem, sosyalizmin minyatür bir provası gibidir. Ona göre Gezi Parkı’ndaki bu atmosferi gören herkes, sosyalizmin uygulanabilirliği hakkında umut sahibi olacaktır. (Ete ve Taştan 2013:72) Gezi Direnişi sınıfsal anlamda ortaya çıkmış ya da devrimci bir partinin örgütlediği bir direniş değildi. Kendiliğinden bir hareket olarak başlayan Gezi Parkı direnişi, içerisinde çeşitli mücadele deneyimlerini de barındıran geniş yığınların isyanına dönüştü. Ücretli kölelik düzeni olarak kapitalizmin küçük bir azınlığın büyük yığınlar üzerindeki yönetimi olması, toplumun küçük bir azınlığına tekabül eden burjuvazinin devlet aygıtını elinde bulundurması, iktidarını rıza ve baskıya dayanarak sürdürmesi ile birlikte, ezilenlerin, sömürülenlerin sisteme ve devlete karşı tepkileri birbirlerinden kopuk ve sınırlıydı. (Kurtuluş SD 2013:15) Ancak yaşanan deneyimler açısından bakıldığında birçok açıdan öğretici bir deneyim ve direniş mirası bırakarak tarihteki yerini aldı.

    Gezi Komünü’nü, Paris Komünü deneyiminin de ışığında değerlendirirsek bu topraklar Şeyh Bedreddin’in direnişinden bu yana ilk defa tüm halkların, tüm inanışların birlikte hareket ettiği bir başkaldırıya sahne olmuştur. Başka bir yaşamın, başka bir dünyanın mümkün olduğunu Türkiye'ye ve tüm dünyaya göstermiştir.

    Sırada ise Kobane var. Kobane'de büyük direnişin ve zaferin ardından komünler oluşturma kararı alındı. İlk komün oluşturuldu. İnsanlığın, yaşamın geleceği komünlerde...

    Direnişten Komüne Gezi adı altında direnişten komüne ve son olarak işgal evleri örneği üzerinden Gezi'nin farklı yönlerini ele aldığımız bu çalışmaya yazılarıyla destek veren tüm siyasetçi, gazeteci, yazar, akademisyen ve aktivistlere gönülden teşekkür ediyorum.

    Savaş Çoban

    İstanbul, 2015

    Kaynakça

    Ete, Hatem. ve Coşkun Taştan. (2013) Kurgu İle Gerçeklik Arasinda Gezi Eylemleri, İstanbul, SETA Vakfı Yayınları

    Kurtuluş Sosyalist Dergi. (2013) Gezi Direnişi ile Erdoğan’ın Yıkılan Hayalleri, İstanbul, Kurtuluş Sosyalist Dergi Yayınları

    Önsöz Yerine - 1871 ve 2013

    Semra Somersan

    Bir son ve bir başlangıç:

    143 yıl + bir gün. 18 Mart 1871’de başlayan Paris Komünü’nün son günü: 28 Mayıs. Yarın 143. yılı. Bu, ikinci Paris Komünü 71 gün sürmüştü (ilki 1790larda).

    Yine yarın, ama bir başlangıcın yıldönümü:

    Bir yıl önce 28 Mayıs’ı 29’una bağlayan gece- sabaha karşı İstanbul... Yeşil- özgür bir kent ve kamu mekânlarını ilgilendiren kararlarda katılımcılık amaçlayanlar için hayati, Taksim Gezi Parkı’nı inşaattan kurtarmak üzere dayanışmanın birinci yıldönümü.

    1871 Komünü’nün umudunu ise Enternasyonal ve 6. Arondizman’dan¹ Komün üyesi Eugène Varlin şöyle açıklayacaktı:

    Biz ... gerçek belediyesel özgürlükler, vali denetimindeki polisin bastırılması, Ulusal Muhafızların kendi liderlerini seçmesi ve yeniden kendisi tarafından yapılandırılmasını, Cumhur’un yasal Hükümet olarak ilanını, bu süreçte kira ödemelerinden vazgeçilmesini, ödenmemiş borçların hukuka uygun ve eşitlikçi olarak yeniden yapılandırılmasını ve Paris toprağının orduya yasaklanmasını istiyoruz. (Lissagaray, s.79)

    Taksim Dayanışması’nın gece- sabaha karşı Gezi Parkı’ndaki asırlık ağaçlara bedenleriyle sarılarak kesilmesini, kent meydanındaki tek yeşil alanda Belediye’nin ağaç katliamını engellemeye çalıştığı gün. Akşam olmadan, Gezi sembol hâline gelmiş, talepler Türkiye sathına yayılmaya başlamıştı.

    Lyon, Toulouse gibi kentlerdeki komünler hafta geçmeden tarumar edildi. Marsilya ve Narbon’dakiler ise az daha uzun yaşadı. Paris ise 71 gün direndi.

    Polis kayıtlarına göre Gezi Parkı olayları yurt çapında, 2,5 milyon kişinin katılımı ile 112 gün sürdü. Ama Başbakan, 14 Haziran’da Gezi elçileri ve dayanışanları ile yaptığı müzakereden sonra müdahale sinyali verince Taksim Dayanışması üyelerinin ortak kararı, direnişin, sadece Taksim Dayanışması çadırında sürdürülmesi, park ve çevresindeki diğer çadırların, flamaların ve bayrakların indirilmesi oldu.

    Aynı gün saat 16:00’ya geldiğinde Taksim Platformu haricindeki flamalar- bayraklar indirilmiş, barikatlar temizlenmişti; her ne kadar bu polis biber gazı saldırılarını tomalardan pompalanan kimyasal kırmızı sulamaları önlemediyse de.

    Gezi’nin kamu tarafından bizzat ve somut olarak sahiplenilmesi de, böylece, 15 Haziran günü sona erdi. Türkiye’yi can damarından, tek nefes tutan Gezi için yurt çapında dayanışma aylarca devam etti ise de, somut Gezi Dayanışması iki hafta + iki günlük bir süreçti.

    Gezi, cennet günlerini 3-4 Haziran, Başbakan’ın Fas gezisi sırasında yaşadı. Çoluk- çocuk çayırında oynadı, salıncak beşiklerinde ninnilendi. Gençler kitap okur belki mışıl uyurken, yeni doğmuş bebekler annelerinin çadırında meme emdi.

    Gezi’de de bir tür komün de kuruldu. Bedava yiyecek su dağıtıldı. Kütüphanesi kitap bağışlarıyla zenginleşti, mekânına sığamadı. Orada kalamayan yaşlılar da her gün meyve- su ve yemeklerle kalanları besledi, onlarla dans etti, halay çekti.

    Yüz kırk iki yıl arayla iki sahiplenme sürecinde çoğu günler mutlu- gergin ve Saray/ Belediye- Valilik saldırıları ile geçti.

    Ama Versay (Saray) Paris’e 18 km... Paris gerçek sahiplerinin elinde iken, aristokratlar ve Seçkinler Parlamentosu, hatta ordusu bile oraya sığınmıştı.

    Polisin ölümcül donanımı ise hemen şuracıkta Meydan’da bekliyor, ânında göz mesafesinde, insanları biber gazı fişekleri ve kimyasal sularla yıkıyor, kimi yüzleri dümdüz ediyor, gözleri deliyor, beyinleri parçalıyordu.

    143 yıl önce 28 Mayıs gece karanlığında Saray’ın ordusu, halkın ve Ulusal Muhafızların koruduğu Paris’e girdi, barikatları indirdi, yoksul evlerinde, sokakta, kimi bulduysa ezdi geçti.

    Komün üyeleri ile barikatları tutanları özel cezalar bekliyordu. Yakalandığı anda öldürme, toplu kurşuna dizme, sürgün, hapis ve yargılamalar, Prosper- Olivier Lissagaray 1871 Paris Komünü’nün Tarihi kitabını 1876’da tamamladığında hâlâ bitmemişti.

    Gezi yargılamaları devam ediyor, Dayanışması ise sekiz ölümle sürüyor; çünkü ölenler unutulmuyor.

    Notlar

    Bu yazı 25.05.2014 tarihinde Taraf gazetesinde yayınlanmıştır.

    Antik Tiyatro Gezi Konuşması

    Şafak Pavey

    Antik Yunan tiyatrosundayım ve ben bir Türk’üm.  Bu heyecan verici bir birleşim… Her şey yolundaymış gibi yapsak da geçmişimiz sorunlu. Ama kimin değil ki!

    Lokumu önce kim buldu? Yoğurt hangimizin atasından miras? Cevaplarımızın hayatlarımızı belirleyici önemi yok. Lokumun Harry Poter’ın tatlısı ya da yoğurdun küresel obeziteye karşı en güçlü besin olarak bizi buluşturması çok daha değerli.

    Çünkü ben parçalanmış bir toplumdan geliyorum. Parçalanmışlığı Gezi gösterileri ile gözler önüne serilen bir toplumdan..

    Oysa kültür olarak tek bir birlik olmaya oldukça değer veririz. Uluslararası markamız bile Avrupa ile Asya’nın köprüsü olmaktır. Kıtaları birleştirirken, kendi aramızdaki derin uçurumlar için henüz köprümüzü bulamadık.

    Aramızdaki tartışma, güç ve iktidar mücadelesine dayanmıyor. Siyasal özgürlük taleplerine dayanmıyor. Etnik mücadele değil, demokrasi mücadelesi değil. Güncel politik tartışmaların ötesine uzanıyor.

    Aramızda var olan yüzyıllarca süren yenilenme ya da geleneğe kapanma uçurumunun derin anlaşmazlığıdır.

    Bu eski bölünmede; insanlar birbirlerinin hangi taraftan olduğunu sadece sakaldan, bıyıktan, giyim kuşamdan anlamazlar. Çocuklarına koydukları isimler bile farklıdır.

    Bir yanda mizaha pek yer olmayan, kadınlarının kadınlarla buluştuğu, erkeklerin erkek kahvelerine gittiği,  heykelden hoşlanmayan, evinin duvarlarına Arapça hatlar asan, hiç dans etmemiş, davranışlarını inançların emirlerine göre düzenleyen güçlü ve kalabalık bir kitle var.

    Diğer yanda ise, mizahı günlük dil olarak kullanan, kızların flörtüne göz yumulan, şarabın çeşitlerinden pek anlamasa da kadın erkek birlikte içkili restorana gidebilen, heykel ve resim sergilerini izleyen bir kitle var.

    Tuvaletler bile farklı. Alafranga tuvalet modernizmi, alaturka geleneği temsil ediyor. Alaturka tuvaletleri kullanamayan yaşlılar, engelliler hamile kadınlar için ne yapılacağını kimse bilmiyor. Gelenek çoğu zaman daha kolay yaşam için bulunmuş çözümleri de reddedilebiliyor.

    Bu iki kitle birbirinden tümüyle kopuk..Ulusal matemlerde bile gri bir alan, artık yok. Her türlü katliamın insan yüreğinde aynı acıyı yaktığına ikna etmek pek mümkün olmuyor.

    Muhtemelen başka toplumlar da bu bölünmelerle karşılaştılar. Ama onları ortak bir zevk yaratan müzik, resim, sanat buluşturabildi.

    Gelenekçi güçlü kitleyi temsil eden hükümet, politikalarını kendisinin de içinden çıktığı seçmene göre düzenlemekte bir sakınca görmüyor. Cinsel hayata olan aşırı ilgisi bunların başında geliyor. Heykelleri müstehcen bulup kaldırıyor.

    Türk vatandaşlarının karanlık bir plan gereğince kısırlaştırıldığını düşünüyor. Bu nedenle Peygamberin de emrettiği üzere en az üç, mümkünse beş çocuğu şart koşuyor.  Alkol yasağı yasalaştığında Başbakan Din doğruyu emrediyorsa, karşısında mı duracaksınız? diye meydan okudu.

    Tanrı'nın fikri bir kez daha siyasetin belirleyicisi olmuştu.

    Gelenekçilere göre; ihmal edildikleri için ahlaklarını kaybetmiş genç neslin kamuya açık yerlerde öpüşmeleri, açık giyimleri, parklarda bira içmeleri sorun.

    Flörtü, birayı, mizahı sevenlerin itibarları ilk kez sarsılmış değildi. Aşağılanma sistemliydi. Aydınlık bir şehrin içinde görünmezliğe itiliyorlardı. Oysa şehir, ışığının kaynağını onların eğitiminden, coşkusundan, mizahından alıyordu.

    Çaresi, enkaz halindeki bu neslin yeniden elden geçirilmesi, restorasyona tabi tutulmasıydı. Dindar bir nesil yetiştirilmezse, bu gençlik isyankâr bir nesil olacaktı. Herkes o kadar sinmiş görünüyordu ki küçümsenen neslin, parkın ağaçlarını korumak için bütün güçlerini ortaya koyacaklarını kimse hayal bile edememişti.

    Kim, cami yapmak için ağaç kesilmesine itiraz edebilirdi ki? Aşırı baskının, sindirmekten daha çok, ayağa kaldırıcı güç olduğu unutulmuştu.

    Gücün zirvesindeki hükümet 28 Mayıs sabahı, güneş henüz doğarken, bir bucuk yıldır ağaçları korumaya çalışan çevrecilerin çadırlarını yıktı. O sırada twitterin de yıkıldığını tahmin etmeleri imkânsızdı.

    Ve ilk 3 ağaç söküldü..

    Ağaçların bekçileri ayaklanmıştı.. Zekâyla, mizahla, gaz maskeleriyle ve cesaretle direndiler..

    İçinden geçtiğimiz yüzyıl bizi birçok meydanda yaşanmış kent ayaklanmalarıyla tanıştırdı. Sao Paulo, Wall Street, Tahrir .. Londra’da ya da tsunamiden sonra Endenozya’da görüldüğü gibi, bazı ayaklanmalar insan doğasının yağma, suiistimal ve tecavüz gibi diğer yüzünü ortaya çıkarabiliyor.

    Ayaklanmaların her zaman kolay ve hazır bir tanımı vardır; Kentlerin yoksul kesimlerinde, sosyal yabancılaşma, genç işsizliği, polis ve/veya ebeveynden nefrete dayanan kültür normları tetikleyicidir. Ayaklanmalara karışan gençlerin kendilerini bulundukları topluma ait hissetmemeleri belirleyici oluyor.

    Benim de bir parçası olduğum Gezi’de böyle olmadı.

    Ayaklanmamızda yoksul mahallelerin derinliklerinden gelen bir çığlıktan çok,  bize dikte ettirilen hayatı reddeden bir itiraz vardı.

    Gezi gençleri; sosyal yabancılaşma duygusu ile incinmiş değillerdi.  Ebeveynleri ile ilişkileri annelerin yiyecek, babaların gaz maskesi taşımasıyla görüleceği üzere oldukça yakındı. Sürüldükleri uçurum kıyısından var olabilme azmi doğmuştu.   Ağaçlar on yıldır uğradıkları aşağılanmayı reddetmenin sembolü oldu.

    Sokak; ırk, din, hayat tarzı gibi konulara bakmadan kendi gerçeğine sadıktır. Gezi bu sadakatin patlamasıydı. Sanırım, herkes, güven içinde olmak;  iyi eğitim almak, onurlu çalışmak;  özgürce öpüşebilmek ve eğlenerek yaşamak istiyor.

    Otoriterliğe itaati, insan doğası sanan iktidar için Gezi protestosu gerçek bir şaşkınlık oldu. Şaşkınlık geçtikten sonra da şiddetle terbiye edilmesi gereken bir itaatsizlik…

    Bizde, kültürel olarak, gençlerin büyüklerine karşı bir fikir ileri sürmesi saygısızlıktır. Bu nedenle Gezi ağaçlarını hükümete karşı korumak, gelenekçiler tarafından otoriteye karşı terbiyesizlik olarak algılandı.

    Hükümet her göstericiyi fişledi ve biber gazı ile terbiye etti. Uluslar arası kurumlar tarafından sürekli okşanmaya alışmış hükümet, göstericilere karşı kullandığı ağır şiddetin, dünyada haber olması karşısında çıldırdı. BBC’den Avrupa Parlamentosu’na, bankacılık sistemine kadar herkesi, kendisini yıkmak isteyen uluslararası komplonun ortağı ilan etti. Geleneğin kronik hilekarları, gazeteci Amanpour’la gösterilerdeki yabancı parmağını itiraf eden sahte bir röportaj bile yayınladılar. CNN ile gazetenin tartışması hala sürüyor.

    Hükümetin paranoyası ve hoşgörüsüzlüğü,  tabanını her zamankinden daha sadık yaptı. İsyancıları ise daha da isyancı..

    Bu saldırganlık olayların bütün şehirlere yayılmasıyla ters tepti. Ne halk sokaktan vazgeçiyordu ne de hükümet şiddetten.

    Hükümet ardında onlarca yaralı, işini kaybetmiş, bir daha kamuda asla yer bulmayacak şekilde fişlenmiş binlerce insan bırakarak Gezi’den zaferle çıktı.

    Fakat zafer, aynı zamanda büyük yenilginin başlangıcı oldu.

    Bize uygun görülen Müslüman demokrasi paradigması Gezi ile buharlaştı. Dini demokrasi sunumuna itiraz eden parçası ile tanışıldıktan sonra, artık Türkiye, seküler hayatı içine sindiremeyen halklara hayali bir paket olarak sunulamayacak.

    Çünkü gerçek engellerle yüzleşmeden, ümit ve beklentilerle uygulanan birçok muazzam fikir çoğu kez arzu edilen sonuçları vermiyor. Türkiye’yi mesela sekülerleri olmadan düşünebilir misiniz? Gözlerinizi kapatın ve bu parçanın Türkiye’den tamamen yok edildiğini hayal edin.. Bu aynı zamanda dünya da bir parçanın yok olmasıdır. Çünkü hayatlarımız tahminlerimizin ötesinde birbirlerine bağlıdır.

    Türkiye’yi kaybetmiş bir Avrupa kendi kıtasına hapsolur. Modernitesi yenilmiş bir Türkiye bize hapishane olur.

    Bu nedenle cesarete tam burada ihtiyacımız var. Birlikte ilerleyeceksek, büyük ve yenilikçi fikirlerin, dürüst cesur itiraflar ile tamamlanması gerekiyor. Gerçekten yaşamak istediğimiz ortak dünya için gerekenleri yaptık mı? Yolumuz doğru muydu?

    Tarihin her döneminde zorlu gri alanlar kalmıştır ve muhtemelen hep kalacaktır. Cesaret bu kez eski çağlardaki gibi siyah ya da beyazdan değil gri alanlardan doğuyor.

    Çünkü artık düşmanımız diktatörler, demokrasi karşıtları değil. Düşmanımız önyargıları ayakta tutan gelenektir. O kadar düşmandır ki cinsiyetler arası ayrımcılığı, kusurlu kusursuz bedenler arasındaki ayrımcılığı, eğitim alma hakkında ayrımcılığı, doğayı korumakta ayrımcılığı teşvik eder.

    Tam da bu nedenle yeni cesur dünyanın kahramanları, Tahran’da her yakalandığında tutuklanıp, serbest kaldığında özgürlük adına yeniden kırmızı rujunu süren Mitra’dır. Yeniden vurulacağını bilerek her gün okula giden Pakistanlı Malala’dır. Başörtüsü mecburiyetini reddeden Mısırlı Televizyoncu Riham’dır. Gezi’nin zehirli, gazı karşısında yıkılmayan Ceyda’sıdır. Ağaçlara canlarını vermiş, Ali İsmail’i, Ethem’idir.

    Onlar yeni kuşaklara daha iyi bir dünyanın var olduğundan söz edebilmek için direniyorlar. Onlar bize haksız güç karşısında direnmenin daha kalıcı bir güç yarattığını öğretiyorlar.

    Yola çıkarken yolumuzun kapalı olduğuna inanmak cesaret kapılarımızı da kilitliyor. Onlar bize yönümüzü bulacağımız açık yolun daima var olduğunu gösteriyorlar.

    Size Gezi’nin ünlü mizahından bir parçayla veda etmek istiyorum: Olaylar başlayınca Diyarbakır’dan TOMA'lar getirilmişti. Ödünç Tomalar geri gönderildiklerinde onları karşılayan pankart şöyleydi: Evine hoş geldin TOMA!

    Notlar

    Messini Antik Şehri, Haziran 2013.

    Devrimci Nezaket

    Ece Temelkuran

    Taksim meydanındaki protestolara ilk hafta boyunca aralıksız destek veren yeni evli bir çiftin çadırlarının önüne astıkları pankartta başbakana hitaben şöyle yazıyordu: Tayyip yeni evliyiz, inadı bırak da eve gidip sevişelim (Not: 3 çocuk toplum içinde yapılmaz ayıp!)

    Gelip gecenler bu duruma, politik duruşlarına göre, ya gülümsüyor ya da kaş çatıyordu. Her iki duruşun da işaret ettiği nokta şuydu: şehrin orta yerinde bir pankarta yazmak bir kenara dursun, Türkiye'de sevişmenin uluorta bahsi her halükarda alışılmış bir durum değildir. Ancak, oturma eylemleri sırasında yapılan, erotik anlam içeren bir saka aşırı politik bir önem kazandı: başbakan eylemcilere muhafazakar değerler ekseninden saldırırken; açıkça söylemese de ima ederek diyordu ki: 'Çapulcular', taksim meydanında dururken, Tanrı bilir, ne kirli işler çeviriyorlar. Bu tabii ki, protestoculara karşı uygulanan büyük propagandanın küçük bir parçasıydı. Bir gün 'çapulcular'ın camide içki içtiği iddiaları öne sürülürken, diğer bir gün protestocuların kapalı bir kadını dövdüğü iddiaları çıkartılıyordu. Bahsi geçen her iki olayın da videoya alındığı iddia edildi fakat hiçbir zaman kamuoyuna sunulmadı. Olayın geçtiği caminin imamı, protestocuların sadece yaralılar için sığınacak yer aradıkları ve alkol almadıkları doğrultusunda tanıklık yaptığı için yetkisi dışında çıkarak demeç vermek gerekçesiyle sorgulanmış ve uzak bir camiye sürülmüştür.

    Çiftin, bu kadar tepkiye rağmen, gaz bombaları ve polis şiddeti nedeniyle bir türlü sevişemediklerini ve polis Taksim Gezi Parkından çekilir çekilmez bunu yapmak istediklerini açıkça bir pankartla dile getirmesi, çok cesurcaydı.

    Bu aslında çok da önemli olmayan şaka, Gezi parkı inşa planlarına karşı protesto olarak başlayıp, basın ve düşünce özgürlüğü, adaletsizlik, eşitsizlik, ve gitgide Türkiye'nin muhafazakarlaşması gibi sorunları içine alarak ilerleyen, karmaşa günleri boyunca yapılan diğer binlercesi arasında kaybolup gitti. Geriye baktığımda, itaatsizliğin ulaştığı boyutların kayda değer olduğunu düşünmeden edemiyorum. İtaatsizliğin uygulanabileceği üç ana kurallar grubu var: yazılı yasalar, toplumun kurulu değerleri ve davranış kodu. Türkiye'de bunlardan herhangi birine itaatsizlik çok kolaydır.

    Bazen, itaatsizlik senin planladığın birşey değildir; bu senin basına da gelebilir. Bu güne kadar yargılanan en genç gazeteci Sami Menteş, işini yaptığı sırada —bu o zaman Taksim direnişi sonrası solcu eylemcilerle röportaj yapmaktı— tutuklanarak, ilk duruşmaya kadar 9 ay bekletileceği, cezaevine konuldu. Menteş, ilk celsede serbest bırakıldı. Tutuklanmasının tek gerekçesi bir gizli tanık tarafından sağlanmıştı. Gizli tanık son yıllarda çok popüler bir bilgi kaynağı olmuştu, özellikle gazetecilere, politikacılara ve eylemcilere karşı. Gizli tanıkların ifadelerin sıklıkla savcının iddiaları ile aynı olması, tanıkların gerçekten var olup olmadıkları sorusunu akla getiriyordu. Siyasi eylemcilerin, politikacıların binlercesinin bahsi bir tarafa, dünyada en çok gazetecinin hapiste tutulduğu yer Türkiye'dir. Tabi bu makale onlar üzerine değil.

    Bu makale geçen yaz intihar eden genç yargıç Didem Yaylalı üzerine de değildir. En yakın arkadaşı ve evini paylaştığı Evrim Ortakçı, yaptığım söyleşi sırasında, beni şaşırtan bir şekilde, Didem'i tayt giyip, dans eden, hafta sonu partilerine giden, belki biraz alkol alıp sonrasında resimlerini Facebook'ta paylaşan biri olarak anlattı. Bunlar onu intihara götüren taşları döşeyen şeytani davranışlardı (biliyorsunuz tayt bir çok detayı ortaya serer). Evrim'e göre Didem, Hakimler ve Savcılar Yüksek Komisyonu  tarafından kara listeye alınmıştı; işiyle ilgili bütün eğitimini tamamlamış, hazır olmasına rağmen Didem'in göreve başlamasına izin verilmiyordu çünkü onun yaşam tarzı Komisyon tarafından uygun bulunmuyordu. Bu tayt giyme, partilerde dans etme suçlaması, onun Komisyon ile olan yoğunlaştırılmış ara görüşmesinde önüne getirilmiş ve ona yaşam tarzının bayan bir yargıca uymadığı açıkça söylenmişti. Görüşmenin hemen arkasından, hayatına son verdi, cenazesine sadece bir kaç kişi katıldı. Evrim, Didem'in meslektaşlarının onun gibi tayt giyen bir kişilikle bağlantılandırılmaktan korkmalarını dehşetle karşılıyordu. Sivil itaatsizlik o kadar kolaydır ki Türkiye'de, kimsenin polis şiddetine ya da dayatılan cinsel değerlere karşı sesini yükseltmesine gerek yoktur, bir tayt işi görür.

    Bu hala bizim konumuz değil. Yasaların, ya da oturmuş genel ahlaki değerlerin çiğnenmesi bu yazının konusu değil, konu; genel davranış biçimlerine olan sivil itaatsizlik. Bu ustaca derlenip, süzgeçten geçirilmiş bir tür itaatsizlikti, zaman zaman kimse ayırt edilmeksizin sert bir şekilde cezalandırılmış olmasına rağmen,  Gezi ayaklanmasının önemli bir öğesiydi. Bir sivil itaatsizlik eylemi için belki de kulağa geniş bir kavram, ya da muğlak bir ifade olarak gelebilir ama ben bu direniş formuna basitçe kibar olmak diyorum. Bu günün Türkiye'sindeki günlük yaşamı özümsemişseniz, bunun aslında eylemsizliğin tamamen cesurca bir şekli olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz.

    Tahrir, Sol ve Kasbah'da yaşanan benzerleri gibi, Taksim'de toplanan insanların da alanı terk etmek istememelerinin nedenini, işgal eyleminin öncesine nazaran daha sakin olduğu zamanlarda bile  çok açıkça ifade edemiyorlardı. Terk edilemeyecek kadar güzel ya da Biber gazı ve dayağa rağmen hayatımın en güzel günleriydi gibi şeyler söylüyorlardı ve çoğunlukla,  tek açıklamaları İnsanlar burada çok güzel temasının değişik varyasyonlarıydı. Muhtemelen bu tatlı sözlerle, ince ama keskin bir itaatsizliğin parçası olduklarının farkında değillerdi.

    Türkiye zor bir ülkedir. Britanyalıların diledikleri özrün, teşekkürün miktarı, Britanya'yı ziyaret eden sıradan bir Türk vatandaşını şok edebilir. (Sırada bekleyerek kaybedilen zaman bir tarafa???) Genele karşı kibarlığını korumaya çalışan birkaç bireyin dışında, bizim özür dilememiz nadirdir. Burada bahsettiğim katledilmiş, işkence edilmiş Ermenilere ya da Kürtlere verilecek diplomatik özürler değil yani basit, günlük, birine çarptığınızda söyleyeceğiniz özür. Kötü şeylere olmamış gibi davrananların ülkesinde, özür dilemek bir zayıflık işaretidir. İstanbul Barolar Birliğinin istatistiklerine göre, her iki günde bir kadının öldürüldüğü Türkiye'de anlatılan fıkralar ve derin acıma duyguları arasında keskin bir çizgi  yoktur, önemli de değildir zaten. Belki de askere gitme zorunluluğu olan erkeklerin travma sonrası stres bozukluğu, ya da toplumda artan genel gerginlik deyin, sebep ne olursa olsun 2002 ve 2009 yılları arasında öldürülen kadın sayısı yüzde 1400 artmış.

    Bu bağlamda, şu dikkat çekici ki, Gezi direnişini saran söylevin en popüler fragmanı, şunun gibi referanslardı: Biliyor musun? Alandaki insanlar bir harika! Biber gazına mağdur kalmalarına, polis tarafından saldırıya uğramalarına rağmen, size çarptıklarında özür diliyorlar. Bunu yaşam mücadelesi vermelerine rağmen yapıyorlardı, harika! Gezi'de mücadele veren bu kibarlık, daha büyük bir felsefenin işaretiydi: başkaları senin kadar önemli;  başkalarının acısını hissetmek bir zayıflık göstergesi değildir.

    Farklı olan herkesin ötekileştirilmesi modern Türk yaşamının önemli konularından birisidir. Çok esmer olmak, Kürt olmak, Sünni olmamak, Ramazan'da oruç tutmamak, bekar olmak, bir kız öğrencinin erkek öğrenci ile aynı evde kalması, kadının kahkaha atması, bunların herhangi biri garip karşılanıp, toplum tarafından sert bir şekilde cezalandırılabilir. Her kim Sünni-erkek egemen, militarist-Türk, kar amacı güden standartlarından farklı bir hayat sürdürüyorsa, toplumdan dışlanmaktan-uluorta dayağa kadar çeşitli hizaya getirme yöntemleri ile karşılaşabilir.

    Bu artan kültürel baskı trendini ister yükselen muhafazakarlığa, ister kırk-yıl-süren iç savaşın bütün ülkeye verdiği TSSB (travma sonrası stres bozukluğu)'ye, ister zorunlu askerlik hizmetinin bütün erkek nüfusunu katılaştırmasına, ister neo-liberal ekonomik durumun zorluğuna bağlayın ya da deyin ki sadece kültürel bir olgu; sebepler her ne iseler, Türkiye farklılıkların günden güne daha az kabul gördüğü bir yer olmaya devam ediyor.

    Fakat Gezi parkında ve Türkiye'nin farklı şehirlerinde yaratılan, diğer benzer alanlarda farklılıklar kutlanıyor ve insanlar her şeye rağmen birlikte var olduklarını bir kez daha vurguluyorlardı. Laik sosyalistler, anti-kapitalist Müslümanlar için, yağmur altında ibadet ederlerken, semsiye tutuyorlardı; genç ulusalcı-sosyalist bir kadın ve bir Kürt eylemci elele tutuşuyorlardı. Bu kişisel bağlar –her ne kadar kulağa ufak ve kısa gelse de– Gezi eylemlerinden önce neredeyse imkansız görünürdü. Mini etekli genç bir kadının İslamcı bir eylemci ile işbirliği yaparak Taksim komünü için günlük ihtiyaçları sağlaması kulağa romantik-eklektik gelebilir, fakat, bir gerçeklikti.

    Birkaç günde gerillaya dönüşen insanlar kendi hallerine şaşırıyorlardı, ama belki de bundan daha çok, zayıf görünme korkusu olmaksızın, yardımsever olmakta özgür olmalarına şaşırıyorlardı. Etrafı aşırı şiddet kültürünün sardığı bir ortamda, bunun sadece kibarlığın seçilerek reddediliyor olması bir direniş hareketine dönüşüyordu. Başka ortamlarda, egemenlerin kibar olmayı dayatmasına karşın, katı bir duruş, bir karşı gelme eylemidir; Belki de biz devrimleri bu eksende görmeye alışkınız. Fakat kibar olmak da, aksini yapmaya teşvik edildiğiniz ya da zorlandığınız durumlarda, gayet devrimci bir duruş olabilir. Tahrir'de (Kahire) ve Al-Kasbah'da (Tunus) her şey ayni şekildeydi: Göstericilerin başkalarına karşı olan bilinçli ve kararlı nezaketi, rejimlerin gaddarlığından yara almış olan insanlığa güvenin tekrar hayata döndürülmesi için bir uğraş gibi görünüyordu.

    Gün batımından sonra, gün içinde saf görünen insanlar, polis vahşetine karşı birer savaşçıya dönüşmeye mecbur kalıyordu. Ve her gün doğuşu, bir direniş eylemi olarak, tekrar kibar olmanın zamanıydı.

    Arap baharında gördüğüm devrimci nezaketin en çok huşu uyandıran örneği, Tunus-Libya sığınma kampında tanıştığım üç yaşında bir çocuğa sahip bir anneydi. Hiçbir geçmişi ve gelecek beklentisi olmayan anne, kuma yarı olarak gömülmüş plastik şişelerden yapılmış kalp seklindeki sınırlarıyla küçük bir bahçe yapmıştı. Oradan geçen Bedevilerin bağışladığı

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1