Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

İslamofaşizmin Pençesinde
İslamofaşizmin Pençesinde
İslamofaşizmin Pençesinde
Ebook239 pages3 hours

İslamofaşizmin Pençesinde

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

2016 yazından beri yayın yapan TR724 adlı internet gazetesinde yayınlanan yazılarımın bir derlemesinden ibaret olan bu kitap, enine boyuna bu soruna ışık tutmaya çalışacaktır. Bunu bilimsel bir iddiayla yapmayacağı için kronolojik ya da tematik bir disiplin içermeyecektir. Gerilimi ve tansiyonu yüksek bir süreç henüz yaşanıyorken kaleme alınmış güncel yazıların belli başlıklarla bir araya getirilmesiyle teşekkül eden bu kitabın belki ilerideki değeri de buradan kaynaklanacaktır. Dediğim gibi elinizdeki metin bilimsel bir tarih ya da siyaset kitabı olma iddiasında değildir. Hatta yer yer hissiyat yoğunluklu kaleme alınmış olsa da, belki de sırf bu yönü itibariyle, tüm benzer metinler gibi ileride bu döneme ışık tutmaya çalışacak tarihçiler için bir değer ifade edeceğini ummaktayım.

LanguageTürkçe
Publisher7/24 Kitap
Release dateFeb 21, 2019
ISBN9780463344880
İslamofaşizmin Pençesinde

Related to İslamofaşizmin Pençesinde

Related ebooks

Reviews for İslamofaşizmin Pençesinde

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    İslamofaşizmin Pençesinde - Bülent Keneş

    I. SİYASAL İSLAMCI İSTİBDATIN DÜNÜ BUGÜNÜ

    Yüz yıl önce, yüz yıl sonra

    Tartışmalı bir tarihi kişilik olan 2. Abdulhamit, ismini bizzat kendisinin koyduğu Gülhane Askeri Tıp Hastanesi’nin (GATA) isminin Abdulhamit olarak değiştirilmesiyle yeniden gündemde. Tartışmalı tarihi kişiliklerin, milli-manevi değerlerin istismarcı siyaset tarafından sömürülmesinin yeni bir örneği olan bu hamle Abdulhamit gerçekliğini de yeniden tartışma zeminine çekti.

    Yaşadığı dönemde seveninden çok muhalifi olan 2. Abdulhamit’in 1950’li yıllardan itibaren Cumhuriyet dönemi baskılarına bir tür tepkisellikle efsaneleştirilmesinin tarihi anlama çabasından ziyade dönemin siyasi ihtiyacından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Murat Belge’nin T24’te kaleme aldığı son iki yazı bu konuda oldukça aydınlatıcı. Adı istibdatla anılan 2. Abdulhamit’in kutsallaştırılmasının sakıncaları ise ortada. Sebebini anlatayım.

    Malum olduğu üzere tarih, yazının icadıyla başlatılır. Çünkü yazı, kayıt ve belge demektir. İçinde yaşanılan şartlar geçmişe bakışa etki etse de tarih bir gerçekler alanıdır. Tarihe ve tarihi şahsiyetlere dokunulmazlık ve hatta bir nevi kutsallık atfetmek büyük hatadır. Çünkü, kutsallaştırılan ve hataları görmezden gelinip güzellemelerde bulunulan tarih efsaneleşir, mitleşir. Bir ders alma alanı olmaktan çıkar. Böylece geçmişte yaşanmış hataların defalarca tekrarlanmasının önü açılır. Hele hele kutsanılan istibdât dönemleri ise kendisini yeniden üretmesinin önüne geçilemez. Eleştirilmeyip kutsanan müstebitlerin yeni ve çağdaş müstebitlere münbit birer rol model olması kaçınılmaz hale gelir.

    Kör ölür, badem gözlü olur. Ego-santrik bir yaklaşımla dönemin Avrupa güçler dengesine ve Osmanlı Devleti’nin bu dengedeki yerine dair cehaletten beslenerek yüceltilip mitleştirilen bir istibdât devri, benzer devirlere ilham kaynağı olur. İstibdât, eleştirilmek yerine hoşgörülüp kutsandıkça bir fasit daire gibi kendisini üretir durur. Tıpkı şu an Türkiye’de yaşadığımız zulüm döneminde olduğu gibi.

    İSTİBDÂTI GÖRMEZDEN GELMEYELİM

    Hatasıyla, sevabıyla tarihe mal olmuş 2. Abdulhamit’in muhafazakar çevrelerde efsaneleştirilmesi, kurduğu istibdât düzeninin özenle görmezden gelinmesi kendisini onunla özdeşleştiren yeni müstebitlere alan açmıştır. Sansürcülüğüyle, jurnalciliğiyle, cadı avcılığıyla, keyfiliği ve hukuksuzluğuyla, baskı ve zulmüyle Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu istibdâdın ve mümessili olan müstebidin muhafazakar kitlelerden tepki çekmek şöyle dursun, yüceltilerek alkışlanması bu özdeşleştirmenin bir verimidir.

    Muhafazakar modaya uyup kesif bir istibdat dönemini yüceltmektense Mehmet Akif, Said Nursi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Neyzen Tevfik, Tevfik Fikret, Şair Eşref ve benzeri, farklı görüşten o devrin müteffekirlerine kulak vermek dönemin acı gerçekliğini doğru anlamamızda faydalı olur. Devrin münevverlerine kulaklarımızı kapayıp bir istibdat dönemini mitleştirmenin ne tür fecaatlere yol açabileceğini bugün yaşadığımız zulümler altında bile anlayamazsak korkarım ki bir daha anlayamayız.

    Tarihi şahsiyetlere yönelik yaygın kutsama ve efsaneleştirerek dokunulmaz kılma gayretleri, iç karartıcı tarihi gerçeklerin dönemin sorumlularına yakıştırılamamasıyla sonuçlanır. Bosna, Girit, Kıbrıs, Mısır, Tunus’un da dahil olduğu on civarında ülkenin/beldenin Osmanlı’dan koparıldığı dönemin padişahı, Avrupa güçler dengesi engel olmasa Yeşilköy’e kadar gelmiş Rus ordusuna karşı çaresiz kalan sanki 2. Abdulhamit değilmiş gibi sürdürülen bir mitleştirmedir bahsettiğimiz. Süleyman Şah Türbesi’nin bir gece gizliden kaçırılmasından bile zafer algısı oluşturulan bir toplumda tarihe dair bu algı çarpıklığına belki de şaşırmamak lazım.

    DEVRİN MÜNEVVERLERİNE KULAK VERELİM

    2. Abdulhamit’in istibdât rejimine dair dönemin özgürlükçü muhalif münevverleri tarafından kaleme alınan yazıların haddi hesabı yoktur. Burada küçük birer örnek olarak sadece Mehmet Akif’in ve Şair Eşref’in bazı mısra ya da kıtalarını paylaşmakla yetineceğim. Bakalım dönemin birbirine zıt görüşten iki kalemi yaşadıkları devrin müstebidini sizin, bizim bildiğimiz gibi mi biliyormuş?

    Mehmet Akif, istibdât rejimine isyanını bazen doğrudan değil, başka ülkelerdeki iyi ya da kötü örnekler ve mukayeseler üzerinden dile getirirdi. Tıpkı Acem Şahı şiirinde olduğu gibi:

    Zafer-yab olduğun kimdir? Düşün bir kerre, millet mi?

    Adâlet isteyen bir kavmi vurmak gâlibiyyet mi?

    Nasîbin yok mudur bir parça olsun âdemiyyetten?

    Nasıl aldırmıyorsun yükselen feryâda milletten?

    Emin ol bunca mazlûmun yüreklerden kopan âhı,

    Tepeden indirir, elbette birgün lâ’netu’llâhı!

    Hasır isimli şiirinde ise zulümler karşısında dünyaya kahrettiğini ve ölümü arzulayacak hale geldiğini şöyle dile getirir:

    Yüzümde âleme nefrin, içimde şevk-i memat;

    Gözümde içyüzü dehrin: Yığın yığın zulümât!

    Meşhur Âsım şiirinde de tek muhalif sese tahammülü olmayan mevcut durumu tasvir eder Akif;

    Bir muhâlif hava yok, dinlediğin aynı sadâ:

    Zât-ı sâmînize millet de hükûmet de fedâ.

    Zulüm ve baskıya isyanının haddi olmayan Akif, Süleymaniye Kürsüsünde olduğu gibi zaman zaman hazele, yani alçaklar, dediği zalimlere meydan okur;

    Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,

    Fikr-i hürriyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!

    Ülkeye ve millete bedelinin çok ağır olacağını bildiği istibdâdın uzayıp gitmesine tahammülü iyice tükenen Akif, Vaiz Kürsü’de şiirinde bir kez daha uyarıda bulunur, ama beyhude;

    Münafığın sonu gelmez, söner sefil ocağı…

    Bugün tüterse henüz gelmemiş, demek ki çağı!

    Nedir ki, verdiği yangınla memleket de biter,

    Saçak tutuşmadan evvel basılmamışsa eğer.

    Yanında yaş da yanar, çâresiz, yanan kurunun…

    Diyor Kitâb-i İlâhî: "O fitneden korunun…

    Ve nihayet Akif, yaka silktiği istibdâdın yıkıldığını da görür ve o devrin nasıl berbat bir şekilde anılacağını İstibdât isimli şiirinde dile getirir;

    Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd,

    Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd!

    Maalesef gelen gideni aratır. Özgürlük ve demokrasi vaat ederek iktidara gelenler, benzer bir riyakarlıkla iktidara gelip bugün yaşadıklarımıza yol açanlara benzer şekilde zulümde yeni bir çığır açarlar. İlkeli duruşunu koruyan Akif Hala mı Boğuşmak? isimli şiirinde İttihat ve Terraki iktidarının baskılarına ve toplumu yozlaştıran etkisine veryansın eder:

    Hürriyyeti aldık! dediler, gaybe inandık;

    Eyvâh, bu bâzîçede bizler yine yandık!

    Cem’iyyette bir fırka dedik, tefrika çıktı;

    Sapasağlam iken milletin erkânını yıktı.

    ŞAİR EŞREF’TEN SANSÜR’LÜ ŞİİRLER

    Mehmet Akif, bugün 2. Abdulhamit devrini adeta hatadan münezzeh bir devirmiş gibi kutsayan muhafazakarların büyük değer verdiği bir şair. Akif’in bile böylesine isyan ettiği bir dönemi acaba tam bir muhalif heccav olan Şair Eşref nasıl değerlendiriyordu dersiniz? Bana göre Akif’tense Şair Eşref’in o devre dair yazdıkları daha kıymetli. Çünkü, bir dönemin ne kadar adil ve özgürlükçü, ne kadar zalim ve baskıcı olduğunu adil bir şekilde ancak hedefindekilerin ve baskıladıklarının tanıklıkları üzerinden ölçebiliriz.

    2. Abdulhamit dönemindeki sansür ve baskılardan illallah eden Şair Eşref, her fırsatta sansürü diline dolar;

    Hem sözü, hem fikri nâsın kontrol altındadır.

    Kimseler Türkiye’de bu hâle mâni olmuyor.

    Eskiden derlerdi ki, gümrük alınmaz lâfdan,

    Şimdi sansür yüzde yüz gümrükle kani olmuyor!

    Cehaletten beslenen farklı fikirlere baskı, zulüm ve sansürün akıl almaz boyutlara ulaşmasından yakınan Eşref, şöyle der bir dörtlüğünde;

    Çizerler her eserden bî-muhâbâ birtakım yerler.

    Edibim, sanma kim yalnız senin divânı çizmişler.

    Geçen gün Encümen’de yok iken Hayret, bütün hey’et,

    Arabca bir kelâm zann eyleyib Kur’ân’ı çizmişler!

    Sansür, karartma ve baskılar arttıkça Şair Eşref, durmaz devam eder;

    Bizdeki san’atı taklîd edemez Avrupalı.

    Sanma âheng-i umûmîye bu hey’et kapılır;

    Milletin ağzı açıldıkça kilit vurmak için

    Bâb-ı Âli’de ne san’atlı anahtar yapılır!

    Sınır tanımayan sansürün sadece mevcut halinden değil, varacağı muhtemel yerden de endişelidir Eşref;

    Ey pâdişah-ı âlem, düşman mısın zekâya?

    Erbâb-ı iktidârı gördün mü saldırırsın.

    Asrında kaldı millet üstâdsız, kitabsız,

    Havf eylerim yakında Kur’ân’ı kaldırırsın!

    Korku ve paranoya üzerine inşa edilen istibdât rejimleri ya da tek adam düzenleri gücünü de yaydığı korkudan alır ve korkuyla beslenir, korkuyla güçlenir. Şair Eşref, hicviyle bu durumu da resmeder;

    Korkuyor asrında millet âh çekmekten bile,

    Her ne yaptınsa yapıp dünyâyı ettirdin sükût.

    Bûmlar ötsün sarây-ı şevketinde an-karib,

    Pâdişâhım perde-dâr olsun kapında ankebût!

    Bugün de olduğu gibi sanki İslam adınaymış, Şeriat namınaymış, ümmetin iyiliği içinmiş gibi icra edilen baskı ve zulmün haddi hesabı yoktur. Eşref’in elbette bu olanlara diyeceği vardır;

    Menbâ-ı zehr-i denâet mi dimâğın, yoksa

    O mukassî yüreğin şeytana hizmetçi midir?

    Müslüman kisvesi altında o kalpaklı nefer,

    Yıktığın hânelerin üstüne nöbetçi midir?

    İstibdât bir süre sonra sistemleşir ve emrine amade memurlarıyla halkın acılarına duyarsız hale gelir. Şair ise her zaman olduğu gibi duyarlıdır;

    Her biri hâlince icrâ-yı mezâlim etmede,

    Görse bir me’mûru insan bir şakî zann eyliyor.

    Eyleme bîhûde ey bîçâre feryâd ü figan,

    Âh-ı mazlûmu hükûmet mûsikî zann eyliyor!

    Baskı arttıkça Eşref’in tepkisi de artar;

    Bilenlerle değildir pâdişâhım bilmeyenler bir,

    Tarîk-i i’tisâfı yolcular reh-zenden öğrensin.

    Ma’at-ta’zim gelsin şimdi diz çöksün huzûrunda,

    Usûl-i zulm ü gadrı Engizisyon senden öğrensin!

    Zulüm ve baskı toplumları bozar, yozlaştırır. Baskıcı rejimin zulmüne maruz kalmak istemeyen karakterce zayıflar rejimle cedelleşmektense işbirliğine yönelir, dostlarını bile satar;

    Kalmadı eski selâbetten, metânetten eser,

    Hüsn-i ahlâkı bozuldu ümmet-i merhûmenin.

    Pâdişâhım verme beyhûde hafiyye aylığı,

    Hasbeten lillâh millet hep hafiyyendir senin!

    Baskıcı rejime boyun eğmeyip, sesini kısmayan Şair Eşref, vicdanen müsterihtir;

    Mümkün oldukça çalıştım mihneti zevk etmeğe,

    Ömrümü demle geçirdim, gamla meşgûl olmadım.

    Haps ü tazyîkın dahi envâ’ını gördümse de

    Hamdü-lillâh kendi vicdânımda mes’ul olmadım!

    Zulüm karşısında duruşunu değiştirmeyeceğini ilan etmekten de geri durmaz Şair;

    Mekteb-i gâmda Hüseyin-i Kerbelâ’dan feyz alıb,

    Bin felâket dersini birden bitirmişlerdeniz.

    Etmeyiz öyle olur olmaz belâdan ictinâb,

    Biz makam-ı Yusuf’u görmüş geçirmişlerdeniz!

    Dindar bir kişi değildir Şair Eşref. Ama zulüm ve baskılar karşısında adil-i mutlak olan Allah’a olan teveccühünü ve ümidini hep korur;

    Her taraftan kat’ı ümmîd eyliyen bir âdemin

    Hasbihâli arşa doğru nâle-i cângâh olur.

    Müddeîsi pâdişâh olsa eğer bir kimsenin,

    Hâkimi rûz-ı cezâda Hazret-i Allah olur!

    Dindardır, zulüm yapmazlar diyerek hüsn-ü zan beslenen bir iktidarın birkaç yıl içerisinde tüm dini, milli ve tarihi değerleri istismar etmek suretiyle nasıl despotlaşarak, yarım yamalak da olsa demokratik bir hukuk devleti olarak devraldıkları rejimi tam bir zulüm sistemi haline getirdiklerini gördük. Bu acı tecrübeyle, günümüzün müstebidlerinin mitleştirerek kendilerini özdeşleştirdikleri tarihi şahsiyetlere ve sebep oldukları zulümlere dönüp yeniden bakmakta sizce de fayda yok mu?

    (3 Eylül 2016 – Stockholm)

    Bir daha asla!..

    OLMUŞLA ÖLMÜŞTEN ÇIKARILACAK DERSLER

    Türkçe’de olmuş ile ölmüşe çare bulunmaz şeklinde mağduru veya yas tutanı teselli etmekte kullanılan bir deyim vardır. Yerinde ve zamanında kullanıldığında anlamlı ve yararlı bir deyimdir. Ama Türkçe’de olmuşla ölmüşten ders çıkarılmaz şeklinde ahmakça bir söze rastlayamazsınız.

    Geçmişte yaşananlardan ders çıkarmayan milletlerin başına ne tür felaketlerin gelebileceğine kederlenerek, hayıflanarak şahit olan merhum Mehmet Akif, bu ahmakça tavra olan isyanını Kıssadan Hisse isimli dörtlüğünde, Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! / Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? / ‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; / Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? şeklinde dile getirmişti.

    TARİH İBRETLERLE DOLU BÜYÜK BİR HAZİNE

    Hakikaten tarih, ibretlerle dolu büyük bir hazine. Kıymeti pek bilinmez o ayrı bir konu. Geçmiş nesillerin doğrularını örnek almak, yanlışlarını tekrarlamamak için bedeli ödenmiş ağır maliyetlerle tarihin önümüze serdiği tecrübelere şöyle bir göz atıp yaşananlardan ibret almamak, ne büyük bir ahmaklık…

    Kendi kendime hep sormuşumdur; Çok büyük filozofların, aydınların, sanatçıların, alimlerin, kaşiflerin çıktığı, eğitim seviyesi dönemine göre oldukça yüksek Alman halkının önünde, dünyanın herhangi bir yerinde yaşanmış Hitler’in yaşattıklarına benzer bir tecrübe olsaydı, sadece kendilerini değil dünyayı da yıkıma sürükleyen Hitler’in peşine yine de takılırlar mıydı acaba?

    Olmuş ile ölmüşe çare olmadığı gibi, geçmişte olmuşlara bugünden bakıp varsayımlarla yaşanmışa dair çıkarımlarda bulunmak da pek akıllıca bir tavır olmayabilir. İnsan yapımı felaketlerin tekrar etmesini önlemek için yaşananlardan ibret almakta ise elbette ki fayda var. Belki Almanların önünde çok ağır bedeller ödeten o acı tecrübeye benzer ibret alacakları bir tecrübe yoktu. Ama, Almanların ulusal akıl tutulmasının, kitlesel çıldırmışlığının yol açtığı yıkım sayesinde bugün bizim bu şansımız var. İki toplumun kendine has sosyolojik özellikleri ve konjonktürel dengelerin yol açtığı nüanslar dışında bugün bizim ülkemizde yaşananlar şayet 1930’larda o ülkede yaşananlarla tıpa tıp benzeşiyorsa, tarihin bize bahşettiği ibret alma şansını göz göre göre geri tepmek ahmaklığın dik âlâsı olur.

    HİTLER TECRÜBESİ DİKTATÖRLERE DAİR ÇOK ŞEY ANLATIR

    Çünkü, kahredici Hitler tecrübesi sadece tarihi bir gerçekliğe değil, inşa sürecindeki Hitler tipi diktatörlere dair de çok şeyler anlatır. Yeter ki tarihin yüksek bedeller neticesinde bize anlattıklarından gerekli dersleri çıkaralım. O dersleri çıkarmakla kalmayıp, tarihin yeni bir kırılma noktasında tek tek herbirimizin üzerine yüklediği sorumluluğun gereğini yapabilelim.

    Bu yazının buradan itibaren ki devamında benim cümlelerimi değil, 1977 Batı Almanya yapımı, Joachim Fest ile Christian Herrendoerfer tarafından yönetilen "Hitler - Eine Karriere (Hitler – Bir Kariyer) isimli 2,5 saatlik belgesel sinema filminden yaptığım alıntıları okuyacaksınız. Filmin tamamının değil tabii, Hitler’i diktatörlüğe götüren şartlara ve sonuçlarına dair olan ilk 15 dakikası ve son 4 dakikasındaki anlatımları... Parantez içindeki ifadeler ise bana ait. İsterseniz es geçebilirsiniz.

    "-Almanya uyan!… Kulaklara kurtuluş için bir nida. Kıyametin eşiğinde kaybedilen savaştan (Birinci Dünya Savaşı) sonra kimliği sarsılan bir ülke için bu çağrı yeni bir dönemi vaat ediyordu. Bir tek adamın ve bir tek sembolün yönetimi altında birleşerek.

    Bu çağrı basit bir düşün sihirli gücünü kavrayan bir adam tarafından yapıldı. Halkın arasına karışmak için göklerden inen bir adam tarafından (Taraftarları tarafından görüldüğü haliyle tıpkı Erdoğan gibi). Tıpkı bir tanrı gibi. Milyonlar, kendilerine ihtiyaç duydukları şeyleri vaat edecek herhangi birisine sorgusuz sualsiz bağlanmaya hazırdı: Kanun ve nizam, bir amaç ve hepsinden öte kendilerine inanmak.

    Adolf Hitler, milyonlarca Alman’a bunları bahşedebilecek kişi izlenimi uyandırmayı başardı. Onda tarihin akışının bir adamın kaderiyle kesişebileceğinin canlı kanıtını gördüler. Propaganda Bakanı Joseph Goebbels, bu durumu şöyle ifade ediyordu: ‘Silah zoruyla güç elde etmek iyi olabilir, ancak bir milletin kalbini kazanmak çok daha iyi olacaktır.’ (Yolsuzluğu, hırsızlığı hatırladıldıkça taraftarları ‘evet o bir hırsız, çünkü kalbimizi çaldı’ dediklerine göre Erdoğan, Goebbels’in yüzünü kara çıkarmamış.)

    BU BİR İSTİKLAL VE İSTİKBAL SAVAŞI MIDIR SAHİ?

    Hitler, kendisini felaketlerin eşiğindeki bir dünyanın kurtarıcısı olarak gördü (Gel de daha fazla ikbal için çırpınan muhteris adamın sürekli ‘bu bir istiklal ve istikbal savaşıdır’ demesini hatırlama). Elde etmeye çalıştığı imaj da buydu. Etrafında daima kamera sürüleri bulunurdu. Fotoğraflarda Hitler hep stilize ve muazzam bir şahıs olarak gösterilirdi. İmajını (1000 yıl sürecek Reich’ta) gelecek nesiller için donatıyordu: Sevgi dolu kalabalıkları kendisine çeken yüce bir ortamdaki görkemli anıt… (Hep aynı taktikler. Bizimki de hık demiş burnundan düşmüş.)

    Bavyera’dan (bizim örneğimizde Kasımpaşa’dan) gelen taşralı bir ajitatör, eylemleri dünyayı yerinden oynatacak bir devlet

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1