Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Yersiz Yurtsuz Yazılar
Yersiz Yurtsuz Yazılar
Yersiz Yurtsuz Yazılar
Ebook411 pages6 hours

Yersiz Yurtsuz Yazılar

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Okuyacağınız bu kitap, o maceralı yolculuktan sadece günler sonra, zulüm devrinde susmanın insanlığa ve inandığım tüm insani değerlere ihanet olacağı düşüncesiyle yazmaya başladığım TR724’teki bazı yazıların tematik olarak bir araya getirilmesiyle oluşturuldu.
Yer yer yaşadığımız olayların yarattığı hissi dalgalanmalar, yer yer akademik bir nesnellikle kaleme alınan yazıların ortak özelliği ise, tamamının belirli bir coğrafyaya aidiyet anlamında kendisini artık yersiz-yurtsuz hisseden bir kalem tarafından yazılmış olmasıdır.
Bu kitap, diğer tüm yazılarım gibi, bu ifritten dönemin gözümdeki o kapkaranlık resmi, insanlık dışı zulümlere isyanımın bir ifadesi, kalbimdeki derin sızısıdır...

LanguageTürkçe
Publisher7/24 Kitap
Release dateFeb 21, 2019
ISBN9780463104996
Yersiz Yurtsuz Yazılar

Related to Yersiz Yurtsuz Yazılar

Related ebooks

Reviews for Yersiz Yurtsuz Yazılar

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Yersiz Yurtsuz Yazılar - Bülent Keneş

    SUNUŞ

    Türkiye, bazı belirtileri daha öncelere dayanmakla birlikte, bana göre 2011’den bu yana çok ciddi bir herc-ü merçten geçiyor. Bu süre zarfında aşama aşama kendisini daha da tahkim eden İslamofaşist Erdoğan rejimi ülke ve millet üzerindeki tahammül edilemez tahakkümünü gün be gün artırırken, özellikle 2015 askeri darbe kumpasından sonra, Türkiye’yi tam bir Cehennem’e çevirdi. 

    Yüzbinlerce insan işinden, aşından, eşinden, evinden, ekmeğinden, çoluğundan çocuğundan edildi. Yüz binlercesi keyfi ve hukuksuz takibata uğradı. Binlercesi zindanlarda ağır işkencelere maruz kaldı. On binlercesi zulüm ve baskılardan kurtulmanın çaresini terk-i diyar etmekte buldu.

    Güya dindar ve muhafazakar bir kadronun devr-i iktidarında yaşanan tüm bu süreçler, milyonlarca insanın din, iman, vatan ve millet gibi kavramları sil baştan yeniden düşünmelerine yol açtı. Sahiden din neydi, iman neydi? Vatan nereye denirdi? Millet dediğimiz kalabalıklar kimlerden oluşurdu?

    Çoğunun hadis diye bildiği insaf dinin yarısıdır kelam-ı kibarına kendisine insanım diyebilecek hiç kimse karşı çıkamayacağına göre, insafın yerinde yellerin estiği, insanlığın top yekün tefessüh ettiği, zulmün, gaspın, talanın, zorbalığın, ırza ve namusa tasaddinin ahlak haline geldiği, on milyonların tüm bunlara ya destek olduğu ya da en azından apaçık bu zulümler karşısında dilsiz şeytanlara dönüştüğü bir ülkede dinden, imandan, İslam’dan bahsetmek ne kadar mümkündü? İnsafın olmadığı yerde İslam’ın olduğu söylenebilir mi? Bir taraftan küfür devam eder, zulüm devam etmez denildiğinde el hak doğrudur diyen dinbaz mürailerin, türlü bahaneler ve iftiralarla süsledikleri kendi zulümlerine kıymeti kendinden menkul cihad kılıfı giydirmeleri işledikleri onca fecaati ortadan kaldırır mı?

    Bir yazısında Fethullah Gülen’in dile getirdiği gibi, bazen hak, bazen adalet ve bazen de doğruluktan hiç ayrılmama manalarını ifade etmek için kullanılan insaf kavramı, hak iddiasında bulunurken asla başkalarına karşı haksızlık yapmamanın, kendi nefsi için elde etmeyi istediği bir şeyi diğer insanlar için de dilemenin ve hatta onlara öncelik tanımanın ve hakkı yerine getirme hususunda ifrat ve tefritten uzak kalarak her zaman dengeli davranmak anlamına gelmektedir.

    Peygamber Efendimiz de insafı güzel ahlakın temel unsurları arasında saymış ve Şu üç şey imandandır: Nefsin dürtülerine rağmen insafı elden bırakmamak, selamı herkese yaymak ve darlıkta dahi infakta bulunmak, buyurmuştur. 

    Şayet insaf, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak sekilde, dinin yarısıysa insafın yerinde yellerin esip, insafsızlık ve zulmün kol gezdiği bir ülkede insafla birlikte din-iman da çoktan yokluk alemine karışmış diyebiliriz.

    Kendi nefsine zulmeden bir dinsizin başkalarının hak ve hukuku açısından illa ki zalim olması gerekmez. Tam tersine insanlık numunesi bu türden insanlara rastlamak hiç de bir istisna değildir. Öte yandan, izanıyla birlikte insafını da yitirmiş güya dindar zalimlerin, insanlıkları gibi İslamlıkları da, bana göre, artık yok hükmündedir. İnsan bile olamayandan Müslüman mı olur!

    Onun için, İslam’ı sıradan bir sarf malzemesi gibi kendilerine kamuflaj yapıp sadece kendi menfaatlerine ve kendi egolarına tapınan bu neo-paganlara asla dindar denilemez. Onun yerine bir kavram olarak Tayfun Atay’ın icat ettiği dinbaz denilmesi çok daha yerinde olur. 

    Öte yandan, hangi kılıkta, hangi konumda olurlarsa olsunlar iki yüzlü, sahtekar, zalim, insafsız ve ahlaksız dinbazlardan uzaklaşmak dinden uzaklaşmak anlamına da asla gelmez. Tam tersine, çoğu durumda, insaf ve ahlak yoksunu mürai dinbazlarla araya konulan mesafe dine ve dinin sahibine yaklaşma anlamına gelir. Binbir çileyi ve yokluğu göze alarak bir bilinmeze doğru çıkılan cebri hicretin kurbiyet sırrı da sanırım buradadır.   

    Binlerce insanın canlarını dişlerine takarak verdikleri onca çetin mücadeleye, sergiledikleri mücahadeye rağmen, ülkeyi ve gözleri körleşerek, kulakları sağırlaşarak, kalpleri karararak zalim güruhlara dönüşmüş milleti insafa, demokrasiye, hak ve adalete, insanların bireysel özgürlüklerine saygıya döndüremedikleri için terketmek zorunda kaldıkları o yer artık vatan mıdır? Genelde vatan bir kimsenin doğup büyüdüğü, kendisine benzer insanların oluşturduğu topluluklarla birlikte yaşadığı, gerekirse uğruna canını vermekten çekinmeyeceği somut bir toprak parçası olarak tanımlanır. Vatanı korumak, dini, imanı, namusu korumakla eş anlamlı görülür. 

    Ya peki vatan bildiğiniz topraklar hakkınızı, hukukunuzu, ırz ve namusunuzu payimal edecek derecede yozlaşmış bir güruhun tahakkümü altına girmişse ne yapmanız gerekir? Bu soruya verilecek ilk cevap elbette ki, mücadele etmeniz gerekirdir. Oluşan asimetrik durumda yapılabileceklerin sonuna gelindiğinde ise, haysiyetinizi, namus ve onurunuzu korumak için önünüzde o güne kadar her şeyiniz olan her şeyi terketmekten başka bir çare kalmaz. Aralarında tercih yapmanız gereken şeyler basitçe şöyledir artık: Ya onurunuz, haysiyetiniz, namusunuz zalim namussuzların elinde payimal olacak ya da bütün her şeyinizi geride bırakıp bir bilinmeze yol alacaksınız. 

    Hadis-i şerif vatan sevgisi imandandır der. Ama hangi vatan? Üzerinde sadece şeklen değil öz olarak emr-i bil maruf, nehy-i anil münkerin yapılamadığı, adaletin yerinde yellerin estiği, insan haysiyetinin, namus, onur ve izzetinin ayaklar altına alındığı bir toprak parçası namuslu insanlar için bir vatan olabilir mi? 

    Neticede her şeyin somutlaştırılarak tanımlandığı veya tanımların somut varlıklara tekabül ettiği devirler çok gerilerde kaldı. Gerçi vatanı yarı coğrafya, yarı ülkü şeklinde tanımlamak yeni bir şey de değil. Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan / Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan, şeklinde bir tanım yapan, ırkçılığın Türkiye’deki banisi Ziya Gökalp de, kısmen bir coğrafya, kısmen ise bir ülküyü kapsayan tanım getirmişti vatana. 

    Bunca yaşananlardan sonra insanın bu güne kadar inandığı ya da bildiği her şeyi gözden geçirmesinden daha doğal ne olabilir? Bu bağlamda benim vatan anlayışımda da çok ciddi değişiklikler oldu. Vatan anlayışımın vardığı yer, bu kavramın konvansiyonel tanımlarından oldukça uzak artık, mekan ve zamandan ise asude. 

    Açık söyleyeyim, benim için vatan, sınırları olan bir toprak parçası değil artık. Doğduğum ya da doyduğum yer hiç değil. Benim için kutsal olan vatan, evrensel insani değerleri kutsal bilen dünyanın herhangi bir yeri. Benim vatanım adaletin norm, özgürlüğün iklim, demokrasi ve hukukun işler olduğu, insanların şahsiyet, izzet ve onuruna saygı gösterildiği, evrensel temel hak ve özgürlüklerinin tamamının her türlü hukuki güvence altına alındığı yerdir. 

    Türkiye’nin eline düştüğü bu ahlaksız İslamofaşist zulüm düzenine engel olabilmek için elimden geldiğince, gücüm yettiğince kalemimle mücadele verdiğim yılların sonunda ülkenin gidişatının artık engellenemez bir noktaya vardığını görmüş ve okuyucularımızı gerek sosyal medyada gerekse yazılarımda defaatle uyarmıştım. Bütün çabanıza, mücahadenize, mücadelenize ve fedakarlıklarınıza rağmen demokrasi size gelmiyorsa siz demokrasiye gidin, hak ve hukuk size gelmiyorsa siz hak ve hukuka gidin, özgürlükler size gelmiyorsa siz özgürlüklere gidin! demiştim.

    Yapmadığı ya da yapmayacağı bir şeyi asla başkalarına tavsiye etmeyen biri olarak, katlettiği demokrasi, hukuk, hak ve özgürlükler tabutuna son çiviyi çakmak için İslamofaşist Erdoğan rejiminin tertiplediği 15 Temmuz 2016 askeri darbe kumpasından sonra zar zor bir yolunu bulup maceralı bir yolculuğu göze alarak o tavsiyeme kendim de uydum. 

    Okuyacağınız bu kitap, o maceralı yolculuktan sadece günler sonra, zulüm devrinde susmanın insanlığa ve inandığım tüm insani değerlere ihanet olacağı düşüncesiyle yazmaya başladığım TR724’teki bazı yazıların tematik olarak bir araya getirilmesiyle oluşturuldu. 

    Yer yer yaşadığımız olayların yarattığı hissi dalgalanmalar, yer yer akademik bir nesnellikle kaleme alınan yazıların ortak özelliği ise, tamamının belirli bir coğrafyaya aidiyet anlamında kendisini artık yersiz-yurtsuz hisseden bir kalem tarafından yazılmış olmasıdır. 

    Bu kitap, diğer tüm yazılarım gibi, bu ifritten dönemin gözümdeki o kapkaranlık resmi, insanlık dışı zulümlere isyanımın bir ifadesi, kalbimdeki derin sızısıdır…

    İyi okumalar.

    Bülent Keneş

    22 Nisan 2018

    Birinci Fasıl

    Din, İman

    I. DİN

    ‘İslam Dünyası’ nedir? Dünyanın ne tarafına düşer?

    Nispeten daha varlıklı kesimlerin yapabildiği bir sünnet olan umre değil ama, maddi şartlara bağlanarak farz kılınmış olsa bile, Hac ‘İslam Dünyası’nın mevcut haline dair önemli fikirler verir. Bu ibadeti Allah’ın nasip ettiği aklı başındaki şanslı müminler, Hac esnasında türlü manevi hazların yanısıra çelişkili duygular yaşamaktan da kendilerini alamazlar. Çünkü, dünyanın dört bir bucağından gelmiş hacılar aracılığıyla ‘İslam Alemi’ gözlerinin önünde adeta bir podyuma çıkar ve resmi geçit yapar. Bu sayede, ‘İslam Alemi’nin ne olup ne olmadığına dair gözlemlerin en isabetlisi Hac farizası sırasındadır.

    Gönül isterdi ki her Müslüman, ülkelerine dönerken Hac esnasında ‘İslam Alemi’ne dair görüp tecrübe ettiklerinden mesrur ve mesut olabilsin. Ne mümkün? Görülüp tecrübe edilenler, daha ziyade ‘İslam Alemi’nin geri kalmışlığını, cehaletini, evrensel medeni değerlerden ve insani hal ve hareketlerden ne kadar nasipsiz kaldığını gözünüze gözünüze sokar. ‘İslam Alemi’nin hal-i pür melalinin toplu gösterimi niteliğindeki Hac sırasında, İslam adına ilk olarak Hac’taki şu kaotik ve perişan manzarayı gören bir gayr-ı Müslim acaba Müslüman olmaya hiç iştiyak duyar mı? sorusunu sormaktan kendinizi alamazsınız.

    DÜNYANIN GERİ KALANINA İBRET OLAN BİR DÜNYA

    Bugün adına ‘İslam Dünyası’ veya ‘İslam Alemi’ diyebileceğimiz bir dünya ve alem şayet varsa, 57 ülke ve 1,5 milyarı aşkın nüfusuyla, Hac sırasındaki o perişan görünürlüğünün bile çok ötesinde dünyanın geri kalanına ancak ibret olabilecek nitelikteki bir sefaletle var. ‘İslam Dünyası’ bugün maalesef geri kalmışlık, sosyal adaletsizliklere bağlı yoksulluk, yokluk, yolsuzluk, cehalet ve cehalete bağlı bağnazlık, fanatizm, mezhepçilik, radikalizm, hukuksuzluk, dikta, baskı, zulüm, zorbalık, savaş, iç çatışma ve kör şiddete dönüşmüş terör vs ile özdeşleşmiş durumda.

    Maalesef, bahsini ettiğimiz bu dünya uluslararası haber ağlarında dolaşan insanlık dışı haberlerin çoğuna kaynaklık eden dünyanın da ta kendisi. Lafa gelince ‘İslamî’ oldukları vurgusuyla Şeriat düzenini benimsediklerini iddia eden ülkelerde bile insanlık dışı hallerin en az ‘İslamîlik’ iddialarının büyüklüğü kadar büyük olmasının mutlaka makul bir açıklaması olmalı. Beklediğimiz bu açıklama, belki de, ‘İslam Dünyası’nın bugün dünyada ahlaki ve insani yozlaşma olarak kabul edilebelecek ne varsa hepsinin en belirgin adresi haline gelmiş olması olabilir. Müslümanların envai çeşit komplo teorisiyle suçu ve sorumluluğu hep başkalarına atmalarına sakın aldanmayın. Müslümanlara, ahlaken yozlaşmış ve iyice yoldan sapmış muktedir sözde Müslümanlardan daha fazla zulmeden, haksızlık eden, çektiren yok şu dünyada.

    YOZLAŞIP, YOBAZLAŞTIKÇA İSLAM’I BAYRAKLAŞTIRANLAR…

    Yozlaştıkları ve yobazlaştıkları oranda güya İslam’ı daha fazla bayraklaştırıp, zulüm ve ahlaksızlıklarından dolayı köşeye sıkıştıkları oranda sözde Müslümanlıklarına daha fazla vurgu yapan yoldan çıkmış muktedirlerin kendileri birer zulüm kaynağı oldukları gibi böylelerinin başka ülkelerde zulme uğramışlara el uzatmakta da ne kadar cimri oldukları görülür. Bu yüzden, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre, dünyada en fazla mülteci alan ülkeleri değil ama en fazla mülteci veren ülkeleri maalesef İslam ülkeleri oluşturur. Petrol zengini Körfez ülkelerinin bile savaş ve zulümden kaçan Müslüman mültecilere koruyucu ve güvenilir bir sığınak olduklarına dair herhangi bir şey duyamazsınız. Müslüman ülkelerdeki güya Müslüman zalimlerden kaçanların Suudi Arabistan, İran ve benzeri güya Şeriat’la yönetilen Müslüman ülkelere sığınmak için can attıklarını da duyamazsınız. Peki bu neden böyle?

    Yine BM verilerine göre, 2015 yılında hayatlarını tehlikeye atma pahasına ilkel botlarla sadece Akdeniz üzerinden Avrupa ülkelerine sığınanların sayısı 1 milyonu aşmıştı. Alınan onca tedbire rağmen 2016 yılının Mart ve Eylül ayları arasında bu sayı 304 bin olarak gerçekleşti. 2016’da Avrupa’ya en fazla mülteci gönderen ülkelerin sırasıyla yüzde 26,2’sinin Suriye, yüzde 13,6’sının Afganistan, yüzde 8,9’unun Nijerya, yüzde 8,5’nin Irak, yüzde 5,2’sinin Eritre, yüzde 3,2’sinin Pakistan olduğunu görmek Hac’daki o esef verici manzarayla doğrusu tam bir tutarlılık arzediyor.

    2016 yılında Müslüman ülkelerden kaçarak ölüm pahasına Akdeniz üzerinden Avrupa’ya ulaşmaya çalışan bu insanlardan en az 5 bininin hedefine ulaşamadan denizde boğulduğu gerçeği, Müslüman ülkeleri yöneten aşağılık zalimlerin insanlık dışı türlü zulümlerinin alamet-i farikalarından sadece birini oluşturuyor maalesef.

    TÜM BİLİMSEL ENDEKSLER HEP AYNI ŞEYİ SÖYLÜYOR

    Sağlıklı ve uzun yaşam, bilgiye ve eğitime erişim, onurlu bir yaşam standartı ölçütlerine göre ülkelerin ekonomik ve sosyal kalkınmışlığını ölçen BM İnsani Gelişmişlik Endeksi’nin de ‘İslam Dünyası’na dair anlattıkları çok farklı değil. Aralarında dünyanın en zengin enerji ve doğal kaynaklarına sahip ülkeler de bulunmasına ragmen İslam ülkelerinin 187 ülke arasındaki yeri maalesef pek bir iç karartıcı. 57 İslam ülkesinden sadece 19’u bu endekste dünya ortalaması olan 0.682 puanın üzerinde yer alıyor. İlk 50’de yer alanlar ise, refahlarını tamaman enerji kaynaklarına borçlu olan BAE, Brunei, Katar ve Bahreyn’den ibaret.

    Dünya Ekonomik Forum’u verilerine göre ise, İslam ülkeleri beyin göcünün en fazla görüldüğü ülkeler arasında. Değerlendirmeye tabi tutulan 38 İslam ülkesinden sadece 11’i kendi ülkelerindeki kabiliyetli insanlara fırsat oluşturma imkanı sunabiliyor. Bu 11 ülke arasında Türkiye bulunmuyor. Ekonomik ve sosyal kalkınma için üretimi dünya ortalamasının çok gerisinde seyreden ‘İslam Dünyası’ mevzu üreme olunca birden dünya ortalamasının bir hayli üzerine çıkıyor. 2009 yılı verilerine göre, ortalama doğum oranı 3,46 olan ‘İslam Dünyası’, 2,47 olan dünya ortalamasının 1 çocuk üzerinde yer alıyor. Nijerya’da bu oran 7,12, Afganistan’da 6,42, Somali’de 6,36 iken 16 İslam ülkesindeki doğum oranı dünya ortalamasının 2 katı seviyesinde seyrediyor.

    NE İSLAMÎ, NE İNSANÎ BİR ‘İSLAM DÜNYASI’

    Farklı alanlarda birbirini teyid eden benzer figürleri artırmak mümkün ama sanırım çok da gerekli değil. ‘İslam Dünyası’ sadece ekonomik ve sosyal gelişmişlik alanında değil, maalesef insani, ahlaki ve siyasi gelişmişlik alanlarında da sınıfta kalıyor. Temel insan hak ve özgürlüklerine saygı, adalet, hukukun üstünlüğü, hesap verebilirlik, şeffaflık, sosyal adalet, çoğulculuk, empati, hoşgörü gibi evrensel demokratik insani değerler açısından tam anlamıyla dökülen ‘İslam Dünyası’nın İslami değerler açısından sefaletini ise bundan birkaç yıl önce yapılan bir bilimsel endeksleme gözler önüne sermişti.

    Müslümanlar, İslam’a uygun bir hayat yaşarlarsa hem ahirette hem de dünyada mutlu, huzurlu ve mürrefeh olacaklarını düşünürler. Bu kadim düşünceyle ‘İslam Dünyasındaki hazin gerçekler arasındaki geniş uçurum aslında Müslümanlarla İslam arasındaki uçurumun da net bir göstergesi niteliğindedir. S. Rehman ve H. Askari isimli iki sosyal bilimci, teori ile pratik arasındaki bu yaman çelişkinin peşine düşmüş ve 2010 yılında oldukça kapsamlı bir çalışma yapmışlardı. Birincil kaynaklardan yola çıkarak öncelikle temel İslami prensipleri belirlemişler, daha sonra da eldeki verileri kullanarak dünyadaki 208 ülkenin bu prensiplere ne kadar uygun hareket ettiklerini incelemişlerdi. Bu incelemeden elde ettikleri verileri dört başlıkta endekslemişler ve bu endekslerin ortalamasını alarak ülkelerin ne kadar İslami" olduklarını belirlemişlerdi.

    Rehman ve Askeri, iktisadi endeks için faizli enstrümanların yaygınlığı, rüşvetli işlemlerin sıklığı gibi değişkenlerin yanısıra vergilerin adilliği, sosyal adalet, özel mülkiyetin korunması gibi faktörlere bakmışlardı. Hukuk ve yönetişim endeksinde kanun hâkimiyeti, yargının bağımsızlığı, yönetim etkinliği vs. gibi faktörleri incelemişlerdi. İnsani ve politik haklar endeksinde sivil ve politik haklar, kadın hakları gibi konuları değerlendirmişlerdi. Uluslararası ilişkiler endeksinde ise çevresel faktörlerden askeri harcamalara kadar değişik konuları irdelemişlerdi.

    İSLAMÎLİKTE İSRAİL’İN BİLE GERİSİNE DÜŞEN İSLAM ÜLKELERİ

    Neticede, ülkeler için temel ‘İslamilik’ sıralaması yapmışlar ve son derece şaşırtıcı sonuçlara ulaşmışlardı. İran, Suudi Arabistan gibi güya Şeriat’la yönetilen ülkeler sıralamada ilk 50’ye hatta ilk 100’e bile girememişlerdi. İslamilik endeksinde ilk 3 sırayı Yeni Zelanda, Lüksemburg ve İrlanda almış bunları Danimarka, İngiltere, Norveç gibi ülkeler takip etmişti. Hatta İsrail, iki ülke hariç İslamilikte tüm Müslüman ülkelerin önünde yeralmıştı. İslam ülkeleri arasında en üst sırayı 38. sırada Malezya almış, Kuveyt ise ilk 50’ye 48. sırada görebilmişti. Türkiye ise en İslami 103. ülke olarak değerlendirilmişti. Suudi Arabistan 131, İran 163 ve Afganistan 169. sırada yer almıştı.

    Bu endeks, birer siyasi istismar malzemesi olarak dillerine pelesenk ettikleri İslam’ı ve Allah’ı ağzılarından düşürmeyen siyasal İslamcı yoz bir güruhun Türkiye’yi getirdiği şu feci hali de açıklıyor aslında. Tıpkı ülkedeki bu gümbürtülü çöküşün başmüsebbibi Erdoğan rejiminin tüm dünyada olduğu gibi ‘İslam Dünyası’nda da cehalet, yoksulluk ve ayrılıkla mücadele eden Hizmet Hareketi’ne yönelik baskı ve tenkil çağrısına neden daha ziyade ‘İslam Dünyası’nda karşılık bulduğunu açıkladığı gibi…

    ‘İSLAM BARIŞ DİNİDİR’ DEMEKLE OLMUYOR…

    Yıllarca yönettiği teşkilatın yoz Erdoğan rejiminin sergilediği fanatizm, yobazlık ve yozlaşmanın en büyük destekçisi olmasına aldırmazsak şayet Diyanet İşleri eski Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun şu sözlerine hak vermemek imkansız: Bugün İslam dünyasında şiddetin, terörün, nefretin olduğu doğrudur. Bununla yüzleşmemiz gerekiyor. İslam adaletten çok söz eder, fakirin yanında olmaya teşvik eder ama bugün İslam dünyasında insan değeri çok aşağılarda… Toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal hayatında çok büyük çatlaklar, zaaf noktaları varsa ve fırsat eşitliği yoksa, insanlar tüm sorunlarını dini alana taşıyıp, öfke ve kavgalarını din üzerine yapabiliyorlar… Sorunlar giderilmeden ‘İslam barış dinidir’ demeniz karın doyurmaz… İslam üzerinden siyaset yapılması, İslam’ın ideolojik bir düzleme çekilmesi, İslam’ın kendisine büyük zarar verdi.

    Biz yine de ‘İslam barış dinidir’ demeye devam edelim ama, İslam Dünyası’nın şu zavallı ve perişan hali de ne böyle!? diye sorgulamaktan da asla geri durmayalım…

    (10 Ocak 2017)

    Erdoğan rejimi ve radikal İslamcı Komintern

    Erdoğan’ın dikta yönetimi altındaki Türkiye, gün be gün daha da tehlikeli sulara doğru hızla yol alıyor. Erdoğan rejimi, içerideki siyasal İslamcı radikalleşmeye paralel olarak yeni yol arkadaşlarını da dünyadaki radikal İslamcı unsurlar arasından belirliyor. Öyle ki Erdoğan rejimi hakkında yakında, bir zamanlar İran rejimi için kullanılan, radikal İslamcı örgütlerin Komintern’i yakıştırması yapılırsa kimse şaşırmasın.

    Son dönemde yaşananları gözünüzün önüne şöyle bir getirdiğinizde, şüphesiz ki meramımız daha iyi anlaşılacaktır. Erdoğan ve ailesinin, el-Kaide terör örgütünün finansörlerine dair BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) listesinde yer aldığı dönemde, Suudi işadamı Yasin el-Kadı ile gizliden ne kadar yakın ilişkiler içerisinde olduğu, 17/25 Aralık 2013 tarihinde patlak veren büyük rüşvet ve yolsuzluk skandalı sırasında tüm çıplaklığıyla ortaya saçılmıştı.

    Yaşanan gelişmeler, Erdoğan’ın radikal İslamcı terör örgütleri ile olan doğrudan ya da dolaylı ilişkilerinin el-Kadı ile sınırlı olmadığını gösterir nitelikte. Erdoğan rejiminin, tıpkı bir zamanlar İran’ın radikal İslamcı örgütlere destek için düzinelerce sözde insanî yardım örgütünü kullanması gibi, faaliyetlerini perdeleme amaçlı olarak İHH gibi netameli radikal İslamcı yardım kuruluşlarını kullanan Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) orkestrasyonunda Suriye ve Irak’taki radikal terör örgütlerine binlerce tır dolusu silah ve mühimmat taşıdığını dünyada artık bilmeyen yok. Belki de bundan olsa gerek, Erdoğan rejiminin uluslararası radikal İslamcı örgütlerle ilişkilerinde düne göre bugün daha farklı bir siyaset güttüğü görülüyor.

    Siyasi karakteri tüm dünyada daha iyi anlaşıldıkça, Erdoğan dikta rejimi iki şeyi daha görünür şekilde yapma temayülü gösteriyor. Bir taraftan, Batı ve Batı merkezli uluslararası örgütlerle olan on yıllara dayalı ilişkiler sistematiğini bozuyor. Diğer taraftan ise radikal İslamcı örgütlerle olan alengirli ilişkilerini daha pervasız ve görünür hale getiriyor. Erdoğan rejiminin kendisine olan güveni arttıkça bu konudaki bugünkü pervasızlığının daha da artması beklenebilir.

    TÜRKİYE’DE KARAMAN, ARAP DÜNYASINDA KARDAVİ

    Güzelim İslam dinini Erdoğan’ın siyasal İslamcı yoz siyaseti uğruna istismar eden Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in, halen El Kaide’yi Finanse Eden Kişilere dair BMGK’nın yaptırım listesinde yer alan Irak Müslüman Alimler Heyeti Genel Sekreteri Müsenna Haris ed-Dari ile açıktan görüşmesi de, mutlaka, bahsini ettiğimi bu pervasızlıkla ilişkili. Tartışmalı kişiliğiyle bilinen Görmez, belli ki, el-Kaide ve Taliban’ın finansörleriyle açıktan görüşmek suretiyle, zaten zihniyet akrabalığı içerisinde bulunduğu bu radikal İslamcı gruplarla yakınlığını gizleme ihtiyacı bile duymuyor artık. Görmez’in ed-Dari’ye ‘sizi yeterince tanıyorum’ demesi, çalışma ve çabalarını ‘takdirle karşıladığını’ ve bu çabalara saygısını ifade etmesi de cabası.

    El-Kaide’ye ve Taliban’a desteği, sonradan ortaya çıkan IŞİD’e ise ‘biat’ derecesinde bağlılığı ile bilinen Hizb-i İslami lideri Gülbeddin Hikmetyar’ın, 2003’ten bu yana bulunduğu BMGK’nin terör listesinden çıkarılır çıkarılmaz, Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye’deki terör listesinden çıkarılmasını da burada not etmeliyiz. Şiddet ve terörle uzaktan yakından alakası olmayan siyasi veya sosyal irili ufaklı muhaliflerini anında terör listesine alıp yüzbinlerce insanı işinden gücünden eden, malvarlıklarına el koyan, onbinlercesini hukuksuz ve keyfi bir şekilde hapse tıkan harami bir terör rejimi için doğrusu göz yaşartıcı bir hassasiyet ve çabukluk...

    EZİLMİŞLİK DUYGUSU, YOKSULLUK VE CEHALET ERDOĞAN’A YARIYOR

    Tıpkı Humeyni’nin İslam dünyasının liderliği ve hamiliğine soyunma sevdası ve bu uğurda dünyanın dört bir bucağındaki radikal İslamcı hareketlere destek verip kucak açması gibi, hırsızlığına, rüşvetçiliğine, gaspçılığına, zalimliğine, yalancılığına ve müfteriliğine bakmaksızın benzer bir role soyunarak Halifelik rüyasının peşinde koşan Erdoğan da Humeyni rejimi ile benzer bir yolu izliyor. 1,5 milyarlık İslam dünyasında, o dönem ağırlıklı olarak, topu topu 100-120 milyonluk Şiiliğe hitap eden, tüm çabalarına rağmen mezhep bariyerini aşmakta güçlük çeken Humeyni’nin aksine Erdoğan’ın önünde daha güçlü bir potansiyel bulunuyor. İslam coğrafyasını kasıp kavuran ezilmişlik duygusu, yoksulluk ve cehaletin körüklediği fanatizm Erdoğan’ın şansını büyütüyor. Erdoğan da insafsız zulmünü ve tescilli hırsızlıklarını yüzüne vurmayacak böyle bir dünyaya liderlik için Türkiye’nin yüzlerce yıllık yönelim ve birikimlerini berheva etmekten çekinmiyor.

    Erdoğan’a bu amaçla yurtiçinde ve yurtdışında yardıma koşan siyasal İslamcı figürlerin ise haddi hesabı bulunmuyor. Mesela, radikal fikirleri ile bilinen ve kıymeti kendinden menkul Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı ünvanını kullanan Yusuf el-Kardavi, geniş Sünni_Arap coğrafyasında, İslam dinini Erdoğan’ın yoz siyasal İslamcı ideolojisinin ahlaksızca istismar malzemesi yapan Hayrettin Karaman’ın Türkiye’de üslendiği tiksindirici rolü üstlenmiş bulunuyor. 10’dan fazla Arap ülkesinden gelmiş görüntüsü altında İslam alimlerinin katılımıyla İstanbul’da düzenlenen Teşekkürler Türkiye gibi programlarda sahne alan Kardavi gibi radikal İslamcı isimler, sürekli ve sistematik olarak, Erdoğan’a koşulsuz desteklerini ifade ediyorlar.

    SİVİL TOPLUMA KIRMIZI, RADİKAL İSLAMCI ÖRGÜTLERE YEŞİL IŞIK

    Geçtiğimiz Cumartesi sabahı, Erdoğanist gençlik örgütlerinden Anadolu Gençlik Derneği (AGD) ve Milli Gençlik Vakfı (MGV) tarafından Ayasofya’nın açılması talebiyle organize edilen sabah namazını Mescid-i Aksa İmamı diye duyurulan Mohammed Ali El Abbasi’nin kıldırması, duayı ise Suriyeli Alimler Birliği Başkanı Şeyh Usame Er Rifai’nin yapmasının da bu açıdan bir anlamı bulunuyor.

    Dünyada eğitim, barış ve diyalog çabaları ile bilinen ve bugüne kadar tek bir şiddet hadisesine karışmamış Hizmet Hareketi’ne alçakça terör örgütü iftirası atarak, iplerini ele geçirdiği devletin tüm zorlayıcı unsularını Hizmet’in masum mensuplarına karşı soykırım boyutlarına ulaşan sistematik zulüm için seferber eden Erdoğan, adı terör ve şiddetle, sapkınlık ve suçla anılan radikal İslamcı gruplara ve isimlere ise, alabildiğine kucak açıyor.

    En sivil sosyal faaliyetlere bile ‘güvenlik’ ve ‘OHAL’ gerekçesiyle izin vermeyen, faaliyette israr edenlerin üzerine yüzlerce polisi saldırtan Erdoğan rejimi, bugün hapisteki militanlarını tek tek saldığı, domuz bağı diye bilinen insanlık dışı işkence yöntemlerini ise polis merkezlerinde sistematik şekilde uygulamaya koyduğu radikal dinci terör örgütü Hizbullah’ın kılık değiştirmiş hali olan HüdaPar’ın onbinlerce insanla mitingler yapmasına ise destek oluyor.

    Öte yandan, her ne zaman ABD veya Rusya’ya gidecek olsa göstermelik operasyonlar düzenlettiği IŞİD ve el-Kaide militanlarını üç-beş gün sonra arka kapıdan salarken, bu örgütlere sahici operasyon yapan güvenlik görevlilerine ise vatan haini muamelesini layık görüyor. Aynı Erdoğan, Türkiye’de yüzlerce terör eylemine adı karışmış İBDA-C’nin ve el-Kaide uzantısı Tahşiye liderlerini serbest bırakmakla kalmayıp bağrına basıyor. Bu terör örgütlerine operasyonda yer almış adli ve kolluk mercilerinden ise, adeta intikam alıp, hepsini hapse tıkmış durumda.

    BİR SAPIĞIN FİKİRLERİYLE ONBİNLERCE GENÇ ENDOKTRİNE EDİLİYOR

    Bunları yapan Erdoğan, 6 yaşındaki kız çocuğuyla evlenilebilir diye fetva veren bir sapık olan Nureddin Yıldız’la yakın ilişkiler geliştirmekten kaçınmıyor. Radikal fikirlerinden etkilenerek Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrei Karlov’u katleden militana mentorlük yapan Nureddin Yıldız gibi, tüm diğer radikal İslamcı isimler de el üstünde tutuluyor. Bu tür isimlere, AKP ve Erdoğan ailesi ile ilintili tüm örgüt ve kuruluşlarda konferans üzerine konferanslar verdiriliyor.

    Pek çok uluslararası radikal İslamcı terör örgütü ile temas ve ilişkilerini İHH, İmkan-Der ve son zamanlarda sayıları pıtırcık gibi artan benzeri sivil görünümlü operatif örgütler üzerinden yürüten Erdoğan rejimi, bu tür örgütlerin bir kısmıyla ilişkilerini de demokrasi değerlerine karşı açıktan Cihad ilan eden Nurettin Yıldız üzerinden yürütüyor.

    Erdoğan ailesinin el üstünde tuttuğu Nurettin Yıldız’ın, Hindistan, İngiltere ve Kanada’nın terör listesinde yer alan Hint asıllı radikal İslamcı Zakir Naik ve Ahrar el-Şam’ın öldürülen lideri Ebu Abdullah el-Hamavi ile gerçekleştirdiği görüşmelerin Erdoğan’dan bağımsız olduğu düşünülemez. Demokrasiyi kafir işi gören, düşman olarak gördüğü Hizmet Hareketi mensuplarının asılmasını, ellerinin kesilmesini isteyen Nurettin Yıldız’ın bu görüşlerinin Erdoğan rejimi ve bizzat Erdoğan ailesi tarafından onbinlerce gencin radikal İslamcı fikirlerle endoktrinasyonunda kullanılması anlatmaya çalıştığımız fotoğrafla tam bir bütünlük arzediyor.

    BATILI ŞEHİRLERİ VURAN TERÖR TESADÜF MÜ, SENKRONİZE Mİ?

    Erdoğan rejimi altındaki Türkiye, maalesef bir zamanlar İran’ın olduğu gibi, hızla uluslararası radikal İslamcı örgütlerin ve uluslararası radikal İslamcı terörün koordine edildiği bir merkez haline geliyor. Erdoğan, her ne zaman Avrupa ülkelerine Siz böyle davranmaya devam ederseniz, yarın dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Avrupalı, Batılı, güvenle, huzurla sokağa adım atamaz, gibi sözler etse, hemen akabinde, Avrupa şehirlerinde bombaların patlaması, kanlı terör saldırıların gelmesi artık tesadüften öte bir senkronizasyon meselesi olarak görülüyor.

    Brüksel, Stockholm ve St. Petersburg saldırılarına adı karışan radikal İslamcı teröristlerin hepsinin yolunun bir şekilde Erdoğan rejimi altındaki Türkiye’den geçmiş olması, bu konudaki şüpheleri güçlendiriyor. Doğrusu, vakti zamanında Humeyni rejiminin milyarlarca dolar harcamak pahasına başaramadığını Erdoğan rejimi başarmış gibi gözüküyor.

    Erdoğan rejimi, bir taraftan, muazzam kirli parasıyla bazı İslam ülkelerindeki yoz rejimlere adam kaçırma dahil, tüm kirli işlerini gördürebiliyor. Diğer taraftan ise, IŞİD’den el-Kaide’ye, Hamas’tan Hizbullah’a, Taliban ve Hizb-i İslami’den Özbek menşeli Katibat el-Tevhid’e varıncaya kadar pek çok radikal İslamcı örgüt üzerinden uluslararası kirli operasyonlar yapma kapasitesine ulaşmış görünüyor. Erdoğan rejiminin, kokusu ve korkusu hızla dünyaya yayılan devasa bir terör imparatorluğu üzerinde oturduğuna dair yaygın görüş, her geçen gün güç kazanıyor.

    OL MAHİLER Kİ DERYA İÇREDİR DERYAYI BİLMEZLER

    Türkiye halkı ise, ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler hesabı neye alet edildiklerinin ve kendilerini yakında ne tür felaketlerin beklediğinin pek farkında olmasa da, dünya kamuoyu neyle karşı karşıya olduklarının son derece farkında. Çünkü, bu konuda hem el-Kaide’nin terör imparatorluğu, hem de 1979 Devrimi sonrası İran’ın nasıl hızla uluslararası radikal İslamcı terörün koordine ve komuta edildiği bir merkezi ve adeta radikal İslamcı örgütlerin bir Komintern’i haline geldiğine dair çok acı tecrübeleri

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1