Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Kola
Kola
Kola
Ebook582 pages6 hours

Kola

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

100 bölüm, 100 bin kelimelik, bölümlerin kelime sayılarının grafiğe girildiğinde kola şeklini verdiği bir fantastik roman.


Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Gabriel Garcia Marquez ve Umberto Eco romanda karakter olarak yer alıyor.


Paralel evrenler. Kurgu içinde kurgular.


Bu kitabı okumayan birine anlatamazsınız.

LanguageTürkçe
Release dateJul 21, 2020
Kola

Read more from Semih Süren

Related to Kola

Related ebooks

Reviews for Kola

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Kola - Semih Süren

    Bölüm 1 (1160 kelime)

    K itaplarımı ben yazmadım Evita. Hiçbirini.

    Yaşlı yazar böyle söyleyince uzun, çok uzun, rahatsız edici bir sessizlik oldu. Selim Sezer ne düşündüğünü anlamaya çalışarak genç ve güzel karısının yüzüne bakmayı sürdürdü.

    Bir şey söylemeyecek misin?

    Anlaşılmaz bir ifadeyle kocasına baktı Evita. Dudakları titredi, gözleri büyüdü. Selim Sezer kılları ağarmış titreyen elini yorganın altından çıkardı. Evita'nın çenesini kavradı. Yaşlılıktan sertleşmiş kalın başparmağıyla karısının yanağını okşadı.

    Evita aynı zamanda Sezer'in son iki kitabının İngilizce çevirmeniydi. Eski İngilizce çevirmeni, Evita'nın anneannesi Mukaddes Hanım, ölümünden birkaç ay önce iki haftalığına İstanbul'da bulunmuştu. Evita'yla o zaman tanışmışlardı.

    EKIM 1994

    Mukaddes Hanım, öleceği içine doğmuşçasına, yakın arkadaşı Sezer'i ve uzun süredir görmediği çocukluk şehrini ziyaret etmek istedi. Kendisi gibi hayatının ilk on beş yılını Türkiye'de  geçiren güzel torununu beraberinde getirdi.

    Evita sorunlu, asosyal, anlaşılmaz, merak uyandırıcı bir kızdı. Önceki yaz üniversite eğitimi almayı reddettiği için ailesiyle arası açılmıştı. Annesinin baskılarından çok çekmiş, katlanamayıp evi terk etmişti. Anneannesinin Manchester'daki evine yerleşmiş ve Mukaddes Hanım'ın el yazması çevirilerini temize çekmekle meşgul olmuştu. Bir edebiyat aşığıydı çünkü.

    Dünyalar güzeliydi fakat tanıdığı tanımadığı herkesi güzelliğinden mahrum bırakırdı. Kusursuz güzelliğini değersiz bulur, kendini yetiştirmek, derinleştirmek isterdi. Çalışkan bir çevirmen olan, çok iş alan ve günde asgari altı saatini masa başında geçiren Mukaddes Hanım dahi güzel torunu kadar uzun süre güneş ışığından uzakta kalıp kendini eve kapatmaya tahammül edemezdi.

    Mukaddes Hanım torunundaki sabrın ve azmin kuvvetinin farkına varınca onu da çevirmenlik yapması için yüreklendirmişti. Ona kısa soluklu küçük çeviriler ayarlamıştı. En ilginci de bir tanıdık vasıtasıyla İstanbul'dan gelen bir teklifti. Yeni yayına başlayacak İslami bir TV kanalında yayınlanacak belgesellerin orijinal metinlerini dublaj için Türkçeye çevirmesi isteniyordu. Genç yaşına rağmen iki dile de sanılanın ötesinde hakim olan Evita için çerezlik uğraşlar olmuştu bunlar.

    Dünyaca meşhur romancı Selim Sezer Cihangir'de Rumlardan kalma seksen küsur yıllık ancak bakımlı bir hanın çatı katındaki genişce bir ofis evde yaşıyordu.

    O karanlık sonbahar gününde, elinde bir kupa hazır çorbayla pencerenin kenarında duruyor, sokağa bakıyor, uzun süredir görmediği Mukaddes Hanım'ı getirecek taksiyi gözlüyordu.

    Çorbasını yarılamamışken karşı kaldırıma bir taksi yanaştı. Önce uzun bacaklı, atkılı, güzel bir kız, hemen ardından da Mukaddes Hanım olamayacak denli yaşlı, şık bir bayan indi. Selim Sezer cama iyice yaklaştı, onların taksiyi uğurlayıp kol kola binaya yürüyüşlerini izledi. O esnada çalan telefonu cevaplayıp yayınevinden arayan çalışanlardan biriyle bir dakika kadar konuştu. Görüşmesi bittiğinde dairenin kapısı çaldı.

    Selim Sezer kapıyı açınca atkılı kıza kibarca gülümsedi, yaşlı kadının eldivenli ellerini avucunun içine alıp sıktı, sarıldı ona. Kendisiyle görüşmeyeli kadıncağız ne kadar çökmüştü.

    Ah, Mukaddes Hanımcığım, dedi hüzünden kaynaklanan kalp sıkışmasını duymamaya çalışarak, arayı ne kadar uzattık bu sefer. Buyurun, lütfen buyurun. Siz de hoş geldiniz kızım.

    Hoş bulduk efendim, diyebildi Evita yüzü kızararak.

    Mukaddes Hanım güçlükle soluyarak içeri geçti, mantosunu çıkarıp torununa uzattı, hemen bir yer bulup oturdu.

    Gençleşmissiniz siz Selim Bey, dedi otururken. İyi bakmışsınız kendinize.

    Gülümsedi Selim Sezer. Kızın elinden mantoyu aldı. Ya, ne demezsiniz...

    Sahi diyorum.

    Öyle diyorsanız... Mantonuz elimde kaldı; asıp geliyorum. Lütfen kızım, siz de ayakta kalmayın.

    Selim Sezer, tekli bir koltuğun üzerindeki kitapları alıp çalışma masasının üzerine koyarak Evita'ya oturması için yer açtı. Askılıkta yer bulamayınca konuğunun mantosunu yan odadaki kanepenin üzerine bıraktı. Lavaboya uğradı sonra. Ellerini ıslatarak saçlarına şekil verdi. Faullerinin hacmini azalttı. Aynaya sırıtarak dişlerini kontrol etti. Bunları bilinçsizce yapıyordu. Evita'nın varlığının üzerinde aniden garip bir etki yarattığının bilincinde değildi.

    Çay demleyip içtiler. Mukaddes Hanım'ın taksiyi yol üzerindeki pastanelerden birinin önünde durdurup Evita'ya aldırttığı poğaçalardan yediler. Çaylarından ilk kaynar yudumlarını alırlarken Mukaddes Hanım torununu yaşlı yazara şu sözlerle takdim ediverdi:

    Sizi en derin, en özel, en tutkulu genç okurlarınızdan biriyle tanıştırmama izin verin Selim Bey.

    Yaşlı yazar, Tekrar hoş geldiniz, dedi Evita'ya. Mukaddes Hanım, Evita torunum olur, dediğindeyse tatlı bir gülümseme belirdi yüzünde. Evita! dedi. Evita'sın demek. Gülümsemesi belirginleşti. Seni bir defasında kucağıma aldığımı hatırlıyorum.

    Selim Bey seni kolunda bakkala kadar taşımış, sana gofret almıştı.

    İnanmıyorum, diyerek sevindi Evita.

    Başka şeylerden konuştular, hatıralardan bahsettiler. Çay faslı geçildiğinde Mukaddes Hanım çantasından bir dosya çıkarıp yazara uzattı. Sezer'in yerel gazeteler, dergiler için kaleme aldığı bazı ısmarlama yazıları Evita boş zamanlarında İngilizceye çevirmişti.

    Selim Sezer çevirilere göz attıktan sonra, İlginç. Çok enteresan. Benim orijinal metinlerimle bu çevirileri karşılaştıracak birisi kolaylıkla çevirilerinizin orijinal metin, benim metinleriminse onların Türkçe çevirileri olduğu kanısına varabilir, sözleriyle Evita'yı övdü.

    Sonra yine başka şeylerden söz ettiler.

    Bir ara Selim Sezer, Rahmetli annene ne kadar benziyorsun, dedi Evita'ya.

    Yaşlı yazar böyle söyleyince uzun, çok uzun, rahatsız edici bir sessizlik oldu.

    KASIM 2005

    Şimdi, on bir yıl sonra, aynı Evita olanca güzelliğiyle yanında uzanıyor ve yaşlı yazarın sarfettiği sözlerin yol açtığı şoku üzerinden atmaya çalışıyordu.

    Selim Sezer genç karısını öpüyor, sakinleştirmeye çalışıyor, Canım ağlama ne olursun, diyordu.

    Evita'nın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Çok ağlıyordu. İhtiyar onu yatıştırmaya çabaladıkça gözyaşları daha bir hızlanıyordu. Yatakta oturur bir vaziyet almıştı. Ağlamamak için kendini zorluyordu. Derin nefesler alıyordu.

    Duş alacağım, deyip çıktı yataktan, gardıroptan aldığı bir havluyla banyoya girdi.

    Peşi sıra gelen yaşlı kocasına:

    Biraz yalnız kalayım Selim, dedi kanlanmış gözleriyle. Lütfen.

    Peki balım, dedi ihtiyar anlayışla. Kendine geldiğinde konuşalım. Ofiste olacağım.

    Banyodan çıktı Selim Sezer, kapıyı çekti. Yatak odaları o sabah epeyi serindi. Kendini üşütmemek için çabuk hareketlerle soyundu, pijamalarını çıkarıp günlük kılığa büründü. Bir kat aşağıdaki konuk salonundaki geniş sofra masasında kahvaltı hazırlanmış, kendisini bekliyordu. Köşkün işlerine bakan Semiha Hanım onu görünce televizyonun sesini kıstı.

    Bu sabah geç kaldın Selim Bey, dedi kadın.

    Uykumu alamadım bir türlü. Burnun açıldı mı Semiha Hanım?

    Eh, o kadar ıhlamur içince...

    Kız nasıl, öksürüyor mu daha?

    "Ateşlendi gece yarısı. Orhan Bey sağ olsun acile götürüp getirdi.

    İğne vurdurduk getirdik. Mızmızlandı durdu. Zor uyuttum."

    Beni niye kaldırmadın Semiha Hanım? dedi Selim Sezer. Üzülmüştü.

    Sen uyudu mu uyanmak mı biliyorsun!

    Sen de haklısın. Ee, nerede Orhan Bey? O yatmaz ki bu saate kadar. Sofra da öylece duruyor, dokunanı olmamış.

    Orhan Bey hiç uyumadı ki! Hastaneden geldikten sonra hortlak gibi buralarda oyalandı. Abartmıyorum bir termos kahve içti. Ben de onunla oturdum. Kız yine ateşlenir diye telaştaydım. Dergi baktık, sohbet ettik. Telefon bekliyordu. Hava ışırken aradılar. Öyle kan çanağı gözlerle, aldı paltosunu, sigarasını tüttüre tüttüre çıktı. İşi çokmuş bu aralar.

    Âlem adam! İş uyduruyor kendine. Onluk iş yok ki şimdi. Temel kazılıyor işte. Haldır haldır çalışıyor makineler gece gündüz.

    Ben bilmem. Çay bayatlamıştır. Yeni demleyeyim istersen.

    Yok uğraşma, kahve içerim. Yaşar Bey hani?

    Odasına dönmediyse bahçedeydi o. Geceleyin çiseledi ya, sümüklü böceklere bakacakmış.

    İyi, ben onu bulayım madem, kahvaltı edelim beraber.

    Evita inmeyecek mi hiç? diye sordu kadın.

    Yaşlı adam esnedi, sakalını kaşıdı.

    Birazcık daha yatacakmış. İner sonra, dedi. Zaten hava kapalı. Kalkıp n'apsın.

    Tamam Selim Bey. Acele etmeyin, oyalanın biraz. Milföy indireceğim buzluktan. Yarım saat işi var. Hem de yeni çay demleyeyim ben.

    Sen bilirsin.

    Selim Sezer ayağına bir çift bağcıklı bot geçirip bahçeye çıktı. Baharları yazları kalabalık kahvaltılar yaptıkları kameriyenin bulunduğu arka bahçeye doğru yürüdü.

    Evita yukarıda kaynar duşun altında hüngür hüngür ağlıyor, duşakabinin duvarlarına vuruyordu. Gerçek şu ki Evita kendisini boşu boşuna hırpalamaktaydı. Anlamamış, dinlememiş, birden kendini kaybetmişti. Ortada derhâl fark edilip çözülmesi gereken bir yanlış anlama vardı: Kocasının itirafını ciddiye almayarak o sözleri apansız gelen bir bunamanın işareti olarak görmüştü. Oysa yaşlı yazarın maşallahı vardı.

    Bölüm 2 (1195 kelime)

    Bir yamacın eteklerine kurulmuş Sezer Köşkü üç katmanlı enfes bahçesiyle hayranlık uyandırıyordu.

    Köşkün bulunduğu zemin bahçe katı dört mevsim yemyeşildi. Köşkün arka cephesi geniş sayılabilecek bir açıklığa bakardı. Çelik iskeletli taş betonlu geniş kameriye açıklığın ortasındaydı. Havalar soğuduğu ve bahara kadar kullanılmayacağı için üzerine fermuarlı kalın bir naylon kılıf örtülmüştü. Bahçede ufak bir garaj vardı. Ferforje dış bahçe kapısından garaja uzanan beton yol otuz metre kadardı. Bahçe sınırlarını belirleyen alçak duvarların diplerinde mevsime uygun çiçekler yetiştirilirdi. Çiçeklerin bakımını belirli aralıklarla gelip çimleri kesen, çalılıkları budayan bahçıvanlar üstlenirdi.

    Zemin bahçeden mermer merdivenlerle ulaşılan birinci kat bahçe işlevsel sayılmazdı. Sezer yukarı bahçedeki ofisine çıkarken güzelliğiyle gönlü okşansın diye oradaydı sanki. Bazı günler çamur gibi kirli yağan yağmur sularından ve kuşların taşıdığı pisliklerden kararmış ufak bir fıskiyesi vardı. Yaprak ve yosunla örtülüydü. Bahçe pek dardı. Birkaç adet meyve vermeyen alçak ağaçla renkleniyordu. Fakat ağaçlardaki isimsiz yemişlerden olacak çevredeki kuşlar en çok bu bahçeye rağbet ediyordu.

    Başka mermer merdivenler takip edilerek ikinci bahçeye ulaşılıyordu. Merdivenlerin hemen bitiminde egzotik bir otel odasını veya gözden uzak bir orman kulübesini andıran biçimiyle Sezer'in ofisi yer alıyordu. Ofisin az ilerisinde üzerine örtülen muşambanın ortasında yağmur suyu birikmiş bir yüzme havuzu vardı. Daha ileride de meyve, sebze, çiçek yetiştirilen orta büyüklükte bir cam sera bulunuyordu. Köşk sınırı serayla birlikte son buluyordu. Alçak ama kalın duvarların arkasında yemyeşil, güzel kokulu, serin, sisli bir koru yamacın yukarılarına doğru göz alabildiğine uzanıyordu.

    Yaşar Bey'le Semiha Hanım'la sohbet ederek, gazeteleri karıştırarak, TV izleyerek yaptığı kahvaltının bitiminde Selim Sezer şemsiyesini alıp ofisinin yolunu tuttu. Hafifçe yağmur çiseliyor, şemsiyesinde tıpırdıyordu. Ortalığı müthiş bir toprak ve yeşillik kokusu almıştı. Bahçeyi kuşatmış sayısız salyangozun üzerine basmamak için ihtiyar adam başını kaldırmadan, atacağı adımları kollayarak yürüyordu.

    Selim Sezer karısının sandığı gibi bunamamıştı, ancak son zamanlarda tek başına ofisine kapandıktan sonra yaptığı şeyi bir gören olsa kolaylıkla Evita'nın korkusunu paylaşabilirdi. Her gün kahvaltının ardından ofise giderdi ve en azından bir saat kimseyi yanında istemezdi.

    Her gün yaptığı tuhaflıkları o gün de yaptı. Ofisinde boyunca bir kara tahtası vardı. Eline tebeşiri aldı, tahtanın karşına dikildi, eğik, titrek yazısıyla bir şeyler yazıp durdu. Sonra dijital fotoğraf makinesiyle yazdıklarının fotoğrafını çekti. Eğilip kalkmamak için tahtanın yalnızca göz hizasındaki kısımlarını kullanıyordu. Fotoğraf makinesini bırakıyor, yazdıklarını siliyor, sildiği yerleri yeni satırlarla dolduruyordu. Fotoğraflarını çektikten sonra bunları da siliyordu. Aynı işlemi birkaç defa daha yineledi.

    Günün son fotoğrafını çekip tahtayı temizledikten sonra çalışma masasına oturdu, bilgisayarını açtı. Çektiği fotoğrafları dijital makinenin hafıza dosyasından kesip bilgisayarının masaüstüne yapıştırdı. E-mail hesabını açtı. Fotoğrafların tümünü konu kısmına günün tarihini yazdığı boş bir maile ekleyerek kendi e-mail adresine gönderdi. Daha sonra masaüstüne dönerek fotoğraflardan kurtuldu. Geri dönüşüm kutusunu boşalttı. Böylelikle o günkü mesaisinin sonuna gelmiş oldu. İhtiyar yazarın tam olarak ne yaptığını anlamak mümkün değildi.

    Evita'nın kendine geldiğinde dosdoğru ofise gelip kendisine hesap soracağını ve itirafının detaylarını anlattıracağını zannediyordu. Gerçeği önce Evita'ya anlatmak istemişti. Asıl zor olan gerçekleri köşkte yatılı ağırladığı dört dostuna açıklamak olacaktı. Evita'nın desteği olmaksızın bunu yapabileceğinden şüpheliydi. Şimdi bunları düşünmenin sırası olmadığını düşündü. Evita'yı beklemeli, geldiğinde ona her şeyi açık açık anlatmalıydı. Sonraki bir saat içerisinde gelir sanıyordu.

    Ha gelir ha gelecek diyerek bir saat oyalandı. Kitap okudu, televizyonu açıp kanalları gezdi, internet sözlüklerindeki kendi adına açılmış başlıklara eklenenleri okudu, akvaryumda beslediği Liepajas isimli iri salyangozuyla ilgilendi, sallama yeşil çay hazırlayıp yağmuru izledi.

    Karısıyla köşkte değil ofiste konuşmak istiyordu. Çünkü yine ağlayabilirdi Evita. Onu ağlattığını kimseler duymasın istiyordu. Akşama kadar bekleyecekti ofiste. Evita o vakte kadar gelmeyecek olursa, akşam yemeğinden sonra Evita'yı alıp buraya getirecek, olan biten her şeyi her ayrıntıyı anlatacaktı.

    Yağmuru izlemekten sıkılınca çayını tazeleyerek tekrar bilgisayarın başına oturdu. Hafta başında, ilgiyle takip ettiği Lost ve Nip/Tuck isimli Amerikan dizilerinin önceki hafta yayınlanan bölümlerini indirmişti. Hoparlörün sesini açtı, arkasına yaslandı. İzlediği şeye konsantre oldu. İzledikçe rahatladı. Evita ile konuşacağı şeylerin tamamen aklından çıktığı mutlu dakikalar geçirdi.

    O sırada Evita giyindi, kaldırılmayıp kendisini bekleyen sofranın başına oturdu, Semiha Hanım'ın üstelemesiyle karnını doyurdu, çay içti, Yaşar Bey'le iki çift laf etti, köşkten çıktı. Çalışma ofisine hiç uğramadan arabasına bindi. Yola çıkınca, ilk trafik ışıklarında beklerken Orhan Bey'i aradı. Orhan Bey şantiyedeki işini bitirmiş, yine inşaatla ilgili başka bir iş için Avrupa yakasına geçmişti. Selim Sezer'in de havasından, dokusundan çok haz aldığı, oturup saatlerce kitap okuduğu kafelerden birinde buluşmak üzere randevulaştılar.

    Yumuşacık tonlamalarıyla insanın ruhunu okşayan enstrümantal bir müzik çalıyordu. İnsanların uğultusu dikkat artırıcı bir beyaz gürültüye dönüşüyordu. Masalar arasında kelebekler gibi hareket eden garsonlar müşterilerden daha şık, daha asildi. Kafenin sahibi çalışanlarını modellik ajansında kaydı bulunan, fakat işsiz olup paraya ihtiyacı olan güzellerden ve yakışıklılardan seçer, onlara binlerce lira değerinde oldukça şık bir tek tip kıyafet giydirirdi. Müşterilere olanca kibarlıklarıyla hizmet eden bu insan güzelleri kelimenin tam manasıyla göz alırlardı.

    Ne?! Kendisi yazmamış mı?! dedi Orhan Bey, Evita'nın daha önce onun yüzünde hiç görmediği bir hayret ifadesiyle.

    Aynen böyle söyledi.

    Hiçbirini öyle mi?

    Öyle söyledi.

    Sustular, sessizleştiler.

    Ne diyeceğimi bilemiyorum Evita Hanım.

    Zaten ne denilebilir ki...

    Akşam yemekte iyiydi. Neşeliydi de. İnanın ne düşüneceğimi şaşırdım. Hayır unutkanlık, hafıza kaybı gibi bir şey de değil ki... Kitaplarını kendisinin yazmadığını iddia etmesi kabul edilebilir, anlaşılabilir şey değil.

    Peki ne yapacağız, nasıl davranacağız?

    Dinleyeceğiz Evita Hanım, susup dinleyeceğiz. Bakalım başka şeyler iddia edecek mi... Biz müdahale etmeyelim. Diğerleriyle konuşurum. Bilmezden geliriz. Bekleyip görürüz acaba itirafını bizlerle de paylaşacak mı diye.

    Ben ne yapmalıyım sizce?

    Bana kalırsa ters davranmamalısınız. Ama bilmiyorum. Şu an aklım çok karıştı. Uykusuzum ondan. İnanmış görünün. Rahat hissetsin kendisini. Belki aklında böyle birçok şey vardır ne zamandır ama çekindiğinden söyleyemiyordur.

    Ah, kahroluyorum.

    Çok üzgünüm. Evita'nın elini tuttu. Kendinizi salmayın Evita Hanım, dedi. Söylemek ağırıma gidiyor ama... sonuçta sonsuza kadar sapasağlam kalmıyor ne yazık ki aklımız. Selim Bey, Yaşar Bey... ikisi de yaşlarına göre çok da iyiler bile.

    Değişti Orhan Bey. Görmezden gelmekle, müdahale etmemekle hata ettim belki. Kahve içmeyi bıraktı. Bitki çayı sevmezdi, hep içiyor şimdi. Yatakta vakit öldürmeyi sevmezdi, şimdilerde uykusu gelmese bile çıkıp uzanıyor karanlıkta. Geçende hatırlıyorsunuz on yedi saat uyudu.

    Kitabıyla da ilgilenmiyor. Şimdiye kadar çoktan yazmaya başlaması lazımdı. Taslaklar bile yayımlanabilir halde. Neyi bekliyor anlamıyorum. Taburcu olduktan sonra böyle oldu. Bilmiyorum, bekleyeceğiz, anlayış göstereceğiz.

    Her şeye karşı çok isteksiz çok. Neyse, merak etmiştir beni aramışsa. Telefonumu almadım.

    Kalkalım evet. Benim de işlerim...

    Orhan Bey, ayakta uyuyorsunuz, benimle gelin siz de, bu hâlde iş peşinde koşmayın.

    Doğru söylüyorsunuz.

    Orhan Bey hesabı öderken Evita lavaboya girdi, sonra birlikte çıkıp arabalarına bindiler, birbiri ardına yola koyuldular. Bir buçuk saat sonra köşkteydiler. Hava kararmak üzereydi. Evita, Selim Sezer'in ofisten hâlâ dönmediğini öğrenince ayakkabılarını değiştirip onun yanına gitti.

    Ofisin ışıkları yanmıyordu. Evita ellerini buğulanmış cam kapıya dayayıp içeri baktı. Yaşlı kocasının bilgisayarın karşısında sandalyesinde kaykılmış vaziyette dizi izlediğini gördü. Camı tıklattı. Selim Sezer kendisini işitmeyince ayaklarının altını paspasa silerek içeri girdi.

    Selim Sezer Lost'un önceki haftaki bölümünü izledikten hemen sonra Nip/Tuck'ınkine başlamıştı. Fakat bölümün bitimine yedi sekiz dakika kala içi geçmiş ve öylece oturur vaziyette uyuyakalmıştı. Dizi oynamayı sürdürmüş, sona ermiş, kendisini başa sarmış, tekrar bitmişti. Evita ofise girdiğinde bilgisayar aynı Nip/Tuck bölümünü üçüncü kez gösteriyor, plastik cerrah Christian Troy o haftaki bölümün güzel konuk oyuncusuyla üçüncü defa sevişiyordu.

    Evita'nın uyuyan birini kesinlikle rahatsız etmemek gibi ince bir huyu vardı. Birisi uyuduğunda bir bebek uyuyormuşçasına sorumluluk duyar, etraftan tek ses çıkmasına izin vermezdi. Bu huyu sebebiyle evlendikleri günden bu yana genelde kendisinden önce uyanan kocasını öperek de olsa hiç uyandırmamıştı.

    Bölüm 3 (1230 kelime)

    Ofisin ışıklarını yaktı Evita. Bilgisayarı kapattı. Yaşlı kocasını uyandırmak hiç içinden gelmiyordu. Sandalyede değil de şuradaki kanepede uyumuş olsaydı yine uyandırmaz, kendiliğinden uyanana kadar beklerdi. Ama ihtiyarın başı bir garip duruyordu. Öyle kalmaya devam ederse kesin boynunu ağrıtırdı.

    En sonunda dayanamayıp, Selim, canım, diye fısıldadı. Selim. Sandalyenin yanında eğildi. Kocasının elini alıp yanağına bastırdı. Canım, uyan.

    Yaşlı adamın eline akvaryumun içindeki minyatür doğal bitki örtüsünü nemlendirmek için püskürttüğü organik bileşenin kokusu sinmişti. Boynunu usulca uzatıp yanağından öptü onu Evita. Pamuk gibi yumuşacık beyaz saçlarını arkaya taradı.

    Selim'ciğim, ben geldim. Uyanır mısın? Sandalyede uyuyup kalmışsın. Duymuyor musun? Uyan şekerim. Karnın da nasıl acıkmıştır.

    Tatlı tatlı sözler fısıldayarak, belli belirsiz dokunarak yaşlı adamı uyandırmaya çalıştı. Beş dakika sonra hıçkırıklara boğularak ofis telefonundan köşkü aradı.

    Semiha Abla... Selim'e bir şey olmuş! Bilmiyorum, bilmiyorum... Elim ayağım boşaldı. Orhan Bey'i gönder çabuk! Yalvarırım haydi. Ah, bilmiyorum. Git odasına çağır.

    Evita deliye dönmüştü. Kararsız bir kelebek gibi ofisin içerisinde dolaşıp duruyordu. Neyse ki Semiha Hanım'ın uykusundan uyandırdığı Orhan Bey üzerine bir şey alıp çabucak gelmişti. Kendinden geçmiş Selim Sezer'i güçlükle şöminenin karşısındaki köşe takımına taşıdılar. Yaşlı adamı sırt üstü uzandırdılar. Evita kocasının botlarının bağcıklarını çözdü.

    Ayakları terlemiş, buz gibi olmuş.

    Orhan Bey yaşlı yazarın yanaklarını hafifçe tokatlıyor, göz kapaklarını aralıyordu.

    Yapmayın öyle, öyle yapmayın, acır, diyordu Evita yüreği ağzına gelerek.

    Yok, uyanmıyor, dedi Orhan Bey evhamla. Telefonu uzatır mısınız; ambulans çağıracağım.

    Orhan Bey telefonda görüştüğü çağrı merkezi elemanına en yakın ambulansı intikal ettirmesi için adres verirken Evita yere diz çökmüş, kendisini duymayan kocasına seslenmeyi sürdürüyordu.

    Ambulanstan önce Yaşar Bey ve Semiha Hanım geldi. Merdivenleri hızlı çıkmış, soluk soluğa kalmışlardı. Selim Sezer'in ayak ucuna oturttular onları. Gözlerinin karardığını söylerken fenalaştı Yaşar Bey. Ama biraz sonra kendine geldi. Semiha Hanım fazla oturamadı, telaşla odanın içinde dört dönmeye başladı.

    Orhan Bey, Ben ambulansı karşılayayım, deyip çıktı.

    On dakika geçmemişti ki Orhan Bey sağlık ekibinden dört kişiyle birlikte döndü. Yanlarında getirdikleri sedyenin katlarını açtılar. Sağlık ekibinin başındaki kır saçlı adam Selim Sezer'in nabzını yokladı, kalbini dinledi, gözlerine baktı. Yaşlı yazarı Orhan Bey'in ve Evita'nın da yardımlarıyla dikkatle sedyeye yerleştirdiler.

    Yatağına götürelim. Hastanelik bir durum yok, dedi kır saçlı adam.

    Emin misiniz? dediler.

    Evet evet, dedi adam. Uyuyor. Bir şeyi yok. Yorgun düşmüş.

    Ama duymuyor, uyanmıyor, acıya tepki vermiyor.

    Hastanelik bir durum yok hanımefendi. Lütfen korkmayın.

    Evita önden gidip kapıyı açmak için Semiha Hanım'dan köşkün anahtarlarını istedi.

    Ne kadar sürer kendine gelmesi? diye sordu Yaşar Bey.

    Bir kız onun koluna girdi.

    Ona Selim Bey'in vücudu karar verecek, dedi kız.

    Acil işiniz yoksa aşağıda tansiyonumu ölçer misiniz?

    Elbette ölçeriz amcacığım. Basamağa dikkat edin.

    Herkes çıkınca Orhan Bey ofisin kapısını kilitledi.

    Semiha Hanım bekleyin, diye seslendi.

    Yetişip kadının koluna girdi.

    Bir şeyi yok muymuş sahiden?

    Yokmuş, duydunuz.

    İki genç sedyeyi sarsmadan taşıyor, Evita ve kır saçlı adam da onların birkaç metre önünden hızlı hızlı konuşarak yürüyorlardı.

    Keşke hanımefendi. Ben de şimdi kendisiyle biraz sohbet etmek isterdim. Bırakın yarına değin istirahat etsin. Selim Bey büyük kızımın en sevdiği yazarlardandır. Bir senesi Selim Bey seminer için üniversitelerine gelmiş. Kızımla fotoğrafları var. Facebook albümündeki...

    Selim Bey'in özel doktoru bir süredir yurt dışında, dedi Evita, adamın sözünü keserek. Haftada üç dört defa ziyaretimize gelirdi. Çok endişeliyim. Kimseye de güvenip danışamıyorum.

    Yarına bir şeyi kalmaz.

    Ah, bilmiyorum. Huyları, alışkanlıkları değişti. O yüzden böyle olabilir mi acaba? Hiç böyle kendini kaybetmemişti.

    Nabzı normal, nefesi rahat, tansiyonunu da ölçeceğim. Telaşlanmanız yersiz. Uyuyor. Biraz derin uyuyor.

    Sedye ambulansın yanına ulaşınca Selim Bey'in tansiyonu ölçüldü. Anormal bir şey yoktu. Evita da yaşlı yazarın telaş duyulacak bir sağlık sorunu olmadığına ikna oldu. Yaşar Bey'le Semiha Hanım'ın tansiyonu ölçülürken Selim Sezer köşkü aldığı sene inşa ettirdiği ev içi asansörle üçüncü kata çıkarıldı. Üzerini değişmeden öylece yatağa yatırdılar onu. Yorganı göğsüne dek çektiler.

    Yaşar Bey ve Orhan Bey akşam yemeğinin ardından uyudular. Semiha Hanım da odasına çekildi ancak nedensiz yere huysuzlanıp gürültü eden kızı yüzünden saatler boyu uyuma fırsatı bulamadı. Evita akşam yemeğinde tabağındakileri çatalıyla biraz dürttükten sonra sofradakilerden özür dileyip kocasının yanına çıktı. Onunla konuştu, uyandırmaya çalıştı onu. Pes edince ışığı kıstı, loş aydınlıkta, kocasının başını beklerken iki ince kitap bitirdi.

    Selim Sezer gecenin bir yarısı kendine geldi. Karısı pencerenin kenarında duruyor, karanlık denize bakıyordu.

    Gece olmuş, diyerek dirseklerinin üzerinde doğruldu yaşlı adam.

    Evita sevinçle yatağa sıçradı, boynuna sarıldı.

    Dur, kulağım.

    Ay, pardon.

    Tamam, tamam. Acıdı, geçti.

    Gece oldu, dedi kadın. Ah Selim! Bilsen nasıl korkuttun bizi! Nerelere gittin söyle bakayım.

    Bu sözleri yaşlı adamı irkiltti.

    Kim taşıdı buraya kadar beni? diye sordu.

    Orhan Bey ambulans çağırdı, cevabını alınca utandı.

    Canım neden bozuluyorsun ki, insanlık hâli, dedi güzel karısı tatlı gülümsemesiyle. Benim de başıma gelebilir. İnsanın kendinden geçmesi güçsüzlük değil, kusur değil.

    Sarıldılar. Selim Sezer beyaz bıyıklarını bastırarak uzun uzun öpüştü Evita'yla.

    Dur, yoldun hep yüzümü, diyerek itti onu Evita. Kocasının uyanması onu keyiflendirmişti. Bir daha öyle olma tamam mı? Çok korktum.

    Evita'nın yüzünü acıtmayak bir şiddette yine öpüştüler.

    Sabah söylediğim şeyi düşündün mü? Kızgın mısın bana? dedi Selim Sezer birden.

    Genç kadının gözlerinin içine içine bakıyordu. Evita ne diyeceğini bilemedi. Yüzünde bir kararsızlıkla sus pus kaldı.

    Susmakla olmaz, dedi ihtiyar. Bunu bir an önce konuşmak istiyorum.

    Seni kaybetmek istemiyorum. Sağlığını kaybetmeni de istemiyorum. Seni çok seviyorum Selim. Bana aklındaki her şeyi anlatabilirsin canım. Her sıkıntını dinlerim. Dediklerine tüm kalbimle inanırım. Yargılamam seni. Yanındayım inan. Her şeyimsin benim.

    Evita'nın sözleri yaşlı yazarın gözlerini sulandırdı.

    Her dediğime inanır mısın?

    Evet.

    İnanmayacaksan da kendini zorlama olur mu? Zaten söyleyeceklerimi kanıtlayacağım.

    Kanıtlayacaksın? dedi Evita kaşlarını kaldırarak.

    Dur bir dakika. Yoksa bunadığımı mı sandın? Susuyorsun! Bunadım diye ağladın sabah... Evita... Nasıl böyle düşünürsün?

    Evita'nın gözlerinde yaşlar belirdi.

    Sanmıştım ki... dedi yaşlı yazar, Evita yüzüme bak. Ağlama hem! Lütfen. Seni, herkesi kandırdığımı, yalancı olduğumu itiraf ediyorum diye ağladın sanmıştım. Bunadım ha Evita? İnsan bir gecede mi bunar?

    Selim... Korkuyorum.

    Konuşacağız canım. Köşk ahalisi hele bir tamamen toplansın, herkesi karşıma alıp ciddi ciddi anlatacağım. Tamam ağlama artık. Çirkin seni. Hiç yakışıyor mu ağlamak. Gel bakayım.

    Evita başını yaşlı yazarın göğsüne yasladı ve kendini iyice koyverdi. Dakikalar boyunca sarsılarak ağladı. Sonra birden sustu.

    Bitti mi ağlaman? Bittiyse mutfağa inelim; canım salep istiyor.

    Üzerlerine birer kat daha alıp çıktılar. Evita asansöre doğru yürürken, yaşlı yazar merdivenleri kullanmak istediğini söyledi. Yavaş yavaş mutfağa kadar indiler.

    Ne hazırlayayım sana? diye sordu Evita.

    Salep içelim işte, dedi Selim Sezer.

    Ne salebi Selim? Dünkü kahvaltıdan beri açsın.

    Değilim.

    Nasıl değilsin? Ofiste de yememişsin bir şey. Semiha Abla sen çıkarken 'Bir şeyler hazırlayayım, yanında götür,' demiş, istememişsin.

    Evita, karnım tok. Gel bak elle karnımı, nasıl şiş. Elim titriyor, hadi n'olursun yap şu salebimi.

    Önce yiyeceksin, anlamam, dedi Evita.

    Kaymakla bal getirdi masaya. Çok tahıllı esmer ekmek dilimledi. İki ekmek diliminin üzerine sürdüğü kalın kaymak tabakasının üzerinde bal gezdirdi.

    Bunlar bitecek, salep sonra, dedi.

    Hiç bekleme yavrum, kalın kesmişsin dilimleri, bitmez bunlar, dedi ihtiyar.

    Selim, üzme beni.

    Evita dilimin birini aldı, ısırsın diye kocasına uzattı, ısırttırdı. Tatlı sesiyle bıdı bıdı konuşarak onu ikna etti, iki dilimi de yedirdi ihtiyara. Peşine de birer küçük fincan tarçınlı salep içip ikinci kattaki geniş oturma salonuna çıktılar.

    Selim Sezer itirafının detaylarını anlattı ona. Kocasını dinlerken Evita'nın aklı başından gitti, başından aşağı kaynar sular dökülür gibi oldu, ama hislerini hiç belli etmedi, sakin sakin dinledi.

    İşte orada o yediklerimin ağırlığıyla zor uykuya dalabildim. Sen de onların üzerine bana bal kaymak yediriyorsun. Şu an öyle feci bir hazımsızlık çekiyorum ki sorma.

    Selim Sezer başka bir hayatı daha olduğunu iddia ediyordu. Burada uyuduğunda orada uyandığını, orada uyuduğundaysa burada uyandığını söylüyordu. Evita, heyecanla öteki hayatınıanlatan kocasının karşısında sakin görünmek için kendini zorluyordu. İhtiyar anlatıyor da anlatıyordu.

    Bölüm 4 (1260 kelime)

    Ortalık ağarırken Selim Sezer hiç uykusunun olmadığını, bu yüzden rıhtım boyunca yürüyeceğini söyledi.

    Gelir misin sen de?

    Gözlerim kapanıyor. Sen de gitme, çok esiyordur. Öğlene doğru kalkarım, beraber yürürüz. Olmaz mı?

    Kalın giyinirim. Beremi de takarım.

    İlla gideceksin yani?

    Odaya girer girmez gardırobu açtı Selim Sezer. Üzerini değişti.

    Kalın kadife pantolonunu giydi. Beresini buldu.

    Evita pencereden baktı.

    İyi, o kadar esmiyormuş. Yine de açıktan yürü. Köpek falan takılır peşine, düşürür seni denize.

    Dikkat ederim. Balıkçı kahvehanelerinin oraya gidip gazete okuyacağım döneceğim. Kaç gibi uyanırsın sen? Onların bugün geleceği kesin mi?

    Bugün için 'Yarın orada oluruz' demişler Yaşar Bey'e. Fazla uyumayacağım. Bir iki saat başımı koyayım yeter.

    Peki canım. Bir öpücük ver de gideyim ben.

    Evita, alt kattaki oturma salonunda tüllerin arasına gizlenerek Selim Sezer'in dış bahçe kapısını açıp köşkten çıkışını izledi. Düşünceli düşünceli salonda ileri geri yürüdü. Salonla yetinmeyip ikinci katın koridoru boyunca gidip gelmeye başladı. Orhan Bey'in odasındaki televizyonun sesini işitince kapısını tıklattı.

    Orhan Bey, girebilir miyim?

    Orhan Bey elinde üzerine macun sürülmüş kullanıma hazır diş fırçasıyla kapıyı açtı.

    Erken uyanmışsınız Evita Hanım. Geçin, oturun. Geliyorum hemen. Dağınıklık için kusuruma bakmayın.

    Evita asık bir suratla bekliyordu. O yüzden Orhan Bey işini çabuk tuttu, hemen ilgilendi genç kadınla. Selim Sezer'in anlattıklarını dinledikten sonra sigara paketini alıp odasının arka bahçeye bakan küçük balkonuna çıktı. Düşünceler içerisinde iki üç dal sigara içti. Üşüyünce içeri girdi, bir de baktı ki Evita gitmiş. Kadının üst kattaki odasına çıktığını düşündü. Kendisine koyu bir kahve yapmak için mutfağa indiğinde Evita'nın ikisi için kahve hazırlamak üzere mutfağa indiğini öğrendi. Semiha Hanım'ın dizilerini izlerken yediği galetalardan yiyerek kahvelerini içtiler. Orhan Bey Evita'nın ikinci fincanı içmesine izin vermedi.

    Anlattıklarına inanıyor, dedi. Sorunumuz büyük. Ah, Selim Bey...

    Diyorum ya, kanıtlayacağını söylüyor.

    Nasıl kanıtlayacağını söyledi mi?

    Soramadım. Yine ağlarım zoruna gider diye ağzımı açamadım.

    Susup kaldılar. Bu konuda konuşmak ağırlarına gidiyordu. Orhan Bey saatine baktı.

    Birazdan çıkmam lazım. Tempolu günüm. Siz de mutlaka uyuyun Evita Hanım. Hepimiz  toplanacağımıza göre Selim Bey büyük ihtimalle akşama konuşacaktır bizlerle. Konuşa konuşa yine sabahı ederiz gibime geliyor. O yüzden uyuyun.

    Bilmem ki nasıl uyunur... Aklımda binlerce şey dönüp duruyor. Uyursunuz, uyursunuz.

    Orhan Bey ona ikinci kata kadar eşlik etti. Merdiven başında ayrıldılar. Profesör öğleden sonra İstanbul'da olacaktı. Orhan Bey Anadolu yakasına geçip o vakte kadar şantiyede kalmayı düşünüyordu. Çabucak bir duş alıp köşkten ayrıldı.

    2000, KIŞTAN SONBAHARA

    Şubatın altısında, Selim Sezer, aile dostlarından birinin torunu olan mühendis Orhan Bey'i, gazetede çalıştığı yıllardaki mesai arkadaşlarından Yaşar Bey'i ve sekiz kitabının İtalyanca ve İspanyolca çevirmenleri olan iki beyi köşke davet etti. Bu dört adam Sezer'in en yakın dostlarıydı. Senede bir veya iki kez Sezer bir bahaneyle dördünü bir araya getirirdi.

    Semiha Hanım o gece için muazzam bir sofra hazırlamıştı. Konuklar daha önce de geldikleri ve Semiha Hanım kendileriyle bizzat vakit geçirdiği için hangisi ne yemek sever biliyordu.

    Yemekle birlikte süregelen keyifli sohbetin en keyifli yerinde Sezer konuklarının o akşam orada olma sebeplerini açıklamak için söz aldı. Masaya bir anda heyecanlı bir sessizlik hakim oldu. Semiha Hanım hemen kumandaya uzanıp göz ucuyla takip ettiği dizinin sesini kıstı.

    Lafı dolandırmayacağım, dedi Sezer. Sabırsızlanıyorum.

    Gerçekten sesi heyecanla titriyor, gözleri parlıyor, dudakları, çenesi hafiften seğiriyordu. Yazarın bu hali konuklarının heyecanını alevlendirdi. Sandalyelerinde dikleştiler, gözlerini dört açtılar.

    Yazacağım dokuzuncu roman, son romanım olacak, dedi Selim Sezer. Hani bir defasında 'Romanlarımı ona tamamlamadan ölmeyeceğim' demiştim ya, o görüşten caydım sonra. İşin sürprizi şu ki, bu son romanımı birlikte kurgulayacağız. Beşimiz.

    Nasıl olur? Ne diyorsunuz! dediler. Şaşkınlık içerisinde birbirlerine baktılar.

    Sözlerimi bitirmedim. Oyunbozanlık istemiyorum. Hayır cevabını kabul etmiyorum, sizlere öyle bir şık sunmuyorum. Varın bunu emrivaki olarak görün. Evet, emrivakinin kralını yapıyorum sizlere. Böyle mi denir?

    Heyecanını zapt etmeye çalışarak zorlama bir kahkaha attı ve sözlerinin konukları üzerindeki tesirini izlemeye koyuldu.

    Efendim emrivaki ne söz. Düşüncesi bile şahsımı heyecanlandırmaya yetti. Böyle bir teklifin şakasını dahi lütuf sayarım, dedi ömrünün yarısını İstanbul'da, Sezer'in yakınında geçirmiş olan Kolombiyalı İspanyolca çevirmeni.

    Siz profesör? dedi Selim Sezer, topu dördünü ana dili gibi konuştuğu sekiz dile hakim İtalyanca çevirmenine atarak.

    Madem red hakkı sunmuyorsunuz, o halde onur duyarım. Tek üzüntüm eserinizi baltalayacak olmamızdır.

    Lüften öyle söylemeyin. Çalışmalara başladığımızda gerçekleştirmeyi arzuladığım projenin sizlerin katkısı olmadan asla vücuda gelemeyeceğini anlayacaksınız. Yaşar Bey?

    Yaşar Bey önce tek tek masadakilerin yüzlerine baktı ve ardından herkesi güldüren şu sözü söyledi:

    Beyler izniniz olursa ben sazan gibi atlayacağım Selim'in teklifine.

    Yaşar Bey 'Bey' lafını sevmezdi. Onun böyle konuşması da herkesin hoşuna giderdi. Sevimliliğine sevimlilik katardı.

    Kahkahalar dinince, Ya siz Orhan Bey? dedi yaşlı yazar.

    Neden seçildiğimi anlayamıyorum Selim Bey. Yo, hayır, büyük şeref duyarım, o ayrı mesele. Merak ettiğim... Edebiyatçı sayılmam. Öyle uzun sürelerdir işin içinde değilim ki... Sayılmam yani. Sayılara, çizimlere, tasarımlara, modellemeye gömülmüş bir adamım ben. Kitabınızı hazırlarken ne işinize yararım ki... Çekindim açıkçası.

    Reddemezsiniz ne yazık ki, dedi Sezer gülümseyerek.

    Anlıyorum, dedi Orhan Bey. Pekâla.

    Selim Sezer bir süre konuşmayıp tabağındaki tahinli fındıklı kabak tatlısıyla meşgul oldu. Sofranın üzerinde sigara dumanlarının salındığı sessiz dakikalardı.

    Selim Bey dudaklarını peçeteyle sildikten sonra Semiha Hanım'a:

    Keşke Muharrem Bey aramızda olsaydı. Hayata geçirmek istediğim projenin altıncı adamı olurdu. Onun hatırasından da yararlanmak niyetindeyim. O yüzden Semiha Hanım, toplantılarımızda siz de hep bizimle olursanız çok sevindirirsiniz beni.

    Semiha Hanım'ın gururunu okşadı bu sözler.

    Ayol bir yere gittiğim yok zaten, dedi biraz utanarak. Utandığı belli olmasın diye de hemen uzanıp Selim Sezer'in tabağını sofranın başka bir yerine kaldırdı. Bu son parçayı yeme istersen Selim Bey, dokunmasın.

    Selim Sezer geceyi aklındaki projenin ana hatlarını özetleyerek sonlandırdı. Sayesinde konukları benzerine rüyalarda rastlanır olağanüstü bir gece geçirdi. Sezer'in her sözüyle büyülendiler.

    Gecenin sonunda yaşlı yazar ikinci bombayı patlattı:

    Ah, söylemeyi unuttum; artık köşkte kalacaksınız. Odalarınız hazır. Valizlerinizi doldurup gelin. Hafta bitmeden yerleşmiş olmanızı istiyorum.

    Selim Sezer aybaşına kadar çalışmaları erteledi. Hazırlık amaçlı yüzeysel toplantılar yaptılar. Sezer onlardan bazı kitapları okumalarını veya tekrar okumalarını istedi. Proje kapsamındaki yüz katlı gökdelene bir vizyon oluşturmak için de bol bol yapı belgeseli izlediler.

    Sezer ne istediğini biliyordu. Konuklarını çalışmalarına dahil etmeden önce projenin hemen her şeyini kesin çizgilerle belirlemişti. Çalışmalarını aceleye getirmiyorlardı. Taslaklar üzerinde yapılacak her hamleden önce sayısız defa yan taslak oluşturuyorlardı. Projeyi renklendirecek, derinleştirecek her detay birer söz düellosu sebebiydi. Gökdelenin kat düzenlemesi için veya romanda beş altı defa görülecek bir mekân için geceler boyu tartıştıkları oluyordu. Piyasadaki en kaliteli ses kayıt cihazlarından yarım düzine almıştı yaşlı yazar. Toplantılarda yaşanan gereksiz tartışmalar, konu dışına çıkmalar, mola verdiklerinde anlattıkları fıkralar bile kaydediliyordu.

    KASIM 2005

    Kadro yine bir araya geldi, yemek masasının başındaki yerini aldı. Bu kez sofrada bambaşka bir hava vardı. Evita'nın aktardıklarından sonra Selim Sezer'in birazdan söz edeceği tuhaf şeyleri üç aşağı beş yukarı kestirebiliyorlardı. Taslakları üzerinde beş uzun sene emek verdikleri proje hayata geçirilmeye başlanmışken Sezer'in bunama belirtileri göstermesi çok üzmüştü hepsini. Selim Sezer sessiz sessiz yemeğini yerken belli etmeden dostlarına bakıyor, kendisi hakkında düşündükleri şeyden müthiş huzursuz oluyordu.

    Ben bunamadım, yemin ediyorum, dedi gözleri dolu dolu. Yerinizde olsam ben de düşündüklerinizi düşünürdüm elbette. Ama sessizleşmenizden, hüzünlü bakışlarınızdan nedense çok fena etkileniyorum. Özür dilerim.

    Bir şey diyemediler. Selim Sezer yanaklarındaki yaşları sildi. Pardon. Size projeden ilk bahsettiğim, sizi köşke yatılı davet ettiğim yemeği hatırlıyorsunuzdur. O gece de duyduklarınıza inanamamıştınız.

    Şu günle o günü karşılaştırmak çok yersiz Selim Bey, dedi profesör. Evita Hanım'a iddianızı kanıtlayacağını söylemişsiniz yanılmıyorsam. Kanıttan kastınız oradan getirdiğinizi iddia edeceğiniz nesneler olacaksa söylemeliyim ki ikna olmam mümkün değil. İlk iddianızı kanıtlamış değil, bir iddia daha ekleyerek zannımca daha vahim durumlara sapmış olursunuz. Uykularınızda gittiğiniz âleme beni de götürebilirseniz, bakın o zaman tatmin olurum. Ha, belki yine inanmam, ama sonuçta içime bir kuşku düşmüş olur.

    İtalyanca çevirmeninin bu çıkışı yaşlı yazarı yüreklendirdi.

    Şu an içinde bulunduğunuz an nasıl somutsa, nasıl elle tutulur ise, uyuduğunuzda uyanacağınız o âlem de aynı hissi fazlasıyla verecektir size.

    Yani bizleri de oraya götürebileceksiniz? dedi Kolombiyalı.

    Kesinlikle.

    Bölüm 5 (1290 kelime)

    Eylül 2000 – Kasım 2005

    Altmışı aşkın dile çevrilen yüzü aşkın ülkede okunan sekiz roman yazmıştı. İlk romanından itibaren yurt içinde ve dışarıda onlarca ödüle, nişana, payeye layık görülmüştü. Satılan kopya sayısı baz alınarak oluşturulan 'dünyada en çok kazanan yaşayan yazarlar' listesinde son beş yılı on yedincilikle on üçüncülük arasında geçirmişti. Ancak edebiyat dışı uğraşların da dahil edildiği kazanç listelerinde neredeyse otuz yıldır ilk beşteydi. Hatırı sayılır bir servete hükmediyordu.

    1962 yılında ilk kitabının çalıştığı gazetede tefrika edilmesiyle başlayan kariyeri boyunca elde ettiği servetin çok büyük bir kısmını Coca-Cola Projesi için riske etmek istemesi çevresinde endişe yaratıyordu.

    Coca-Cola da ne? demişti profesör, Sezer onlara projeden ilk bahsettiği gece.

    Kola, eser miktarda kafein içeren bir çeşit meşrubat, diye açıklamıştı Selim Sezer. Coca-Cola ise kola içeceğini üreten markaların en büyüğü.

    Selim Sezer yüz bölümlük, tam yüz bin kelimelik bir kitap yazmak ve yüz katlı bir gökdelen inşa ettirmek istiyordu. Coca-Cola ismini vereceği son romanı Coca-Coca Binası ismini alacak gökdelenin açılışında, binanın giriş katındaki devasa kitabevinde satışa çıkacaktı. Tasarımına 2000 yılında başladıkları proje 2005 yılında hayata geçirilmeye başlanacak ve 2010 yılında tamamlanacaktı.

    Ohoo, ne yaptın Selim, demişti Yaşar Bey o gece.

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1