Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Gölgelerin Secdesi
Gölgelerin Secdesi
Gölgelerin Secdesi
Ebook289 pages7 hours

Gölgelerin Secdesi

Rating: 5 out of 5 stars

5/5

()

Read preview

About this ebook

Yazar, bu çalışmasıyla, tefekkür ekseninde farklı bir boyut açma denemesinde bulunuyor. Birbirinden ilginç konulara dair yaptığı İnsan, Hayat, kainat ve ötesi konularında tefekkürlerini güzel bir üslûpla yazıya döküyor. Gölgelerin Secdesi ile yeni bir bakış açısı ve geniş pencereler açıyor.

LanguageTürkçe
PublisherHasan Güneş
Release dateJun 3, 2019
ISBN9780463862933
Gölgelerin Secdesi

Related to Gölgelerin Secdesi

Related ebooks

Related categories

Reviews for Gölgelerin Secdesi

Rating: 5 out of 5 stars
5/5

1 rating0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Gölgelerin Secdesi - Hasan Güneş

    İnsan Kalbi

    İçinde yaşadığımız şu koca yerküre, uçsuz bucaksız kâinat içerisinde, milyarlarca yıldız arasında, toz zerresi kadar küçük bir cisim… Ancak yerküre bu küçüklüğüne rağmen, hâlâ keşfedilmeyi bekleyen birçok esrarengiz bitki ve hayvan gibi nice varlıklara ve âlemlere sahip. İnsan da bu yerküreye göre okyanusta bir damla kadar küçük bir varlık. Yani bizler şu kâinatta damlanın damlasının damlası gibi devam edip gidiyor. Şu koca kâinattan damıtıla damıtıla, süzüle süzüle yaratılmış birer canlıyız.

    İnsan koca âlemdeki bu küçüklüğüne rağmen çok farklı bir canlı. Yerin ve okyanusların derinliklerini merak edip araştırdığı gibi uzayın en uzak köşelerini de incelemeye ve görüntü almaya çalışıyor. Oralara uzay araçlara gönderiyor. İnsanoğlu her şeyi bu kadar çok merak edip araştırırken; kendisi her şeyden daha çok merak edilecek bir varlık. Okyanuslardan daha derin, uzaydan daha esrarengiz duygularla iç içe.

    Gerçekten insanoğlu fevkalade özelliklere sahip… Dünyayı yutsa doymayacak cihazlar ve duyguları taşıyor. Kalb de bunlardan birisi. Şüphesiz bahsettiğimiz, çam kozalağı büyüklüğündeki bir et parçası şeklinde olan ve vücudumuzun en ücra köşelerine kadar kanı pompalayan yürekten farklı bir şey. Binlerce duygunun kesiştiği ve idare edildiği manevi bir merkez… Kâinatın uzak çöllerinden, ahiret âlemine kadar uzanan duygu şebekelerinin bir santralı ve merkezi.

    Cenab-ı Hak, insan kalbine birbirinden harika hususiyetler ve hassas cihazlar yerleştirerek, kâinata sığamayacak ve âlemlerin rabbine muhatap olacak bir varlık seviyesine yükseltmiş. Arzuları ve emelleri sınır tanımıyor. Risale-i Nurda belirtildiği gibi; Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi ebedî cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi Cemil-i Zülcelali de görmeye müştaktır.

    Divan edebiyatı şairlerinden Şeyh Galib insanın bu hususiyetini bir şiirinde şöyle ifade ediyor:

    Öyle bir şulesi var ki şem-i canın,

    Fanusuna sığmaz asumanın.

    Şule, alev; şem ise ışık ve ateş demek… Asuman ise malum gökyüzü veya sema…

    Can ve gönül ateşinin öyle bir alevi var ki; gökyüzü fanusuna sığmaz…

    İnsan, âlemde bu kadar küçük bir varlık olmasına rağmen, yandığı ve alev aldığı zaman; kâinata, uzaya veya asumana sığamayacak bir kalbe ve duygulara sahip. Şaire göre; koca asumanı yani gök kubbeyi bir fanus gibi İnsanın gönül ve kalb alevinin üzerine kapatmaya çalışsanız muvaffak olamazsınız. İnsan kalbindeki muhabbet ve sevgi alevi gök kubbeyi delip geçecek bir büyüklüğe ve letafete sahip. Şu koca fani dünya, uçsuz bucaksız uzayı ve bütün maddi imkânları ve sayısız fani dostları ile insan kalbindeki sevgiyi, sonsuz yaşama arzusunu ve diğer birçok latifeleri içine alamayacak kadar küçük ve dar…

    Böyle muazzam bir kapasiteye ve vasıflara sahip olan kalb, ancak ilahî bir sevgi ile doldurulabilir ve ancak onunla tatmin olabilir ve sükûnet kazanır. Ne dünyevî emel ve arzular ile doldurulabilir ne de şu daracık fani dünyanın içine hapsedilebilir. Gerçekte insanın davası ve inançları da öyledir.

    Mekkeli müşrikler tarafından önüne bütün imkânlar serildiği zaman: Bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz bu davadan dönmem diyen, Peygamberimizin (a.s.m.) imanı, inançları ve Cenab-ı Hakk’a olan sevgisi, değil dünyaya, güneşe ve aya; koca asumana sığmayacak bir azamete sahipti. O'nun sevgi ve muhabbeti, sadakat ve kulluğa o kadar muazzam bir seviyeye ulaşmıştı ki, gök kubbeye ve kâinata sığmamış; muazzam bir manevî seyahat olan mirac ile kâinattan geçip kab-ı kavseyne varmış; huzura çıkarak Âlemlerin Rabbini müşahede etmiştir. Cenab-ı Hak bir hadis-i kudsîde: Ey Habibim sen olmasaydın; felekleri, kâinatı yaratmazdım buyurmuştur. Evet, kâinatın yaratılışındaki gaye ve maksadı en iyi idrak eden, en iyi yaşayan ve en iyi anlatan O'dur. O olmasaydı şu koca kâinat kalbsiz ve mânâsız kalırdı.

    İnsan cisim olarak çok küçük olmakla birlikte, bu kadar büyük kapasiteli bir kalbe sahip olmasının sebebi, Cenab-ı Hakk’ın isimlerine ayna olması içindir. Evet, ayna küçüktür; ancak yüzeyinin parlaklığı ve yansıtıcılığıyla ve karşısındakine göre bir büyüklüğe ve derinliğe sahiptir. Yani aynanın neye ayna olacağı neye karşı tutulacağı ayna kadar önemlidir. Toz toprak içerisindeki kirli ve paslı bir ayna ne kadar derin ve ne kadar geniş olabilir ki? Öyleyse kalbi, bir mücevherci hassasiyetiyle olabildiğince parlatmak ve temiz tutmak gerekiyor.

    Dünyaya yeni gelen bir yavru ister insan olsun isterse vahşi bir hayvan, Cenab-ı Hakk’ın rahman ve rahim isminin muazzam bir aynasıdır. Âlemlerin Rabbi, ormanların derinliklerindeki o yavruya da halis bir gıda gönderir. Ayette ifade edildiği gibi kan ve fışkı ortasından halis bir süt ile rızıklandırılır. Avlarını parçalamakla meşhur canavarın kalbine tecelli ederek onu hamur gibi yumuşatır; o küçücük yavruya boyun eğdirir, hizmetkâr eder. Vahşi tabiatta dişleri bile olmayan, ayakta zor duran acz ve zaaf içerisindeki yavru bu haliyle parlak bir aynadır. O ne kadar zayıfsa Cenab-ı Hakk'ın rahmet ve merhameti ve şefkati de o kadar fazla tecelli ve tezahür eder. Yavru büyüdükçe ve güçlendikçe sütün kesilmesi gibi şefkat ve merhamet de yavaş yavaş perdelenir. Gerçekte anne ve yavruya gönderilen rızık, sevgi ve şefkat; onların hal diliyle yaptıkları dua sebebiyledir.

    İnsan şuurlu bir varlık olduğu için duası da farklı olmalıdır. Acz ve zaafıyla, tevbe ve istiğfarıyla ve samimi bir niyazıyla açılamayacak rahmet kapısı yoktur denilebilir. İnsan, kendi küçük güç ve kuvvetine, sınırlı ilim ve hikmetine güvenmek yerine Âlemlerin Rabbi'nin sonsuz kudret ve şefkatine sığınmalı ve kalbini O'na açmalıdır. Kalbini fani mahbublarla ve geçici sevgililerle değil, Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve sevgisiyle doldurmalıdır. Samed ayinesi olan kalb sanemvari(put gibi) sevgilerle doldurulmamalıdır.

    On Birinci Söz'de izah edildiği gibi, Cenab-ı Hak bir hadis-i kudsîde beyan ediyor ki: Ben yere göğe sığmadım, hayrettir ki, müminlerin kalbine sığdım. Şüphesiz kâmil mânâda böyle muazzam ve latif bir kalbe sahip olan insan, Cenab-ı Hakk’ın habibim diye hitap ettiği peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'dir. Fakat O'nun takipçileri olan müminlerin de bu hadiste hissesi vardır ve her birisi de makamlarına göre bu hakikata ve sırra mazhardır. Bu hadiste, Cenab-ı Hak mümine ve onun kalbine karşı, kâinata ve feleklere sığmayacak kadar büyük bir iltifatta bulunuyor. Bize mümin kalbinin ne kadar engin ve ne kadar latif ve hassas olduğunu belirtmekle birlikte kendi rahmet ve şefkatinin de ne kadar büyük olduğunu hatırlatıyor, izah ediyor. Bu kadar muazzam bir iltifata ve ilgiye mazhar olan mümin, nasıl olur da rabbinin arzusuna muhalif sevgilerle kalbini kirletir. Veya basit bir hadiseden dolayı bu makamdaki bir müminin kalbini kırar? Cenab-ı Hakk’ın nazarında kâinat bir yana, hakiki müminin kalbi bir yana.

    Kalb bu kadar harikadır, latiftir, güzeldir. Ancak onu da suiistimal edenlerin ve taşlaştıranların sayısı az değildir. Malum, Mekkeli müşrikler, İslâm'dan önce Kâbe’yi putlarla doldurmuşlardı. Fetihten sonra Peygamberimizin (a.s.m.) ilk işi Kâbe’yi putlardan temizlemek olmuştu.

    İnsanoğlu ilginç bir varlık; ne kadar cahil ve ne kadar zalim! Yeryüzünün ilk ve en muazzam mabedini, Allah'ın evini düşmanlarıyla dolduruyor. Evet, insan eliyle yapılan o putlar taşlaşmış şirk ve küfür idi. Gerçekte ise küfür ve şirk, Kâbe’nin içinde değil, zalim ve cahil olan insanoğlunun kalbindeydi. Taşlarla dolan ve taşlaşan Kâbe'nin içi değil müşriklerin kalbiydi… Zaten o taşlaşmış kalbleriyle kız çocuklarını bile diri diri toprağa gömmekten çekinmiyorlardı.

    Hz. Musa'nın (a.s.) asasını taşa vurup su çıkarma mucizesi meşhurdur. Cenab-ı Hakk'ın emriyle asasını vurunca kızgın çöldeki taşlardan kabilesine yetecek kadar sular fışkırmıştı. Taşlar, taş gibi katı oldukları halde emre itaat etmekte tereddüt göstermemişler adeta hamur gibi yumuşayıp sevinç gözyaşlarıyla emre itaat etmişlerdir. Gerçekte mucize devam ediyor. Çünkü taşlar ve kayalar en az yer üstündeki kadar; yer altı nehirlerine de yataklık edip, yol verip onların akışına ve yeryüzüne çıkışına vesile oluyorlar. Yine Hz. Musa'nın (a.s.) taleb-i rüyet meselesinde dev kayalar un-ufak olur, tepelerden aşağı yuvarlanırlar. Cenab-ı Hak bunlara işaret olarak Bakara Sûresi'nde ferman eder: Sonra bunun arkasından yine kalbleriniz katılaştı, şimdi de taş gibi, ya da taştan da beter hale geldi. Çünkü taşlardan öylesi var ki; içinden nehirler kaynıyor, yine öylesi var ki, çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor, öylesi de var ki, Allah korkusundan yerlerde yuvarlanıyor... Ve sizin neler yaptığınızdan Allah gafil değildir.

    Zavallı insanoğlun ne kadar cahil ve ne kadar zalim ki, yere göğe sığmayan bu muazzam kalbi olabildiğince küçültebiliyor ve ayette ifade edildiği gibi taş hatta taştan daha beter hale getirebiliyor. Putlarla doldurduğu kalbini putlaştırıyor, taşlaştırıyor.

    Cenab-ı Hak emaneti yere ve göğe teklif ettiğinde, o kadar cesametleri ve büyüklüklerine rağmen emaneti yüklenmeye güçleri yetmemiş, fakat insan bu emaneti almıştır. Bu emanet hadisesinin hakikatlarından birisi de insan kalbinin bu hususiyetlerinde saklı olduğunu unutmamak gerekiyor. Emaneti taşıyabilmek ancak kalbi de yaratıp bize emanet eden Âlemlerin Rabbine kalbimizi açmakla mümkün olabilir. Ayette de ifade edildiği gibi O, kişi ile kalbi arasına girer. Kalbi kalbin yaratıcısına teslim etmek; yani O'nun ve habibinin sevgisiyle doldurmak gerekiyor. Kalbler ancak O'nun zikriyle tatmin olur.

    Dost istersen Allah yeter

    Günümüzde her biri neredeyse eski asırlardaki dünya nüfusu kadar kalabalık çok sayıda şehir var. Bu kalabalıklığa rağmen birçok insan var ki, koca şehirlerde yapayalnızdır. En yakınlarıyla ve dost olarak bildikleriyle bile arasında büyük mesafeler vardır. Sanki ıssız bir adada tek başınadır.

    Şehirler ne kadar büyük olursa olsun, insanların sayısı, kişinin dost ve arkadaşları kadardır. Keşmekeş içindeki bir dünyada, sayısız sıkıntılara maruz insanoğlu, dert ve sıkıntılarını paylaşacağı gerçek dost ve ahbaplarının varlığı ve devamlılığı kadar güçlüdür.

    İnsan, neden kendisini yalnız hisseder? Neden dost ve ahbab ister? Gerçekte en önemli faktör; insanın yaratılışındaki acz ve zaafı ve bunlara paralel olarak verilen ve hassasiyeti ve sınırları fertlere göre çeşitlenen, binlerce ışığın merkezlendiği pırlanta gibi muazzam bir kalb taşıyor olmasıdır. Bu kadar eksik ve kusuruna rağmen insan, kalbi ve duyguları sayesinde hayalleri kadar büyük ihtiyaçlar ve ebede kadar uzanan istek ve arzularla dopdoludur. Bunun içindir ki, dost ve ahbaba olan ihtiyacı ebede kadar uzanır ve Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah'tan başkası derdine çare olamaz. Onun için Dost istersen Allah yeter! denilmiştir.

    İnsanların ekseriyeti hayatı boyunca nice dostlara sarılır, fakat onların da kendisi gibi âciz ve çaresiz olduğunu belirli bir yaştan ve acı tecrübelerden sonra fark etmeye başlar. Pek çok insan ise ancak kabre yaklaştığında acı gerçekle yüz yüze gelir. Fakat ne çare! Nitekim âşık demiş: Dost dost diye nicesine sarıldım, benim sâdık yârim kara topraktır. Evet, öyle bir zaman gelir ki, zavallı Âdemoğlunu topraktan başka hiç bir şey kabul etmez. Taze ölüyü bekleyen mezar ifadesinde olduğu gibi insanı kabul etmede topraktan daha istekli ve daha sabırsızı yoktur.

    Toprağın, insanı kabul etmesi dostluktan mıdır, yoksa kendisinden yaratılması sebebiyle ona verilen insanı hazmetme ve toprağa dönüştürme vazifesinden midir? Çünkü hakikatte Allah dost ise bütün kâinat dost, değilse yer de düşman, gök de düşman… Allah dostu olmayanlar için o munis ve sakin toprak depremlerden daha şiddetli, volkanlardan daha öfkeli olacaktır.

    İnkârcıların ve gafillerin ekserisi gerekçe olarak, dinin hüküm ve emirlerini aklen anlamakta zorluk çektiklerini söyleseler de, gerçekte hak yoldan sapmalarının en önemli sebebi, hissîdir ve duygusaldır. Yoksa akıl ve mantık, her zaman bizi ve şu koca âlemi yoktan var edip idare eden bir yaratıcıya iman ederek O'na sığınmayı ve İslâmî bir hayat yaşamayı emreder.

    Onlar, ne dünyada nede âhirette hiç bir faydası olmayan bazı akılsız dostlar edinirler ve onların peşine düşerek, onların dostluğu sebebiyle körü körüne bağlılık ve taklid ile hak yoldan çıkıp giderler. Hâlbuki dost edindiklerinin dostluğu hem yalancıdır, hem faydasızdır. Onların en güçlüleri bile, ne bir kimseyi ecel cellâdının elinden alabilirler, ne kabir kapısını kapatabilirler ve nede âciz ve zayıf insanın derdine gerçekten çare olabilirler. Kur'ân-ı Kerim onların bu hatalarını şöyle ifade eder: Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Hâlbuki dost yalnız Allah'tır. O ölüleri diriltir, O her şeye kâdirdir.

    Yine Âlemlerin Rabbi ferman ediyor: O gün Allah'tan korkanlar hariç; dost olanlar birbirlerine düşmandırlar. Evet, Allah için olmayan ve birbirlerini küfür ve dalalete ve günahlara sürükleyen dostlar; orada düşmandırlar. Korkunç ve çetin bir azapla karşı karşıya gelince, yardımlaşarak, teşvik ederek hatta birbirlerini sürükleyerek işledikleri günahlar için birbirlerini suçlayacak ve eski dostlarının yakasına sarılacaklardır.

    Kesret ve çokluk insanların hakikatı bulmalarına genellikle engel olur. Dost ararken hemen en yakınında bir sürü benzerlerini ve sahtelerini bulması yalnızlığını zahiri olarak giderir, geçici olarak unutturur. Gerçekte ise sahte dost, yalnızlıktan ve dostsuzluktan daha kötüdür. Çünkü aldatıcıdır. Malum, Nemrud'un zulmünden Hz. İbrahim'in (a.s.) anne ve babası mağaraya sığınmışlar ve Hz. İbrahim'i (a.s.) belirli bir yaşa kadar orada büyütmüşlerdi. Onun mağaradaki yalnızlığı ve kalabalıklardan uzak bir sükûneti, dost ve ahbab arayışında kesret engelini kaldırmıştır. Tefekkür ve düşünce için sakin bir zemin bulmuştur. Kendisi gibi âciz olan insanlara takılmadan doğrudan kâinat ile baş başa kalıp, Ay ve Güneş'i tefekkür edip Ufûl edenler, batıp gidenler dost ve sevgili olamazlar diyerek, yerlerin ve göklerin sahibi olan Allah'ı bulmuş ve O'nu dost edinmiştir.

    Şüphesiz dostluk da karşılıklıdır. Biz dost ararken dostluğa layık olmalıyız ki, hakikî ve gerçek bir dost bulabilelim. Hz. İbrahim (a.s.) masivayı yani Allah'tan başkalarını terk ederek Ezel ve Ebed Sultanını dost edinmiş, Âlemlerin Rabbinin halilim hitabına mazhar olmuştur. Halil en güzel dosttur. Risale-i Nur'da, halil ve haliliye şöyle açıklanır: Mesleğimiz haliliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üss-ül esası, samimî ihlâstır. Evet, dostlukta ihlas, samimiyet ve içtenlik en önemli unsurdur.

    Tarif edilen dostluk, iç içe dairelerden müteşekkil muazzam bir hakikata sahiptir. Hepsini birleştiren ve bütün dostları sanki tek ruh haline getiren ise Allah için dostluk ve samimî ihlâstır. Hz. İbrahim (a.s.) milletinden, Hz. Muhammed (a.s.m.) ümmetinden ve meslek ve meşreb ciheti de dikkate alınırsa, ruhlar âleminden ebede kadar uzanan kadîm ve ebedî, misli bulunmaz bir dostluk ve bu kadar uzun bir yolda yoldaşlık… Hakikatını tam ihata ve idrak edebilen kişi, bu muazzam dostluk uğruna neler feda etmez!

    Dostun dostu da dosttur. Hakiki dostluk da zaten budur. Bu sebeple Allah dostlarına, onların meslek ve meşrepleri dediğimiz yol ve tarzlarına dostlukta ve samimiyette asla zaaf gösterilmemelidir.

    Malum Risale-i Nur'da dost, kardeş ve talebe şeklinde bir tasnif yapılırken dost için şöyle der: Dostun hâssası ve şartı budur ki: Kat'iyyen, Sözler'e ve envâr-ı Kur'aniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun ve haksızlığa ve bid'alara ve dalalete kalben taraftar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın…

    Tarife baktığımızda, fıtrat ve insaniyet için en kolay olan, en dış dairedeki dostluğun bile âhir zaman insanı için ne kadar zor hale geldiğini fark ederiz. Zamane insanı ne kadar kararsız, ne kadar sebatsız ve ne kadar sadakatsiz!

    Evet, dostlukta taraftarlık ve sadakat çok önemli! Bizden nasıl bir taraftarlık ve dostluk istendiğini anlamak için de Dokuzuncu Mektub'daki şu ifadeye bakmak gerekiyor: 'Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz…' dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa, birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor. Evet, Allah dostu, asla tereddüde düşmemeli, dostunu ve davasını bütün dünyaya da değişmemeli!

    Hayata minyatür bakmak

    Hayata ve hakikate perspektif mi bakarsınız, yoksa minyatür mü? Çoğunlukla, daha geniş bir perspektiften ve daha geniş bir açıdan bakmak istediğimizi söyleriz. Öyle bakmakla iftihar ederiz. Ancak cevap o kadar kolay ve basit değildir!

    Çünkü bakış ve bakış açısı çok önemlidir! Mesnevî-i Nuriye’de dikkat çekici bir ifade vardır: Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim… Bu kelimelerden birisi nazar yani bakış ya da bakış açısıdır. Konu, diğer kelâm ve kelimelerle birlikte aynı bahiste detaylı olarak anlatılıyor. Bizim konumuz biraz farklı olmakla birlikte nazar ve bakışın ne kadar önemli olduğunu buradan anlamak mümkün.

    Aslında minyatür, her ne kadar küçük, minyon mânâsında kullanılsa da tamamıyla doğru değildir. Kelimenin kökeni, nakış veya dikkat çekici kırmızı boya mânâlarına kadar uzanıyor. Son cümleden de anlaşılacağı gibi, minyatür derken resim san’atından bahsediyoruz.

    Minyatür, Batıdan, Latinceden gelen bir kelime, bizde nakış ve tasvir denilmiş. Minyatür san’atçısına da nakkaş ya da musavvir deniliyor. Minyatür san’atı her ne kadar modern san’atın karşısında gerilese de, bir zamanlar hem Doğuda hem de Batıda çok yaygın idi. Özellikle kitaplardaki resimli anlatımlarda ve kitap kenarlarının süslemesinde çok kullanılan bir san’at idi.

    Kökeni de ta Orta Asya ve Çin’e kadar ve milattan önceki dönemlere kadar gidiyor.

    Minyatür san’atını diğer perspektif resimden ayıran en önemli husus, resimlenen cisim ve objenin büyüklüğünün, uzaklığa göre değişmemesidir. Modern resimde malûm, uzaktaki bir insan ya da ağaç yakındakine göre daha küçük ifade edilir. Minyatür resimlerde ise, nakkaş uzaktaki insan ile yakındakini aynı büyüklükte çizer. Onun uzakta olması önemsiz olduğunu göstermez. Onu da en ince detayına kadar resmeder.

    Perspektifte ressam, büyük göstermek istediği objenin yanına gelir, oradan bakar ve baktırır. İstemediği, sevmediği veya önemsemediği şeylere ise olabildiğince uzaktan bakar ve baktırır. İstediğini büyük, istediğini küçük gösterir. Şâir misali mübalâğa san’atıyla kimisini göğe çıkarır, kimisini de yere indirir.

    Şüphesiz bunda yaratılışın ve fizik kanunlarının büyük etkisi ve payı vardır. Çünkü göz özellikle insan gözü ve ışığın yayılması perspektif resim anlayışına göre çalışır. Etrafımıza bakarken uzaktaki cisimleri uzaklığına göre küçük görürüz. Gözün Sâni-i Basîri olan Cenâb-ı Hak görüntüler dünyasını böyle yaratmış. Şüphesiz koca dağları, uzayıp giden manzaraları ve milyarlarca dev yıldızı minicik canlı bir kamera olan göze sığdırmak için en ideal çözüm bu!

    Ancak koca dağların ve dev yıldızların da göz kadar küçük olduğunu düşünmemek gerekiyor. Gözün bakış tarzını, kalbin ve aklın bakış tarzına uygulamamak gerekiyor. Tabiî bu o kadar kolay değil! Çünkü ilim dünyası bile binlerce sene güneşin, yerküreden daha küçük olduğunu ve yerkürenin merkezde olduğunu düşünmüştür.

    Minyatür san’atı ve ondaki objelerin büyüklükleri bize garip gelse de, bu aslında eğitim ve yetişme tarzımızdan ve bakış açımızdan kaynaklanıyor. Meselâ resim yapmaya yeni başlayan bir çocuğa uzaktaki insanların neden küçük çizildiğini anlatmakta zorlanırsınız. Çünkü o sâfi kalbiyle bakar; ona göre, uzakta da olsa yakında da olsa bir cismin büyüklüğü aynıdır. Hakikat uzaklığa yakınlığa göre değişmez. Ama yıllar geçtikçe, topluma uyum sağladıkça Gözden ırak olanın gönülden de ırak olduğunu kabullenmeye ve ırak etmeye başlar. Uzaktaki hakikatleri küçük ve soluk, yakındakileri de büyük ve parlak görmeye başlar. Yani maddî gözdeki yanılma kalb gözünde yanılmaya dönüşür. Hâlbuki maddî gözdeki lehimize olan yanılma, manevî gözde aleyhimizedir.

    Hemen yakınındaki bir kardeşinin yaptığı küçücük bir hatayı dağ gibi iyiliklerinden ve vasıflarından büyük görür. Uhuvvet Risâlesi'nde ifade edildiği gibi, âdi taşlar hükmündeki hata ve kusurları, Kâbe ve Uhud Dağı hükmündeki vasıflardan ve ortak noktalardan büyük görür. Kendisine zararı dokunmadığını düşündüğü uzaktaki bazılarının cinayetlerini ise perspektif resmin bir köşesinde küçücük görür, önemsemez. Hâlbuki hayata minyatür bakabilsek

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1