Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Kur’ân: Ebedî Doğrular “Putlara Ultimatom” Cilt I
Kur’ân: Ebedî Doğrular “Putlara Ultimatom” Cilt I
Kur’ân: Ebedî Doğrular “Putlara Ultimatom” Cilt I
Ebook687 pages13 hours

Kur’ân: Ebedî Doğrular “Putlara Ultimatom” Cilt I

Rating: 4 out of 5 stars

4/5

()

Read preview

About this ebook

Bu kitap, şuursuzca yaşayan, Kitap nedir bilmeden olaylara yaklaşan, Kitab’a imân şuurundan yeterince nasiplenmemiş, etrafında yer verdiği nice sistemlerin, zihniyetlerin ve kişilerin, birer put olabileceğinin idrâkinde olmaksızın nefes alanlara, bir an soluklanıp kendine gelip, yaşadıklarını gözden geçirme, kendini, ruhunu ve inancını sorgulama şansını vermeye vesile olmak ve toplumumuzu Kur’ân şuuruyla yaşama noktasında kafasında, beyninde, ruhunda bir soru işareti bırakmak üzere kâleme alınmıştır...

Hayatında yer etmiş anlayışları, zihniyetleri, algıları kökünden ve bütün yönleriyle gözden geçirmesini sağlamak, hatalı ve yanlış zanlarını butlân kılmaktır, yıkmaktır, inşallah...
Çanakkale de cümle kâfire karşı bizi ayakta tutan güç, unutmayın ki, imânımızdı, Kur’ânımızdı...
Bazen çok sert bir üslubun, bazen istihzaî-alaycı bir üslûp içine saklanmış öfkenin, bazen insanları yumuşak bir dille çağırma usüllerinin kullanıldığı bu kitap;

ŞİRKE –KÜFRE KARŞI KESİN BİR SALÂTI KAİM ETMEKTEDİR...

Eğer sen, kitabımızdaki âyetleri okur, “tamam ya, olay buymuş! Vahye kulak vermeliyim...” dediğin an, istersen benim kitabımı yak at! Yeter ki sen, inşallah o ruh ve bilince gel...
Kitapta Kur’ân meâllerinden hepsini göz önüne almakla beraber, eksikliklerine rağmen Merhum Elmalılı meâlini daha çok yeğledik.
Bazen kelimelere, benzer anlamlarını da, diğer meâllerden ekledik ki, okuyucu diğer meâllerin verdiği anlamı da görebilme fırsatından mahrum olmasın...

LanguageTürkçe
PublisherKemal Aras
Release dateMar 19, 2013
ISBN9781301555383
Kur’ân: Ebedî Doğrular “Putlara Ultimatom” Cilt I
Author

Kemal Aras

ÖZGEÇMİŞ KEMAL ARAS KİMDİR? ZORLU ADAMIN ZORLU HİKÂYESİ? 23.11.1967 yılında 1.100 gr. olarak Konya’da dünyaya geldi. Doktor annesine; “Bu çocuk ölür!” dediğinde merhametli annesi; ”Allah dilerse ölür!” diye cevap verdi. Doktor bu söze çok kızmış... Çocuk yaşlarında simit satmaya, ayakkabı boyamaya başladı. Bazen satış menüsüne kuruyemişleri de ilâve ederdi. Baskülle, Alaaddin Tepe’sinde insanları tartarak üç-beş kuruş kazanmaya çalışırdı. Simit satmada ustaydı, sabah ezânıyla kalkar, 150 simidi çabucak satıp âilesine katkı da bulunursa sevinirdi, Rabbine şükrederdi. Hasat zamanı köyü olan Akburun’da, yakıcı sıcakta nohut ve buğday tarlalarında çalıştı. Gerçi bu konu da azim timsâli olarak gördüğü kardeşi Azmi kadar becerikli değildi. İlk okulu bitirdikten sonra 1979 yılında parasız yatılı okul sınavlarına girdi. Konya’nın güzel ilçesi Ereğli’de ortaokulu okudu. Sonrasında parasız yatılı meslek lisesi sınavlarına girdi, Muğla Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi’ni kazandı. Bu okulu sağlık sorunları sebebiyle, 2. sınıfında bırakmak zorunda kaldı. 1984 yılında Konya Ticaret Meslek Lisesi’ne kayıt yaptırdı. Bu okulun birinci ve ikinci sınıflarını birincilikle bitirince, özel bir dershane ücretsiz üniversite hazırlık kurslarına çağırdı. Bir süre gitti, daha sonra bıraktı. Okumak, araştırmak, öğrenmek, sorgulamak temel nitelikleriydi. Hemen her cemaat ve tarikatle, ekolle, zihniyetle tanışma, konuşma fırsatı buldu... Bir araya gelen kalabalıklar onun ilgisini çekiyordu. Çünkü hakkı söyleyen insanların, doğrusu yanında pek fazla insan toplaması mümkün değildi! Öyleyse kimdi bunlar? Araştırmak gerekliydi... Kavgacı bir ruhu yoktu. Fakat abisi İrfan, ona haksızlığa asla suskun kalmamasını öğretmişti. O da öyle yaptı, haksızlığa boyun eğmedi. Kavga ederken atılan yumrukları saymaya kalkmadı! Bu işi genelde diğer abisi Ömer yapardı. Fakat onun bütün kavgası, Allah’a karşı olanlarla idi. İslâm’a toz kondurmaya çalışanların elbiselerindeki tozu silkemelerine yardımcı olmasını, Allah’ın kendisine sunduğu ayrı bir yetenek olarak görüyordu! Allah için risk almayacaktı da kimin için alacaktı? Gerçi bu yüzden bir kaç kez okuldan atılmanın eşiğine gelse de, Allah, onu asla yardımsız ve yalnız bırakmadı! Lise’den sonra 1987 yılında Bursa Uludağ Üniversitesi İktisâdi ve Ticari İlimler Fakültesi’nin İşletme bölümünü kazandı. Okumak, dürüstlük ve bilgi de örnek aldığı babası, ona hep Kur’ân yolunu gösterdi... O’da hep Kur’ânı bildi. Her türlü cemaatler, solcular, sağcılar, onu kendisine çekmeye çalışsa da, o hiçbirine yüz vermedi. Kaderin bir cilvesi olarak yurttan ayrıldı, bir cemaat evinde kalmaya başladı. Bu süreçte Türkiye’nin önemli âlimlerini, şeyhlerini, mollalarını, liderlerini cemaat kartvizitleri içinde tanıma imkânı oldu. Çoğu zengin, varlıklı, imkânı ve çevresi geniş insanlardı... Çok dürüst, düzgün olanları da vardı. Allah’dan bahseden insanların ne çabuk servet edindiklerini hayretle gözledi. Bugün “Allah!” diyen, yarın hayâlinde bile göremiyeceği işlere, olanaklara kavuşuyordu.. Özellikle imam-hatip okulları ve ilâhiyât okuyanlarca rağbet görüyordu. “Allah Rızası” için namaza duran, niyetlenen, yetmediği için “niyet ettim niyetlendim!” diye tekrar niyet eden bu insanların gözleri, ay sonları bankamatikten maaşlarını çekerken ayrı bir ışıltıya bürünüyordu! Kârlı bir iş olsa gerekti ki, hem çeşidi hem de sayıları sürekli artıyordu. İtibârları, isimleri, konumları, ilimleri çokça yâd edilen bu insanlar, hayranlarınca çok değerliydi. Benim içinse değerli olan, ancak Allah idi. Devâsâ servetleri ise önemsizdi! Sergiledikleri haksızlıklar ise makûldü, eleştirmek kimin haddineydi... 1991 yılında Fakülte’den mezun oldu, bir yıl süreyle Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesinde Pedagojik Formasyon dersleri aldı. Araştırma görevlisi olmayı çok arzuluyordu. On üç kez hak ettiği çeşitli sınavların hep mülâkâtlarında elendi. Beş kişinin alınacağı ve yalnız kendisinin başarılı olduğu sınavlarda bile, hakkı verilmedi. Çünkü ne solcuydu ne sağcı, ne dinciydi ne de ateistti, ne şakşakcıydı ne de ekşi. O sadece tek ve bir Allah’a imân etmiş bir müslümandı! Zaman ona çoklarıyla İslâm perdesi içinde her türlü haksızlığı kolayca ve “Allah, Allah!” nidâlarıyla yapabilenlerin ruhlarını, gerçek kimliklerini deşifre etti. Çünkü hepsinin haksızlıklarına, adâletsizliklerine şahit oldu, bizzat marûz kaldı. Ona göre âdil olmayan, hak edene hakkını veremiyen bir insanın müslüman olması da mümkün değildi. Mahlâs kullanarak ve kendi ismiyle Konya’da yerel bir gazetede günlük makâleler yazdı. Mevlânâ Müzesi’ni ziyarete gelen Alman turistleri, müzenin yanındaki camiye dâvet eder, İslâm’ı anlatmaya çalışırdı. 1996 yılında “Kader ve Cüz’i irade” üzerine hacimli bir eseri kâleme aldı, son anda “daha zamanı var!” diye düşündü ve telif etmekten vaz geçti. Çalışma hayatında yılmadı, özel sektörde iş hayatına atıldı. Almanca tercümanlık yaptı, İktisât, işletme, siyaset üzerine Almanca kitaplarını okudu. Özel bir kursta uzun bir süre, akşamları ve haftasonları Açık Öğretim Fakültesi öğrencilerine muhasebe, işletme ve iktisât alanlarında dersler verdi.1998 yılında Serbest Muhasebeci Mali Müşavirlik ruhsatını aldı. Süreçte İslâmî holdingleri tanıdı, onlarında çoğunun diğerlerinden farkı olmadığını gördü! Ağlayıcı bir sınıf türüyordu, sistemlerini “ağla, kazan!” şeklinde özetlemek mümkündü. Gerçekten çok kolayca ve etkileyici nitelikte ağlama yeteneğine hâiz bu mollalar, çoğu holdinglerin ve müslümanların dünyasında çok değerliydi. Hatta komisyon usülü ağlama da çok namlı bir sakallı, Almanya’da bir cami de, ağlamasını epeyce bir mark, dolar toplayarak bitirince, başka bir holding atak davranmış ve onu transfer etmişti. Lüks villa, son model mercedes, sayısız imkânlar, artan komisyonlar, Allah rızası için efendi hocaya bağışlanmıştı. Diğer holding ise, yapılıp edilenler hep Allah rızası için olduğundan sesini bile çıkaramamıştı! Sömürgecilerle dinciler arasında müthiş bir anlaşma vardı sanki... Güyâ Dincilere diyorlardı ki; “sizin başınız sıkışır, yediğiniz haltlar ortaya çıkacak olursa, biz size “başörtüsü” ismini verdiğimiz bir cân simidi uzatalım. Müslümanların topraklarını, kadınlarını, varlıklarını, kültürünü, dinini, neslini, ekinini tâciz edip, param parça ederken bizim başımız sıkışırsa, siz de sesinizi çıkarmayın, sakın Allah’dan, namustan, İslâm’dan, Hak’dan ve hukuktan söz etmeyin! Sonra size başörtüsünü verince kuyruğuna basılmış kediler gibi miyavlarsanız, arınırsınız nasılsa! Namusun elden gittiğini haykırın, milyonlarca ırzı çiğnenmiş müslüman kadınları, mazlumları görüp biliyorken, sakın utanmayın, bağırın, Allah için haykırın!” “Baş örtüsüüüü!” diye avazınız çıktığı, nefesiniz yettiği kadar çığlıklar atın! “Siz içtenlikle bizim olun, biz de içtenlikle sizin olalım!” Anlaşma putlar arasında câzipti! Âcilen yeni ağlayıcılar bulup yetiştirmek gerekti, üstelik bu çok önemliydi, zira güdülecek koyun sürüsü gün geçtikçe çığ gibi büyüyor, artıyor, sütleri, peynirleri bereketleniyor, hangarlara sığmıyordu. Netice de İblis onlara güzel öğütler vermiş olsa ki, yeni ağlayıcılar çok geçmeden yerini aldı! Yazar hem orijinal hem modern, hem çağdaş hem müslim görünümlü zihniyetin, cübbeleriyle göbekleri arasındaki ilgiyi teorik olarak ispatlayabilmek için, Kuantum fiziğiyle ilgili olmayı bıraktıysa da muvaffak olamadı, fizik kuramlarına geri döndü, finansman ve muhasebe kurallarıyla çözebilmek mümkün değil gibiydi. Hem heybeleri, hem semerleri çok ve çeşitli, rengarenk, alımlı, gösterişli, kibirliydi... Semerlerine asılı heybelerinde gizledikleri külçe külçe altınların görülmemesi için, titiz, tepkili ve etkiliydiler. Yazar ise müslümanların Allah adına soyulmasına sessiz kalamadı, ayrıldı, tabii bunun sıkıntısını belki de hep çekeceğini bilerek! Gerçi kalburun üstündeki pek çok adamı iyi bilirdi, korkusuzdu ve ondan çekinirlerdi sürekli. 2001 yılının soğuk bir Kasım’ında, tüm imkânsızlıklara rağmen, memleketi Beyşehir’de kendi ofisini açtı. Müşterilerinin fâiz gelirlerini, giderlerini muhasebeleştirmekten nefret etmeye başladı. Çelişkili bir durumdu! Ülke müslümandı, fakat kanunları zalimceydi. Kimsenin de bu zalimliğe “dur!” demeye niyeti de yoktu... Ülkesinde fuhuş serbestti, kısas kalkmıştı, kumar, torpil, rüşvet kanıksanmıştı, haksızlık, zulüm tavan yapmıştı, bölücüler prim yapmıştı, müslüman görünümlü adamlar doğrusu süper çalışıyorlardı! Bu arada yazar, yazı hayatına Anamas Dergisi’nde devam etti, genel yayın yönetmeni oldu. “Vatansızlar vatanımda, çakalların saltanatı, 2X2= Küresel Sermaye” gibi yazıları başına dert olduysa da yılmadı. 2007 yılında Büyük Birlik Partisi’nden Konya milletvekili aday adayı oldu. Müslümanların durumu ve halkın sorunları, İslâm, vatan, millet gibi konularda, rahmetli ve yiğit Muhsin Yazıcıoğlu, Alparslan Türkeş, Necmeddin Erbakan gibi bir kaç doğru adamın dışında, Ankara’da kimsenin ilgisinin olmadığını gördü. Hayır, hayır! Onlar, kâfirleri, zalimleri ezecek ve aşağılayacak olan Ulu Allah’ı unutmuşlardı! Saltanatlarını sürekli sanmışlardı, ebedî şef, lider, başkan olacaklarını umuyorlardı! Ulu Allah’ın, onların cânlarını alacaklarını, hesaba çekileceklerini, Cehennem âteşinde soluyacaklarını anmak bile istemiyorlardı. Politika servet edinme aracıydı, tıpkı din gibi. Dinciler politikayla, politikacılar dincilerle güzel kazanımlar, yatlar, köşkler alıyordu. Süper bir anlaşmaydı bu, taraflarına harika zenginlikler sunan bir anlaşma! Oysa müslümanlığın ön şartı insan olmaktı... Bütün dünyadaki insanlar bilsin ki; “İslâm Kur’ân’da indiği üzeredir. İslâm’ı öğrenmek isteyen Kur’ân’a yapışsın, mollaların eteğine değil!” Bu uyarılarla kendini tanıtan yazarın, Allah nasip ederse alacaklarını alabilmesi durumunda başını sokacak bir evinin olması, Allah ömür verirse bağ-kur borçlarını ödeyebilmesi umulur! Bu kitaba en düşük, zorunlu olarak konulacak bir ücreti talep ettiği için, okuyucudan hakkını helâl etmesini bekliyor! Ayrıca yazar, eşi Havva’ya, çocukları Aybüke Betül, Gamze Yağmur ve Damla Cansu'ya, kardeşi Azmi'ye ve Dayısı’na müteşekkirdir. 01.03.2013 Beyşehir / Konya / Türkiye Kur’ân: Ebedî Doğrular “Putlara Ultimatom” Cilt I & Cilt II by Kemal Aras Teşekkür ve ithâf: Çok zor şartlarda kâleme alınan bu eser, yazarınca, zorluğun yanında kolaylık olduğunu bir kez daha fiilen öğreten ve cânını alacak olan, Rabb ve Rahmân Allah’a teşekkür olarak ithâf edilmiştir... * * *

Related to Kur’ân

Related ebooks

Related categories

Reviews for Kur’ân

Rating: 4 out of 5 stars
4/5

2 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Kur’ân - Kemal Aras

    Yazar hakkında {About Author}

    ÖZGEÇMİŞ

    KEMAL ARAS KİMDİR?

    ZORLU ADAMIN ZORLU HİKÂYESİ?

    23.11.1967 yılında 1.100 gr. olarak Konya’da dünyaya geldi. Doktor annesine; Bu çocuk ölür! dediğinde merhametli annesi; Allah dilerse ölür! diye cevap verdi. Doktor bu söze çok kızmış...

    Çocuk yaşlarında simit satmaya, ayakkabı boyamaya başladı.

    Bazen satış menüsüne kuruyemişleri de ilâve ederdi. Baskülle, Alaaddin Tepe’sinde insanları tartarak üç-beş kuruş kazanmaya çalışırdı. Simit satmada ustaydı, sabah ezânıyla kalkar, 150 simidi çabucak satıp âilesine katkı da bulunursa sevinirdi, Rabbine şükrederdi.

    Hasat zamanı köyü olan Akburun’da, yakıcı sıcakta nohut ve buğday tarlalarında çalıştı. Gerçi bu konu da azim timsâli olarak gördüğü kardeşi Azmi kadar becerikli değildi.

    İlk okulu bitirdikten sonra 1979 yılında parasız yatılı okul sınavlarına girdi. Konya’nın güzel ilçesi Ereğli’de ortaokulu okudu. Sonrasında parasız yatılı meslek lisesi sınavlarına girdi, Muğla Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi’ni kazandı. Bu okulu sağlık sorunları sebebiyle, 2. sınıfında bırakmak zorunda kaldı.

    1984 yılında Konya Ticaret Meslek Lisesi’ne kayıt yaptırdı. Bu okulun birinci ve ikinci sınıflarını birincilikle bitirince, özel bir dershane ücretsiz üniversite hazırlık kurslarına çağırdı. Bir süre gitti, daha sonra bıraktı...

    Okumak, araştırmak, öğrenmek, sorgulamak temel nitelikleriydi.

    Hemen her cemaat ve tarikatle, ekolle, zihniyetle tanışma, konuşma fırsatı buldu... Bir araya gelen kalabalıklar onun ilgisini çekiyordu. Çünkü hakkı söyleyen insanların, doğrusu yanında pek fazla insan toplaması mümkün değildi!

    Öyleyse kimdi bunlar? Araştırmak gerekliydi...

    Kavgacı bir ruhu yoktu. Fakat abisi İrfan, ona haksızlığa asla suskun kalmamasını öğretmişti. O da öyle yaptı, haksızlığa boyun eğmedi. Kavga ederken atılan yumrukları saymaya kalkmadı! Bu işi genelde diğer abisi Ömer yapardı.

    Fakat onun bütün kavgası, Allah’a karşı olanlarla idi. İslâm’a toz kondurmaya çalışanların elbiselerindeki tozu silkemelerine yardımcı olmasını, Allah’ın kendisine sunduğu ayrı bir yetenek olarak görüyordu!

    Allah için risk almayacaktı da kimin için alacaktı?

    Gerçi bu yüzden bir kaç kez okuldan atılmanın eşiğine gelse de, Allah, onu asla yardımsız ve yalnız bırakmadı!

    Lise’den sonra 1987 yılında Bursa Uludağ Üniversitesi İktisâdi ve Ticari İlimler Fakültesi’nin İşletme bölümünü kazandı.

    Okumak, dürüstlük ve bilgi de örnek aldığı babası, ona hep Kur’ân yolunu gösterdi... O’da hep Kur’ânı bildi. Her türlü cemaatler, solcular, sağcılar, onu kendisine çekmeye çalışsa da, o hiçbirine yüz vermedi. Kaderin bir cilvesi olarak yurttan ayrıldı, bir cemaat evinde kalmaya başladı.

    Bu süreçte Türkiye’nin önemli âlimlerini, şeyhlerini, mollalarını, liderlerini cemaat kartvizitleri içinde tanıma imkânı oldu...

    Çoğu zengin, varlıklı, imkânı ve çevresi geniş insanlardı... Çok dürüst, düzgün olanları da vardı.

    Allah’dan bahseden insanların ne çabuk servet edindiklerini hayretle gözledi.

    Bugün Allah! diyen, yarın hayâlinde bile göremiyeceği işlere, olanaklara kavuşuyordu.. Özellikle imam-hatip okulları ve ilâhiyât okuyanlarca rağbet görüyordu.

    "Allah Rızası" için namaza duran, niyetlenen, yetmediği için niyet ettim niyetlendim! diye tekrar niyet eden bu insanların gözleri, ay sonları bankamatikten maaşlarını çekerken ayrı bir ışıltıya bürünüyordu!

    Kârlı bir iş olsa gerekti ki, hem çeşidi hem de sayıları sürekli artıyordu...

    İtibârları, isimleri, konumları, ilimleri çokça yâd edilen bu insanlar, hayranlarınca çok değerliydi...

    Benim içinse değerli olan, ancak Allah idi...

    Devâsâ servetleri ise önemsizdi! Sergiledikleri haksızlıklar ise makûldü, eleştirmek kimin haddineydi...

    1991 yılında Fakülte’den mezun oldu, bir yıl süreyle Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesinde Pedagojik Formasyon dersleri aldı. Araştırma görevlisi olmayı çok arzuluyordu. On üç kez hak ettiği çeşitli sınavların hep mülâkâtlarında elendi. Beş kişinin alınacağı ve yalnız kendisinin başarılı olduğu sınavlarda bile, hakkı verilmedi

    Çünkü ne solcuydu ne sağcı, ne dinciydi ne de ateistti, ne şakşakcıydı ne de ekşi...

    O sadece tek ve bir Allah’a imân etmiş bir müslümandı!

    Zaman ona çoklarıyla İslâm perdesi içinde her türlü haksızlığı kolayca ve Allah, Allah! nidâlarıyla yapabilenlerin ruhlarını, gerçek kimliklerini deşifre etti.

    Çünkü hepsinin haksızlıklarına, adâletsizliklerine şahit oldu, bizzat marûz kaldı.

    Ona göre âdil olmayan, hak edene hakkını veremiyen bir insanın müslüman olması da mümkün değildi...

    Mahlâs kullanarak ve kendi ismiyle Konya’da yerel bir gazetede günlük makâleler yazdı. Mevlânâ Müzesi’ni ziyarete gelen Alman turistleri, müzenin yanındaki camiye dâvet eder, İslâm’ı anlatmaya çalışırdı.

    1996 yılında Kader ve Cüz’i irade üzerine hacimli bir eseri kâleme aldı, son anda daha zamanı var! diye düşündü ve telif etmekten vaz geçti.

    Çalışma hayatında yılmadı, özel sektörde iş hayatına atıldı. Almanca tercümanlık yaptı, İktisât, işletme, siyaset üzerine Almanca kitaplarını okudu. Özel bir kursta uzun bir süre, akşamları ve haftasonları Açık Öğretim Fakültesi öğrencilerine muhasebe, işletme ve iktisât alanlarında dersler verdi.1998 yılında Serbest Muhasebeci Mali Müşavirlik ruhsatını aldı. Süreçte İslâmî holdingleri tanıdı, onlarında çoğunun diğerlerinden farkı olmadığını gördü!

    Ağlayıcı bir sınıf türüyordu, sistemlerini ağla, kazan! şeklinde özetlemek mümkündü. Gerçekten çok kolayca ve etkileyici nitelikte ağlama yeteneğine hâiz bu mollalar, çoğu holdinglerin ve müslümanların dünyasında çok değerliydi. Hatta komisyon usülü ağlama da çok namlı bir sakallı, Almanya’da bir cami de, ağlamasını epeyce bir mark, dolar toplayarak bitirince, başka bir holding atak davranmış ve onu transfer etmişti. Lüks villa, son model mercedes, sayısız imkânlar, artan komisyonlar, Allah rızası için efendi hocaya bağışlanmıştı. Diğer holding ise, yapılıp edilenler hep Allah rızası için olduğundan sesini bile çıkaramamıştı!

    Sömürgecilerle dinciler arasında müthiş bir anlaşma vardı sanki... Güyâ Dincilere diyorlardı ki; "sizin başınız sıkışır, yediğiniz haltlar ortaya çıkacak olursa, biz size başörtüsü ismini verdiğimiz bir cân simidi uzatalım. Müslümanların topraklarını, kadınlarını, varlıklarını, kültürünü, dinini, neslini, ekinini tâciz edip, param parça ederken bizim başımız sıkışırsa, siz de sesinizi çıkarmayın, sakın Allah’dan, namustan, İslâm’dan, Hak’dan ve hukuktan söz etmeyin! Sonra size başörtüsünü verince kuyruğuna basılmış kediler gibi miyavlarsanız, arınırsınız nasılsa! Namusun elden gittiğini haykırın, milyonlarca ırzı çiğnenmiş müslüman kadınları, mazlumları görüp biliyorken, sakın utanmayın, bağırın, Allah için haykırın!"

    "Baş örtüsüüüü!" diye avazınız çıktığı, nefesiniz yettiği kadar çığlıklar atın!

    "Siz içtenlikle bizim olun, biz de içtenlikle sizin olalım!"

    Anlaşma putlar arasında câzipti! Âcilen yeni ağlayıcılar bulup yetiştirmek gerekti, üstelik bu çok önemliydi, zira güdülecek koyun sürüsü gün geçtikçe çığ gibi büyüyor, artıyor, sütleri, peynirleri bereketleniyor, hangarlara sığmıyordu...

    Netice de İblis onlara güzel öğütler vermiş olsa ki, yeni ağlayıcılar çok geçmeden yerini aldı!

    Yazar hem orijinal hem modern, hem çağdaş hem müslim görünümlü zihniyetin, cübbeleriyle göbekleri arasındaki ilgiyi teorik olarak ispatlayabilmek için, Kuantum fiziğiyle ilgili olmayı bıraktıysa da muvaffak olamadı, fizik kuramlarına geri döndü, finansman ve muhasebe kurallarıyla çözebilmek mümkün değil gibiydi.

    Hem heybeleri, hem semerleri çok ve çeşitli, rengarenk, alımlı, gösterişli, kibirliydi... Semerlerine asılı heybelerinde gizledikleri külçe külçe altınların görülmemesi için, titiz, tepkili ve etkiliydiler.

    Yazar ise müslümanların Allah adına soyulmasına sessiz kalamadı, ayrıldı, tabii bunun sıkıntısını belki de hep çekeceğini bilerek! Gerçi kalburun üstündeki pek çok adamı iyi bilirdi, korkusuzdu ve ondan çekinirlerdi sürekli.

    2001 yılının soğuk bir Kasım’ında, tüm imkânsızlıklara rağmen, memleketi Beyşehir’de kendi ofisini açtı...

    Müşterilerinin fâiz gelirlerini, giderlerini muhasebeleştirmekten nefret etmeye başladı. Çelişkili bir durumdu!

    Ülke müslümandı, fakat kanunları zalimceydi. Kimsenin de bu zalimliğe dur! demeye niyeti de yoktu... Ülkesinde fuhuş serbestti, kısas kalkmıştı, kumar, torpil, rüşvet kanıksanmıştı, haksızlık, zulüm tavan yapmıştı, bölücüler prim yapmıştı, müslüman görünümlü adamlar doğrusu süper çalışıyorlardı!

    Bu arada yazar, yazı hayatına Anamas Dergisi’nde devam etti, genel yayın yönetmeni oldu. Vatansızlar vatanımda, çakalların saltanatı, 2X2= Küresel Sermaye gibi yazıları başına dert olduysa da yılmadı.

    2007 yılında Büyük Birlik Partisi’nden Konya milletvekili aday adayı oldu. Müslümanların durumu ve halkın sorunları, İslâm, vatan, millet gibi konularda, rahmetli ve yiğit Muhsin Yazıcıoğlu, Alparslan Türkeş, Necmeddin Erbakan gibi bir kaç doğru adamın dışında, Ankara’da kimsenin ilgisinin olmadığını gördü.

    Hayır, hayır! Onlar, kâfirleri, zalimleri ezecek ve aşağılayacak olan Ulu Allah’ı unutmuşlardı! Saltanatlarını sürekli sanmışlardı, ebedî şef, lider, başkan olacaklarını umuyorlardı! Ulu Allah’ın, onların cânlarını alacaklarını, hesaba çekileceklerini, Cehennem âteşinde soluyacaklarını anmak bile istemiyorlardı.

    Politika servet edinme aracıydı, tıpkı din gibi. Dinciler politikayla, politikacılar dincilerle güzel kazanımlar, yatlar, köşkler alıyordu. Süper bir anlaşmaydı bu, taraflarına harika zenginlikler sunan bir anlaşma!

    Oysa müslümanlığın ön şartı insan olmaktı...

    Bütün dünyadaki insanlar bilsin ki; İslâm Kur’ân’da indiği üzeredir. İslâm’ı öğrenmek isteyen Kur’ân’a yapışsın, mollaların eteğine değil!

    Bu uyarılarla kendini tanıtan yazarın, Allah nasip ederse alacaklarını alabilmesi durumunda başını sokacak bir evinin olması, Allah ömür verirse bağ-kur borçlarını ödeyebilmesi umulur!

    Bu kitaba en düşük, zorunlu olarak konulacak bir ücreti talep ettiği için, okuyucudan hakkını helâl etmesini bekliyor!

    Ayrıca yazar, eşi Havva’ya, çocukları Aybüke Betül, Gamze Yağmur ve Damla Cansu'ya, kardeşi Azmi'ye ve Dayısı’na müteşekkirdir.

    01.03.2013

    Beyşehir / Konya / Türkiye

    Teşekkür ve ithâf:

    Çok zor şartlarda kâleme alınan bu eser, yazarınca, zorluğun yanında kolaylık olduğunu bir kez daha fiilen öğreten ve cânını alacak olan, Rabb ve Rahmân Allah’a teşekkür olarak ithâf edilmiştir...

    * * *

      

    Önsöz –Preface- (About the Book)

    {KİTABA GİRİŞ/ÖNSÖZ}

    "Bismillâhirrahmânirrahîm"

    Enbiya, 10; And olsun, size öyle bir kitab indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?

    Yunus, 65; Habibim, onların lafları seni üzmesin. Çünkü şan ve şeref bütünüyle Allah'ındır. O her şeyi işitiyor, hepsini görüyor.

    Bütün övgüler, hamdler, güzellikler göklerin ve yerin sahibi Rahmân olan Allah’a mahsustur. Bizi yaratan O’dur. Bizi yaşatan da O’dur. Bizi ayakta tutan, nefes alıp vermemize izin veren de O’dur. O ki; izni ve dilemesi olmaksızın âlemlerde bir yaprağın bile kımıldayamadığı Mürid olandır.

    O’dur bizi sınanmak üzere yaratan, dünyaya gönderen ve sınanmamızın sonuçlarını gösterecek olan...

    Bütün mülk O’nundur. O ki; mülkünde, işlerinde, dilemesinde, afvında, mağfiretinde, rızkında, şefaatinde hâsılı hiç bir sıfât ve isimlerinde, mülkünde ortağı olmayan yegâne Kudret Sahibi olan, dilediğini yapan İrade Sahibi, her şeyi bilen Alim’dir....

    Ve O’dur hiç bir şeye benzemeyen, eşi-dengi, menendi, misli, benzeri olmayan...

    O’dur her şeye Hâkim ve Mâlik olan...O’dur dilediğine dilediğini veren Vehhâb.. O’dur dilediğini afveden Afuv, dilediğini azaplandıran, zelil eden Muzil, dilediğini şerefli kılan Muiz...

    O, hiç bir isminde, hiç bir sıfâtında, emrinde, kararında, hükmünde ortağı olmadığı gibi, Zat’ında, Rububiyetinde, Uluhiyetinde dahi ortağı olmayandır...

    Rahmân olan Allah’ın beni bağışlayacağını umuyorum... Zira Kur’ân apaçık bir şekilde ortadayken, Kur’ânı, İslâmı savunmak, insanları Kur’ân’a davet etmek, O’ndan başka rehber kabul etmemelerini ve Vahye tabi olmalarını istemek, umarım, dilerim ve beklerim ki Rabb’imin bir hadsizlik olarak değerlendirmeyeceğini, belki kulluğumun ve köleliğimin bir gereği olduğunu bana hissettireceğini umuyorum...

    İşte bu hassasiyet ve duygular içinde kâleme alınan bu kitap müminlerden müşriklere bir ültimatomdur... Müminlerden kâfirlere bir uyarıdır...Müminlerden zalimlere, zorbalara, münâfıklara bir ikâzdır..

    Onlara karşı mücadele azmimizin ve kararlılığımızın beyânı, Kurân dışı yapılara ve oluşumlara, zihniyetlere ve yaşantılara ruhumuzun, imânımızın isyânıdır.

    Temeli inkârcılık olan bütün yapılara, zihniyetlere, öğretilere, doğmalara, tağutlara meydan okumadır!

    Müminler için ise, Kur’âna davet eden, O’nun rehberliğinden, önderliğinden, yolundan başka bir yola, öndere tevessül etmemelerini arzulayan bir hitaptır.

    Bütün fırkalara, gruplara, oluşumlara, sopalık zanlara tabi olanlara, şöylece sesleniyorum ve diyorum ki;

    Ey Sünnî, ey Şiâ, ey Vehhabî, ey Ilımlı, ey Filân! Neden İslâm’ın başına veya sonuna böyle sıfatlandırmalar yapıyorsunuz, eklemelerde bulunuyorsunuz da, Kur’ânın etrafında yek vücut olmayı düşünmüyorsunuz, yahutta akletmiyorsunuz? Eğer gerçekten Allah’a imân ediyorsanız, O’nun indirdiği Kitap etrafında kenetlenmek gerekmez mi? Niçin kendi algıladıklarınızı İslâm olarak telâkki ediyorsunuz da, Allah katından inen İslâm’la yüzleşme gereği duymuyorsunuz?

    Biz müminler istiyoruz ki, Kur’ânı hayatımıza, ruhumuza, işlerimize ve bütün benliğimize yerleştirerek güzel işler, hayırlı sistemler, akıbeti nûrlu işlerde koşuşturalım...

    Birileri de istiyor ki müslüman millet, Kur’âna aykırı yollarda yürüsün ve kendini müslüman sanmaya devam etsin!

    Oysa Kur’âna itaat o kadar önemlidir ki; bakınız Şanlı Nebi Kur’ ânı nasıl tarif ediyor:

    Allah'ın Kitabı (Kur’ân): Sizden öncekilerin tarihi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü O'ndadır.

    O, kesin bir hükümdür. Gerçeği(Hakkı), gerçek olmayandan ayırır.

    O, boş-saçma değildir.

    Her kim, büyüklük taslayarak, O'nu bırakırsa, Allah onun (boynunu) kırar.

    Her kim, hidâyeti O'nun dışında ararsa, Allah onu saptırır.

    O, Allah'ın sağlam ipidir.

    O, hüküm ve hikmet sahibi zikirdir(öğüt ve hatırlatmadır).

    O, sağlam-dosdoğru yoldur.

    O, hevaların (arzu ve görüşlerin) kaydıramadığı, dillerin örtüp-karıştıramadığı, alimlerin doymadığı, çokça tekrarlanmaktan eskimeyen, hayranlık uyandıran yönleri bitmeyen bir Kitap'tır.

    O öyle bir kitaptır ki, cinler(den bir grup), O'nu dinlediği zaman; biz, doğruluğa ileten, hayretamiz (hayranlık verici) bir Kur’ân dinledik ve O'na hemen imân ettik demekten kendilerini alamamışlardır.

    O'na dayanarak konuşan doğru söylemiş, O'nunla amel eden ecrini (karşılığını) kazanmış, O'nunla hüküm veren adalet yapmış ve O'na davet eden doğru yola çağırmış olur.

    Kaynaklarda geçen ve Ali (R.Anh)’den gelen sahih rivâyette Kur’ânı ne güzel tarif ediyor, Şanlı Nebi..

    Sahih rivâyet; Kur’ânla hiçbir şekilde çelişmeyen, zıtlaşmayan, O’nu iptal etmesi muhâl, belki O’nu hikmet ve hüküm noktasında teyit eden, ilave hüküm içeremeyen, ekleme de bulunması muhâl, Vahye mazhar olmakla, Şanlı Nebi’ye ait hikmetli, güzel, değerli, açıklayıcı, uygulayıcı sözlerdir. Böylesi sözler benim araştırabildiğim kadarıyla 400 civarında mevcuttur.

    İşte biz de Şanlı Resul gibi diyoruz ve bütün İslam Âlem’ini Kur’ân’a davet ediyoruz: Geliniz Rahmân’ın Nûr’u altında toplanalım. Geliniz Rahmân ne demişse ona uyalım. Geliniz gerçek imân ve güven şuuruna, bilincine, ölmeden önce varabilelim inşallah…

    Herşeyden önce burada bütün mezhepleri, fırkaları, alimleri, kişilikleri itibariyle değil, ifrat-tefrit boyutunda ki zihniyetleri itibariyle tenkid ediyor, zihniyetlerini islâh ile Kur’âna davet ediyoruz.

    Hatta sözü edilen alimlere atfedilen görüşlerin, tahrif maksatlı olabileceği ihtimalini de verirken, bu zaman da bazı alimlerin de, aynı türden görüşlerini gördüğümüz için, haklarında olumsuz düşünmemeyi ilke edinmekle beraber, bu konu da şimdilik susmayı yeğliyoruz…

    Eğer sizler bu kitap vesilesi ile; Rahmân’ın Vahyini okumalıyım! gibi bir düşünce noktasına gelirseniz, bir mümin için en büyük bir bahtiyarlık ve mutluluğa da vesile olmuş olacaksınız…

    Bu kitabın, planlama ve tasavvur yapılmaksızın, irticâlen kâleme alındığını okuyucu hemen sezmekte zorlanmayacaktır… Çünkü benim yapamadığım ve dolayısıyla sevemediğim şey, içimden gelenleri plânlayarak yazmaktır.

    Zira plânlama irticâlen yazmaya da engeldir aslında… İçine doğanları yazdın yazdın, yoksa kaybolmaz amma, bütün etkileyiciliğine de ruhunda bırakarak, bir daha aynı güzellikte yazma şansını da bırakmayabilir …

    Bununla beraber taslâk bitince, gene bir planlama, tasavvur, düzenleme yapmak zorunda da kaldım. Umarım bu plânlamayla, irticâli anlatmanın etkisini de kırmamışımdır.

    Ey okuyucu, bu kitabı okurken, delil ve açıklama olarak dikkatinize sunacağımız âyetleri de atlama, lütfen oku! Hatta bu kitabın hepsini es geç, lakin için de geçen âyetleri, asla görmezden gelme, atlama!

    Bu kitap, şuursuzca yaşayan, Kitap nedir bilmeden olaylara yaklaşan, Kitab’a imân şuurundan yeterince nasiplenmemiş, etrafında yer verdiği nice sistemlerin, zihniyetlerin ve kişilerin, birer put olabileceğinin idrâkinde olmaksızın nefes alanlara, bir an soluklanıp kendine gelip, yaşadıklarını gözden geçirme, kendini, ruhunu ve inancını sorgulama şansını vermeye vesile olmak ve toplumumuzu Kur’ân şuuruyla yaşama noktasında kafasında, beyninde, ruhunda bir soru işareti bırakmak üzere kâleme alınmıştır…

    Hayatında yer etmiş anlayışları, zihniyetleri, algıları kökünden ve bütün yönleriyle gözden geçirmesini sağlamak, hatalı ve yanlış zanlarını butlân kılmaktır, yıkmaktır, inşallah…

    Çanakkale de cümle kâfire karşı bizi ayakta tutan güç, unutmayın ki, imânımızdı, Kur’ânımızdı…

    Bazen çok sert bir üslubun, bazen istihzaî-alaycı bir üslûp içine saklanmış öfkenin, bazen insanları yumuşak bir dille çağırma usüllerinin kullanıldığı bu kitap;

    ŞİRKE –KÜFRE KARŞI KESİN BİR SALÂTI KAİM ETMEKTEDİR….

    Eğer sen, kitabımızdaki âyetleri okur, tamam ya, olay buymuş! Vahye kulak vermeliyim… dediğin an, istersen benim kitabımı yak at! Yeter ki sen, inşallah o ruh ve bilince gel…

    Kitapta Kur’ân meâllerinden hepsini göz önüne almakla beraber, eksikliklerine rağmen Merhum Elmalılı meâlini daha çok yeğledik.

    Bazen kelimelere, benzer anlamlarını da, diğer meâllerden ekledik ki, okuyucu diğer meâllerin verdiği anlamı da görebilme fırsatından mahrum olmasın…

    Bununla beraber âyetin, kelime olarak hiçbir şekilde karşılığı olmayacak derecede yanlış veya eksik anlam veren meâllerin, ilgili meâllerini de asla dikkâte almadık, orijinal metinde geçen kelimenin tam karşılığını veren çeviriyi yazdık. Okuyucu da güçlü bir kavram şuuru oluşması için, Kur’ân kavramlarını çeşitli boyutlarda ele alıp istifadesine sunmaya çalıştık, yer yer başka açılardan tekrar ederek, beyninde tefekkür fırtınalarının esmesini diledik.

    Bil ki yine bu kitap, bütün müstenidâtı Kur’ân’dan ibaret olan bir kitaptır.

    Düşünsene bir; Vahyi ta hücrelerinin en dip merkezlerinde yaşamaya çalışan, kendisiyle mücadele eden, benim gibi günahkâr bir insandan bile, -Rahmân dilerse-, neler çıkabiliyor…

    Sana bazen olayları aklen muhakeme ederek, bazen hikâye ederek, bazen soru-cevap şeklinde, bazen çok öfkeli bir zirveden yankılanan bir bilinçle vermeye çalıştık ki, meselenin ne kadar ciddi olduğunu, şakası olmadığını idrak ederken, okurken de sıkılmamış ol istedik…

    Devamında ne var diyerek merak et, belki de ne zaman okuduğunu dahi anlamamış ol….

    Eleştirilerini mutlaka beklerim, kusursuzluk Rahmân’a mahsustur. Biz nefsimizin, kusursuz olduğumuzu iddia edecek veya izlenimini verecek hiç bir zanda bulunmasına asla izin vermedik, izinde vermeyiz İnşaallahurrahmân….

    Fussılet Sûresinin şu güzel âyetleriyle, kitabın giriş kısmını bitirmek istiyorum:

    30- Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra da doğrulukta devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner ve derler ki: Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilen cennetle sevinin.

    31- Biz dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlarınızız. Cennette sizin için canınızın çektiği ve istediğiniz her şey vardır.

    32-" Bunlar çok bağışlayıcı ve çok merhametli olan Allah tarafından bir ağırlamadır."

    33- "Allah'a davet eden, salih amel işleyen ve: Ben gerçekten müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?"

    34- "Hem iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimi bir dost gibi olduğunu görürsün."

    - el-Ismetü lillâhi vahdeh

    [Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]…

    ***

    KEMAL ARAS

    SERBEST MUHASEBECİ MALİ MÜŞAVİR

    BEYŞEHİR/01.02.2012

      

    İçindekiler {Table of Contents}

    Yazar Hakkında {About Author}

    Önsöz-Preface- (About the Book)

    KUR’ÂN: EBEDÎ DOĞRULAR

    Putlara Ultimatom CİLT I

    DERS 1 : KÜFÜR / KÂFİR

    DERS 2: NİFÂK / MÜNÂFIK

    DERS 3 : ŞİRK / MÜŞRİK

    DERS 4 : İMAN / MÜMİN

    DERS 5 : ÖNCE ŞEYTANI TANI!

    DERS 6: İBLİS’İ SUSTURAN DİYALOG

    * * *

      

    KUR’ÂN: EBEDÎ DOĞRULAR

    Putlara Ultimatom

    CİLT I

      

    DERS 1 : KÜFÜR / KÂFİR

    Küfür ve kâfir kelimeleri, Kur’ânın çokça üzerinde durduğu, bütün kötülüklerin mayasını oluşturan gerçeklerdendir. Konuya küfür ve kâfir gerçeğini anlatarak başlayacağız ki, okuyucu şirk, nifâk gibi diğer görünümlerin küfrün birer tezahür şekilleri olduğunu daha rahat kavrasın, küfür ve imânın ne kadar zıt sıfatlar olduğunu idrâk ederken, her an küfre ve inkâra düşme ihtimalinin olabileceği şuuruna da varmış olsun.

    Küfür, "ke-fe-ra" fiil kökünden masdar olup, lügâtta ‘bir şeyi örtmek, gizlemek, saklamak’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffâr denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Bazı ibadetler ve tevbe de bir takım günahları örttüğü için bunlara da keffâre(t) denilmiştir. Keza müminler Allah’a dua ederken günahlarının örtülmesini, görmezden gelinmesini dilerken, keffirnâ / gizle-görmezden gel--ört! diyerek dua ederler.

    Allah, mümin kullarının günahlarına küfredip, görmezden geleceği gibi, müşrik insanların da imânlarına küfredecek, görmezden gelecek, işledikleri iyi işleri önemsemiyecektir. Zira kâfir, Allah'ın varlığını, âyetlerini, nimetlerini veya hükümlerini, yaratılış gerekçesini ve aslî görevlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip yan çizerek, umursamayıp inkâra gittiğinden bu ismi almıştır.

    Küfr, Kur’ânda değişik manalarıyla ve çeşitli özellikleriyle çokça ifade edilen, özetle dört manada ele alabileceğimiz şekillerde izah edilebilir:

    Birincisi, Küfür, Allah'ın tevhidine küfr etmek, O'nu inkâr etmek manasında kullanılır; şu âyetlerde böyledir:

    Bakara 6; Gerçekten o küfr edenleri (yani, Allah'ın tevhidini/bir ve tek ilah olduğunu inkâr edenleri, görmezden gelenleri) uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir: imân etmezler.

    Muhammed 1; Küfür edip {yani, Allah'ın tevhidini inkâr edip görmezden gelenlerin} Allah yolundan alıkoyanların amellerini Allah boşa çıkarır.

    İkincisi, Küfür, hüccetin, bürhânın, âyetin, delilin, beyânın inkârı manasında kullanılır; şu âyetlerde olduğu gibi:

    Bakara 89; "O tanıdıkları kendilerine gelince, ona küfr ettiler (yani, onlar onu tanıdılar, fakat onu inkâr etiler, umursamayıp görmezden geldiler.)".

    En'âm 20; Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler [Yahudi ve Hristiyanlar] o'nu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar (yani, Nebi'yi (oğullarını tanıdıkları gibi) tanırlar; çünkü o'nun nitelikleri, beraberlerindeki Tevrat'ta bulunmaktadır}. Kendilerini zarara uğratanlardır ki, îmân etmezler. 

    Bakara 146; Kendilerine Kitap verdiklerimiz onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bununla birlikte içlerinden bir grup bildikleri halde hakkı gizlerler. 

    Al-i İmrân 97; Yoluna gücü yetenlerin Beyt'i [Kabe'yi] haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Artık kim küfr ederse (yani, Ehl-i Kitap'tan olsun, diğer dîn müntesiblerinden olsun kim Allah'ın Beyt-i Haram'ını haccetmeyi inkâr edip haccın farziyyetini, kulluk görevlerini görmezden gelip reddederse), şüphesiz ki Allah âlemlerden (Ehl-i Kitap'tan ve onların gayrısından} ganidir.

    Üçüncüsü, Küfür, küfrân-ı nimet/nankörlük, nimeti verenin Allah olduğu gerçeğini görmezden gelmek, umursamamak anlamında kullanılır; şu âyetlerde böyledir:

    Bakara 152; O halde beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin. (yani, nimetime küfr-(nankörlük) etmeyin!

    Neml 40; Kitaptan ilmi olan kimse ise, Gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm dedi. (Süleyman) onu (Melike'nin tahtını) yanıbaşına yerleşivermiş görünce, Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir."

    Lokmân 12; Andolsun ki biz, Lokman'a Allah'a şükret! diye hikmet verdik. Kim şükrederse kendi iyiliğine eder. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, daima övülmeye layıktır.

    Şu'arâ 19; {Fir'avn, Musa'ya dedi ki}: O yaptığın fiili yaptın, o halde sen o kâfirlerdensin {yani, nankörlerdensin -ki bununla, o'nu küçükken büyüttüğünü ve o'na iyilik yaptığını, buna karşılık Musa'nın nankörlük ettiğini kasdetmektedir}.

    Dördüncüsü, Küfür, beri ve uzak olmak, uzaklaşmak manasında kullanılır; şu âyetlerde olduğu gibi:

    Mümtehine 4; İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir misâl vardır, onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir. Yalnız İbrahim'in babasına: Senin için mağfiret dileyeceğim, fakat senin için Allah'tan (gelecek) hiçbir şeyi (önlemeye) gücüm yetmez. demesi hariç. Rabbimiz! Yalnız sana dayandık, sana yöneldik. Dönüşümüz de ancak sanadır.

    Ankebut 25; (İbrahim onlara) dedi ki: Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü (geldiğinde) ise, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lanetleyecektir. Varacağınız yer cehennemdir. Ve hiç yardımcınız da yoktur."

    İbrâhîm 22; İş bitince şeytan onlara şöyle diyecek: Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vaad etti, ben de size vaad ettim, ama sonra caydım! Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi (küfür ve isyana) çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim. Doğrusu zalimler için acı bir azab vardır!

    Küfre sapan kimseye kâfir (çoğulu: Küffâr, kâfirûn, kefere) denilir. Küfür imânın zıddı olduğu gibi, kâfir de mü’minin zıddıdır. Kâfir, gerçeği örten, görmezden gelen, umursamayan, nimeti saklayıp inkâr eden, hakkı tanımayan, yalanlayan kişi demektir. Yaratıcı’nın en büyük nimetleri olan âyetleri, delilleri, tevhidî imân, peygamberlik, din, hidâyet gibi hususları saklamak, gizlemek, üstünü örtmek, önemsememek veya görmezlikten gelmek kâfirliğin en belirgin şeklidir.

    Küfür; gerçeği, realiteyi, hakikatı çarpıtmaktır, saklamaktır, örtmektir. Küfür, varlıktaki, yaratılıştaki güzellik ve mükemmelliği, nimet ve lütfu görmeme, görmezlikten gelme illetidir; bir fıtrat nankörlüğüdür. Âlemlerin Rabbi’ni, yarattıklarını, yarattığı varlıklara biçtiği fıtratı ve görevi, indirdiklerini kabul etmemektir. Bu mana da sıdkın, yani dosdoğru olmanın, doğruluğun tam tersidir..

    Kâfirin küfrü, müşrikin şirki, fâsıkın fıskı, zalimin zulmü, mücrimin cirmi, yalanlayanın yalanı, nankörün inkârı, Allah’ın âyetlerini âciz kılmak isteyenin (muâcizin) fiili derece derecedir, zira Cehennem de kademe kademedir.

    Bir mana da küfür, akı kara, karayı ak görmektir; görülmesi gerekeni görmemek, bakar körlüğü tercih etmektir. Veya Güneş’i balçıkla sıvamak, ışığını saklamaktır. Veya karanlığı aydınlık, aydınlığı karanlık, dalâleti ve sapkınlığı ise, hidâyet ve dosdoğru yol görmektir. Küfür bir hastalıktır, fıtrî ve yaradılışa uygun, yakışır ve yaraşır olanı terk etmektir, bir ârıza, hastalık, sıkıntı ve anormalliktir. Doğal olanın, fıtratın dışına çıkmaktır.

    Kalpte başlayan bu hastalık, kafaya ve nihâyet bütün organlara yayılır. Fıtrat nankörlüğü olan küfür, Allah’a ve indirdiklerine tam bir güven ve selâmet içindeki imânla tedavi edilmediğinde çabuk büyüyen ve tüm vücudu kaplayan bir kanser mikrobu gibi, kişinin bütün benliğini ve fıtratını örterek, zifiri karanlık içinde kalmasına, âhiretinin ve dünyasının helâkine neden olur..

    Siz Güneş’e, Ay’a, nimete, sıkıntıya, sayısız varlıklara küfrettiğinizde, aslında bütün bunları yaratan, şekillendiren, Mülkün Sahibi Allah’a küfretmiş olursunuz. Birini yalanladığınızda mesela aslında Güneş yoktur! Evren yoktur! dediğinizde, Allah’ın varlığını yalanlamış, inkâr etmiş olursunuz.

    Küfür inkâra, inkâr yalanlamaya, yalanlama riyâkârlığa dayanır. İnsandan çıkacak kötü fiillerin temelinde nefsi, hevâsı, arzuları vardır. Sanki insan iki arada bir derede kalmıştır; arzularını bıraksa dünyadan vazgeçemiyor, dünyadan vazgeçse, Allah’a tevekkül edecek imâna sahip olamıyor. Pamuk ipliği misâli hiçbir kıymeti olmayan takıntılı, kuruntulu, zayıf inancıyla, yaratılış görevlerine uymayan işler peşinde koşturuyor, fıtratını kötülüyor, körletiyor, aydınlık sandığı sonu karanlık ve dipsiz kuyulara düşünmeksizin kendini atıyor…

    Gerçekte sizden istenilen bir tercihte bulunmanız gibi görünse de, esas istenilen, dosdoğru yolu Allah için istemenizdir. Allah’ın hidâyetine, Allah’ın emridir diye girmeniz ve kararlı bir şekilde durmanızdır. İmanınızı bütün işlerinize, hayatınıza, ölümünüze ve dirilişine kaim ederek, bütün fıtratınızı fıtratınızın Gerçek Sahibi Allah’a adamanızdır, kurban etmenizdir, vakfetmenizdir. Oysa küfür, insana yüklü nice yetileri, güçleri, donanımları, tabiî fonksiyonları gereği kullanmamak sûretiyle, o güçlerin fıtratına perde çekmek sûretiyle, onların ve kendinin yaratılış gerekçesine ve doğal işlevlerine set çekmektir, gizlemektir, görmezden gelmektir.

    Şu insanlar nolurdu ki, Allah'ın bilgisine, kararına, hükümlerine karışacaklarına, O’nu sorgulayacaklarına hükümlerine uysalardı, ne yazık! İnsanın aklını putlaştırmasının temelleri atılıyor da insanlarımız farkında değil...

    İslâm ülkelerinde fuhuş serbest bırakılırken, kısas iptâl edilirken, hıyânet-i vataniye kanunları kaldırılırken, zulüm her yanı kaplarken, faiz meşru kılınırken sesi soluğu çıkmayan hocaların, mollaların, konu Allah olunca seslerini yükseltmeleri ne ilginç? Zanlarınca Allah’ı koruduklarını sanırlar…

    Ey ahmak! Senin zihninde korunmaya muhtaç. bir ilâh var ve onu rab edinmişsin! Korumasına girmen gerekeni, koruman altına almışsın… Uyman gerekenleri ise görmezden gelmişsin, öyle ya, Allah’ı korumak varken emirlere uymanın ne önemi ve ciddiyeti olabilir ki?

    Tevhidi göster, ameli göz ardı et! Allah’ı göster, emirlerini sırtındaki heybe de gizli tut… Çalışmak, hakkı ayağa dikmek, zulme karşı koymak ise uğraşılacak şeyler değildir, çünkü âcilen Âlemlerin Rabbini –hâşâ- korumak gereklidir, birlemek gereklidir! İzlenen politika budur.

    Fir'âvun'un mel'eleri istiyor ki, herkes Allah'la uğraşsın,Bak, dağ var, taş var, Allah var! Bak, tevhid çok önemli, amma emre uymak önemli değil! Bırak zâlim ne işlerse işlesin, biz ilâhımızı koruyalım! Nemrûd’un yaptıklarını görmezden gelelim, putumuza sarılalım, Firâvun da namaz kılıyor baksana, hem de Cuma’ya hatta bayramlara bile gidiyor!diyerek, halkı şaşkın maymuna çevirmek sûretiyle putlara destek olmak, mollaların en önemli görevidir.

    Halk, ipe canbaza baksın, Fir’âvun saltanatını rahatça sürdürürken, mollaları da izzet ve itibar sahibi olsun, halkın önünde arz-endam etsin, bütün halkta bunları da islâm'dan saysın, islâm'dan bilsin!

    Unutmayın; her Fir'âvunun Musa'sı da vardır, her Nemrud'un İbrahim'i de vardır, her Ebu cehlin Muhammed'i de vardır.

    Şunu her zaman açıklıkla ifade ederim ki; "devletten maaş alanlara, dinden servet ve itibar edinenlere, ölülerini yâd ederek dirileri de öldürmeye çalışanlara asla güvenme, her zaman temkinli ol! Sen, cânını alacak olan Allah’a ve indirdiği Vahy’e güven, gerisini de dert etme, gamlanma…"

    Anlattıklarımızdan dolayıdır ki, küfrün zıddı olan imân, bütün bir ömre tahsis edilmiş kulluk şuurunu içerir. Yıkılmaz, çözülmez, erimez, kaybolmaz bir omurgaya, duruşa, heybete, asâlete racidir. Mümin, bütün kuvvetini Allah’tan bildiği için, imânı lutfedenin de Allah olduğunu bilir. Böylesi bir imân sahibi insan, Allah için çalışır, Allah için yaşar, Allah için ölür, Allah için dirilir. Sorgulamaz itaat eder. Rahmân’ın rızasını umarak koyulduğu işlerde insanların rızası peşinde dolanmak gibi bir aşağılanmayı göze alamaz. Allah’ın razı olduğu işler genelde kulların razı olmadığı, kulların genelde razı olduğu işlerde aslında Allah’ın razı olmadığı işler olduğunun tam şuuruyla, bütün işlerini, işlerin Sahibi’ne özgü kılar, kendine mâl etmez, Allah’a mâl eder. Kendinden bilmez, Allah’tan bilir.

    Hiç bir şeyi kendine mâl etmeden lehül mülk! der, tam bir sıdkla en nihâyet ben de Sen’inim! Lebbeyk Allah’ım! Buyur emrine hazırım! der. Bu şuurdan dolayı, kötülerle beraber yürümez, onların öğüdünü de dinlemez. Günahkârlara, mücrimlere destek olmaz, yolunda durmaz, Allah’ın âyetleriyle alay eden, görmezden gelen, umursamayan meclislerde ve topluluklarda oturup kalkmaz, onları alkışlamaz. Gece gündüz sürekli, Allah’ı, indirdiği Vahy’i ve kulluğunu düşünür, derin derin tefekkür eder. Yemyeşil ağaçlarla bezenmiş ormanlar gibi, çağlayıp giden nehirler gibi, dostlarına sürekli güven, selâmet ve emniyet verir. Güzel işler peşinde koşarak zamanında meyvesini veren ağaç gibi sabırla meyvesini vermeye çalışır, verdiği gayretler ve güçler için Allah’a teşekkür eder. Mümin asla solmayan bir yaprak gibi, derinliğine ulaşılmaz bir okyanus gibi, kopmak bilmeyen bir kulp gibi, Vahy’e yapışmıştır. Tutunmakla kalmamış, uymuş ve uygulamıştır. Nasihati başkasına etmeden önce nefsine eder. Çünkü bilir ki, nasihati kendine kâr etmeyen ziyandadır.

    İslâm’ın hâkim olmadığı çevreler, Kur’âna rücu etmeyen topluluklar ve kültürler, Kur’ân okuma alışkanlığı kazanmamış şuursuz kalabalıklar ise, bu küfür virüsünün alabildiğine yayıldığı sakat, hastalıklı, arızalı, kederli, hedefsiz, endişeli ortamlardır. Bu tür ortamlarda kötüler çoğalacak, zenginler palazlanacak, fakir insanlar eziyet görecek, doğruları söyleyenler horlanacaktır. Yaptıkları işlerde rüzgârın süpürüp götürdüğü kül gibidir, yahut yelin sağa sola savurduğu yaprak gibidir.

    Hâkimleri, yöneticileri de ibret almaz, korku ile Allah’a kulluk etmez, O’nun hiddetinden titreyerek kendine gelmeyi düşünmez, çıkarları için yaşar, hevâsını kılâvuz edinir, arzularına ulaşmayı hayatının temel amacı bilir. Semerinde külçe külçe altınlar taşıyan merkep veya deve neyse, anlayışsız, gerçekleri görmezden gelen, şuursuz ve akılsız insanlar da öyledir. Çünkü gururunu taç, kibrini taht, hevâsını saltanat sanmıştır. Gerçekte mutlu olanlar ise ancak Allah’a sığınanlardır, O’nun Rahmetini ve adâletini kalkan edinenlerdir.

    Yine küfür, bir kimsenin imân edilmesi gerekli esaslara imân etmemesi veya imân ettiğini söylemekle beraber gerçekleri saklaması, görmezden gelmesi ve gizlemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terketmeyi, ikrâh, yani şiddetli zorlama, cebir ve engel bulunmadığı halde ikrârı terketmeyi de içine alır.

    Mesela, icbâr olmaksızın yalan söyleyen bir insan, aslında kendini, fıtratını yalanladığı içindir ki küfre düşer. Hak katındaki gerçek ise asla değişmez. Yalancı, kendine verilen fıtrî görevi, işi algılayamamış, fıtratı tam bir sıdk ile Allah’ı tesbîh ederken, aksine bir davranış içine girmiş, bütün fıtratını ve nihâyet vara vara o fıtratın gerçek sahibi olan Allah’ı yalanladığı içindir ki, yalancı ve kâfir konumuna düşmüştür.

    İmandaki tasdik gibi, küfürdeki tekzib (yalanlama) da kalble, sözle veya davranışla olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, ikrâh (zorlama) ve cebir olmaksızın sözlü yalanlama da öyledir. Hatta, elfâz-ı küfrü (küfür sözünü) sözle ifade etmek, daha çirkin bir düşmanlığı açığa vurmak olur. Ağızdan çıkan kelimeler ok gibidir, ok nasıl yaydan çıktımı geri dönmesi mümkün değildir, sözde öyledir. Niyet insanların kalbî gerçeklik boyutunu ifade etmekle beraber, insanlar zahire göre karar verir, yani davranış ve sözleriniz dikkâte alınır. Kalbiniz ve gerçek durumunuz ancak Allah’ın ilmine ait olduğu için, o taraf gözardı edilir.

    Samimiyet dediğimiz gerçek, ister imânda olsun, ister küfürde olsun, sizi dış dünyaya yansıtacak, insanların asıl kastınız hakkında yakîn sayılmasa da belli bir fikri ve bilgiyi verebilecek potansiyeli, varolmayı, asıl niyetinizi de deşifre edecek bir yeteneği ifade eder. İmanda basiret, firâset, teslimiyet boyutundan tut, ta güven ve itminan hâline varıncaya kadar, bütün kulvarlar ihlâs boyutunuzca şekillenir. İman gibi küfürde, çok çabuk dış dünya da şekillenen ve karar kılan bir yaşantıyı, algıyı, zihniyeti, hayata biçilen değeri, giydirilen elbiseyi ifade eder.

    Örneğin ne için yaşıyorsun? sorusuna, Âlemlerin Rabbi olan Allah için yaşıyorum! diyen, arı duru bir imânın sahibi, bu duruşunu fıtratına yansıtacak ve siz onun yüzüne, hareketlerine baktığınızda Allah’a tam teslim olmuş, güven içindeki bir kararlılığı ve sadakati görecek, hemen onun imânına imân ettiğinizi teslim edeceksiniz belki de.

    Aynı şekilde fiilî (davranışla) yalanlama, inkâr ve küfür de böyledir. İman edilmesi arzu edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmek, aksine kararlar tesis etmek, hükmü tanımamak, kötülüğü emretmek, iyiliği yasaklamak, küçümsemek ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmak en çirkin küfür olarak, fıtratınıza yansıyacaktır. Yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü veya fiilî olarak açıklanan ve ilan edilen küfre küfür denilmemesi nasıl mümkün olur?

    Bunun ayracı, tasnifinin ölçüsü ne olacaktır?

    Ancak, o sözlü veya fiilî küfür izharı, kalbi imânla dolu olduğu halde (mutmain) inkâra ikrah olunan, zorlanan değil (Nahl, 37) şer’î istisnayı bildiren bu âyet gereğince zaruri bir zorlamaya dayanması hariç olacaktır. Fiilî tekzib, yani hareket, söz, karar gibi davranışla ilgili küfür, imân ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır. Ancak fiilî tekzib ile, fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır. Mesela, namaz kılmamak başka, namazı inkâr başka, haça tapmak yine başkadır.

    Merhum Elmalı’nın Hak Dini Kur’ân Dili isimli eserinde de belirttiği üzere, namaz kılmamak küfür değilse bile, haça tapmak kesin küfür olur.

    Bununla beraber İslamî emirlerin haklı bir gerekçe olmaksızın, terk kastı ile tahammüden ve bilinçli olarak bırakılması küfürken, üşengeçlik, uyku, hastalık gibi nefsânî veya sıhhî sebeplerle yalanlama anlamına gelecek sürekli terk kastı olmaksızın bazen ifa edememiş olmak, küfür değildir.

    Gerçi Salâtı kaim etmeyeni, nasıl bir insan olarak düşünebileceğiz ki? Kur’ân okumayanın imândan yana nasibi ne kadar olabilecektir ki? İnandığını söylüyor, imânının gereğini yapmıyor, yani hayatına kaim etmiyor. Fakat tam bir kasıtla inkârda etmiyor. İleride kaim ederim! diye düşündüğünde ise, aslında kalbindeki imânı tanımadığını ilân etmiş oluyor. Lâkin farkında değil ki! Zira ilerisi için yaşayacağına Allah katından bir delil inmişçesine hareketi esas almış demektir. O an ölüm gelse, müşrikâne ölür gider, gerçekleri hemen görür, amma artık dönüş yoktur, iş işten geçmiştir.

    Diğer bir hususta şudur ki; Kur’ânda salâtın ikamesi olarak geçen ve çoğu meâllerde namaz kılmak diye çevrilen eylem ve görev, gerçekte bugün toplum tarafından algılanan ve vakitlere, salt şeklî ritüelleriyle indirgenen namaz/dua kavramından çok daha kapsamlı, geniş ve en gerçek kulluk işidir. Bilinen bir gerçektir ki Mekke müşrikleri de, Hahamlarda, Papazlarda namaz kılıyordu. Yalancıya destek olan, fâsıkı kollayan, müşriki alkışlayan, zalimi koruyan bir insan, Allah’ın dinine, kendi nefsi lehine destek vermiş olabilir mi?

    Bununla beraber müminleri tekfir etmemek esastır. Çünkü tekfirin özellikle bilgisizce yapılan, aslı araştırılmayan ve daha da önemlisi dar’ül-harp fikrine mübtelâ olmuş insanların sıkça yaptıkları şekliyle, tekfir edene asla faydası olamaz. Gerçi sözün küfür olması söyleyeni kâfir yapmayacağı gibi, sözün mümin söz olması da söyleyenin imânına şahid olmayabilir. Kâfirlerden nice mümince sözler duyarız, ama bu onların imânını göstermez. Yine müminlerin cehâlet nedeniyle söyledikleri sözler de, onların imânını uçurur gider. Kasd, niyet, gerçek durum söyleyenler tarafından açıklanmadıkça, söylenen sözler esas alınır. Küfür sözünü söyleyenlere uyarı esastır. Aslını anlatmak, doğruyu göstermek, âyetlerle izâh etmek gerekir. Müslümanların ağzından çıkan küfür sözleri bilgisizlikten ve Kur’ân şuurundan uzak olmaktan kaynaklanmaktır.

    Öyleyse onları bilgilendirmek, sözünün küfür olduğu konusunda uyarmak icâb eder ki, ‘küfürde karar kılmadiyebileceğimiz bir girdabın içine girmesinler. Çünkü küfürde karar kılma insanı kâfir yapar. İtikâdî hususlarda küfrüne şu aralar pek sıkça rastlanan Müslümanları, amelî veya ahlâkî konulardaki eksikliklerinden dolayı da tekfir etmemek, aksine durumlarını tanımlamak, anlatmak gerekir.

    Tekfir müminler içinde şuurlu bir grup tarafından ihtâren yapılabilir. Yine tekfir ederken sözleri, anlayışları dikkâte alınarak yapılmalı ve o kişinin Allah katındaki durumuna yani kalbine yönlendirilmemelidir. Böylesi bir anlayışla yapılacak tekfir sahibini çok zor bir durumda bırakabilir. Çünkü tekfir edilen muhtemeldir ki, sonrasında tevbe edebilir, yanlışlarından vaz geçebilir ve mümin olarak ölebilir. Tekfirin mecbur olduğu durumlarda tekfir, sözü veya fiiline izâfeten yapılmalıdır, kalbe izâfeten yapılmamalıdır. O alan bizlere kapalıdır. Geçici dünya çıkarlarını elde etmek, menfaatlenmek, mal, şöhret kazanmak için yapılan tekfirler de sahibine geri dönebilecektir. Burası çok önemlidir. Gerçi tekfir edenlerde genelde bunu göz önünde tutarak yaparlar. Fakat küfürde karar kılma halleri olmadığı müddetçe bundan kaçınmak gerekir.

    Dediğimiz gibi tekfirin, tekfir edene hiçbir faydası yoktur, hatta bu kişi cehennemliktir şuuruyla yapıldığı takdirde, anlattıklarımız üzere tekfir edene zararı bile dokunabilecektir. İhtimali, istisnayı koymadan tekfir eden, Uhrâ’da kendisine istisna koymamış olur ve sıkıntılı bir durumda kalabilir.

    Özellikle amele taalluk eden vazifeleri ihmâl edeni asla tekfir etmemek ve dünya çıkarları için mümin değildir dememek gerekir. İbrahim sûresi 31. Âyette belirtildiği üzere Allah, imân eden kullara amele ait farzları yapmalarını öğütlemekte ve onları mümin olarak görmektedir. Âyet meâlen şöyledir;

    İbrahim 31 – İman eden kullarıma, kendisinde hiçbir alım satımın ve dostluğun olmadığı gün gelmeden önce, salâtı/namazı kılmalarını, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık olarak infâk etmelerini söyle

    Bunun gibi, Allah, pek çok âyette; "Ey imân edenler! Allah’tan korkun!" şeklinde buyurmakta, onları Kur’ânın emirlerine tam teslimiyetle sarılmalarını istemekte, imânlarını ise kabul etmektedir. Tevbe gerçeği, kulların itikâdî olsun amelî olsun ve hattâ ahlâkî olsun, eksikliklerinden, yanlışlarından, hatalarından, günahlarından vazgeçmeleri için getirilmiştir. Bir de Allah, Kur’ânda müminleri üç guruba ayırmıştır; nefislerine zulmedenler, itidal üzere olanlar ve ileri geçenler (mukarrebun). Müminin nefsine zulmü Allah’ın farzlarına, emirlerine ve yasaklarına uymakta üşengeç, özensiz ve dikkâtsiz davranması şeklinde olur, inkâr ve tanımamazlık şeklinde olmaz.

    Allah katından bir delil, açıklama olması durumunda da küfür, şirk, nifâk gibi hâllerinizin üstü örtülür ve sorumlu olmazsınız. Hastalık, sıkıntı, zorluk, güvenlik gerekçeleri gibi mücbir sebepler diyebileceğimiz gerçekler teklifi kaldırıcı özellik taşır. Bütün bu gerekçeler Allah katından bir delildir.

    Aç insanın hırsızlık yapması, açlığın kendisi için dayanılmayacak bir boyuta gelmesinden dolayıdır. Dolayısıyla bu kişiye cezâ veremezsiniz. Yine Hristiyan âlemini kontrol için papaz, Yahudi dünyasını denetim için haham olmanız ve onların inançlarını benimsiyor görünmeniz gerekebilir. Yahut müşrik bir cemaatin, cemiyetin veya muzır bir teşekkülün, devletin ilgi ve ilgililerini, bağlantılarını, asıl gayelerini, kime hizmet ettiklerini vesair öğrenmek, onları amaçları noktasında etkisiz kılabilecek tedbirleri alabilmek için, anlayışlarına dışarıdan destek veriyor görünmeniz gerekecektir.

    Tecâvüze uğrayan kadının mütecâvizi öldürmesi ve meşru müdafaa dediğimiz durumlarda böyledir, öldürene cezâ tatbik edemezsiniz. Bütün bunlar Kur’ânın Allah katından bir delil, açıklama, hidâyet diye açıkladığı, örneklerini detaylıca belirttiği, insanı zorlayıcı ve teklif düşürücü nedenlerdir. Bütün bu sayılanlar ve sayılmayanlar, Allah katından bir delildir ve bu delil sizdeki imândan olur alır, vicdan ve akıl da tasdikler. Kâfirun Sûresi’nde yer alan ey kâfirler! hitabı öncelikle ehl-i kitap hakkındadır ve genelde insanlıktan ortaya çıkacak bütün kâfirler içindir, Müslümanlar için değildir.

    Bir zamanlar ecdadımızın yaptığı uygulamayı uzun zamandan beri Hristiyan ve Yahudiler yapmakta, içimizde aslında kendi adamları olanları imam, hoca, şeyh, efendi, molla, alim, milletvekili, bürokrat, devlet adamı, iş adamı, gazeteci, yazar gibi sıfatlarla yetiştirmekte, onların önünü açmakta, devlet kademelerine yerleştirmekte, tv-basın-yayın imkânlarını önlerine sermekte ve kendi sinsi fikirlerinin yayılıp güçlenmesine, küfürlerinin kabul görmesine, beyinlerde ve kalplerde yer etmesine çalışmaktadırlar. Modern câhillere gösterişli kasketler giydirilmekte, Kur’ânı kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayanları övmekte, çağdaş Firavunların tapınaklarına saygı gösterilmesi öğütlenmektedir. Çağ değişti, zaman akıp gitti! Kur’ân, Batılıların kabul edeceği bir şekle kavuşturulmalıdır! anlayışının yayılmasına çalışılmakta, hüküm âyetlerinin fiilen uygulamadan ve hayattan çekilmesi için olanca gayretleriyle çalışılmaktadır. Çok dikkât etmek gerek çok! Virüs gibi hızla yayılan bu düşünceler, müslümanları faiz alıp-veren, fuhşu mübâh gören, kısası hayatından kaldıran, vatanına, toplumuna hâince davrananları öldürmeyi emreden âyetlere uygulama sahası vermeyen, sonuçta para için yaşayan, hayvanlarda bile bulunmayan bir yaşam şekline kadar getirmiştir. Kâfirlikten başka bir şey değildir bu! Kur’ânın muâmelâta ait hükümlerine yaşama şansı vermeyen, bunu yapanlara destek olan, çağdaş firavunları sevmek ve sahiplenmek sûretiyle Allah’ı inkâr etmiş olur, dinden imândan uzaklaşır, derin bir sapıklıkla sapmış olur.

    Yine, kişiler arası ilişkilerde kısas esas olduğu gibi devletler arası ilişkilerde de geçerli kanundur. Sizi bölmek isteyeni bölecekseniz, yıkmak isteyeni yıkacaksınız. Özellikle ehl-i kitab’a ve devletlerine, halkı müstesna, zihniyetleri, hedefleri itibariyle acıma hissi taşıyamayız. Bu zihniyet, Müslümanları içeriden yıkma girişimlerini son zamanlarda artırmıştır. Çünkü silâh zoruyla teslim alınması mümkün olmayan müminler, fitne, karışıklık, dünya metâı gibi yollarla teslim alınmak istenmektedir. Muhtemelen mezhep ayrılıklarını daha da tırmandırmaya çalışacaklardır. Müslümanlar Kur’ân etrafında toplanmalı, kışkırtmalara kanmamalıdır. Etrafınızda dolanan misyonerlere, papazlara, hahamlara dikkât ediniz. Özgürlük rüzgârıyla geliyorlar, kendileri gibi sizi de hayvan yapıp çıkıyorlar! Üstelik bu papazlar ve hahamlar, size çok farklı kılık, görüntü ve kimlikle gelmektedirler.

    Üstünde her sarık, kasket, takke ve cübbe bulunanı imam sanmayınız, uyanık olunuz. Yusuf, zindan da arkadaşlarına nasıl sesleniyordu;

    Yusuf, 39; Ey benim zından arkadaşlarım! Parçalara bölünüp fırkalaşmış rabler mi daha hayırlıdır, Vâhid ve Kahhâr olan Allah mı?

    İnsanlarımız, çeşitli isimler altında sınıflaşmış, ayrışmış, bölük pörçük yolların, isimlerin, grupların, fırkaların, kişilerin birer put olduğunu, o putlara inanması hâlinde putperest olacağını anlamalıdır artık!

    Sizin hayatınıza kim yön veriyor ve dizayn ediyorsa, rabbiniz de odur. Çünkü ibâdet; Allah’ın dizayn verdiği, istediği, beğendiği, emrettiği şekil ve forma uygun davranış ve çabaların tümüdür. Bu çabalarda, sebep olarak elimizi uzattığımız her araç, ancak Allah’ı unutmadığımız takdirde, hakkımızda hayırlara ve güzelliklere neden olabilecektir. Araçlar, Sahibinden gafilce hedef görüldüğünde, kişi şirke doğru ayağını uzatmış olur.

    Burada çok hassas bir denge ortaya çıkıyor: Evrendeki bütün güçlere, sebeplere tevhid ölçüsünde itibar ediniz, güven besleyiniz. Meselâ, oksijen yaşam için gerekli kılınmış bir güçtür, nedendir. Allah’ı unutmaksızın bunu ifade etmekte sıkıntı yoktur. Sıkıntı; havanın, oksijenin, doğasındaki mevcut bu gücü, O’nun izni, kararı, oluru, bilgisi olmaksızın aktif hâle getirdiğini düşünmeniz de olacaktır. İşte bu gerçek, Evrende böyle olduğu gibi, insan fıtratına yüklü güçlerde de böyledir. Bu konu, bir yönüyle sizin sebep, süreç, sonuç olabilme yetilerinizin elinizden alınması demek olacak ölüm gelmeden önce kavranılmalıdır.

    Şeyhinin, pirinin, liderinin sözleriyle bu dünya da yol almaya çalışan herkes, âteşe sürüklendiğini idrâk etmek zorundadır. Dizilerin rableştirildiği, futbolcuların ilâhlaştırıldığı çağımızda küfür, bütün yönleriyle câhil halkı kavurmaktadır.

    Aklını başına al! Allah ve İndirdiği Kur’ânı elinin tersiyle itiyor, yüzlerce putun peşinde dolanıyorsun, sonra da ritüelden ibâret namazı kıldığın için cennete gideceğini umuyorsun! Bu durumda, ebu cehille arkadaş olman umulur âteşte! Uyanmazsan tabii ki!

    Dünya’da kâfirler yaşadığı müddetçe Haçlı zihniyeti ve emelleri ölmeyecektir, bunu da unutmayınız. Kâfir küfrü için savaştığı gibi müminlerde imânı için savaşmak zorundadır. Kâfirler sizi Dininizden uzaklaştırmak için, özgürlük, insan hakları, hukuk gibi kulağa hoş sözlerle gelmektedir, boynunuza esaret halkasını takıp gitmektedir. Mümin kimliğinize Allah için sahip çıkınız, koruyunuz, ziyân etmeyiniz. Bu açıklamalardan sonra devam edelim…

    Nihâyet Evrendeki her bir varlık fıtratı gereğince yüklendiği işleri yapıyorken, fıtratına nankör olan varlık yine insandır. Meyve vermeyen ağaç gibi, sabah doğması gereken Güneş gibi, meyvesi de ışığı da olmaksızın, bu dünya da ağır bir karanlığı hevâsı için yüklenen ve kendine zulmeden tek varlıkta yine insandır.

    Küfrüne sadık ve sabırlı olan insan, imân etmesi halinde sıdk ve sabırla imânının gereklerine uyduğunda, geçici ve alçak dünya hayatının sunulan imkânlarını dilediğince kullanamayacağını düşünmekte, arzuları istikâmetinde yol almayı tercih etmektedir. İnsan ise bütün arzularını, isteklerini, dileklerini de Allah’a teslim etmekle insan olabilir ki, bu da ancak lekesiz bir güven ve emniyet içindeki imânla mümkün olabilir. Allah için yaşama becerisi olan imânın prospektüsü Vahiy’dir. İlâcın içeriği demek olan prospektüsü okumadan ilâç kullanan kişi, muhtemeldir ki bu tasarrufundan hayır göremiyecektir. Vahiy’den habersiz ve gafilce geçmiş her ânını hebâ olmuş bil!

    İmanınız fillerinize yansımıyor, işlerinizde kendini hissettirmiyor, etrafınızdaki insanlara selâmet vermiyorsa, kendinizi boşuna kandırmayınız! Amele sirâyet edemiyecek kadar âcziyet içindeki bir imânın, insan katında değeri yok iken, Allah katında değeri olacağını düşünmek, şeytanın kulağınıza fısıldadığı uğultulu, boğucu aldatmacadan başka bir şey olmayacaktır. O yüzden boş işlerle uğraşmak ve sevmek, yalana meyledip bahaneler üretmek, salâttan kaçınmak, zekâtı cimrice vermek bir kişinin nefsine yapabileceği en büyük kötülüktür.

    Sineğin tam teslimiyet içindeki imânı kadar güven içinde olamayan insanın, inkârı hissettiren fıtratına aykırı işler, yollar ve düşüncelerle ulaşabileceği nihâî tabela, "Cehennem’e gider!" tabelası olacaktır. Çünkü Rabbine ittikâ etmesi gerekirken kendine ittikâ etmiştir. Allah’a güvenmesi gerekirken nefsine güvenmiştir. Allah’tan bilmesi gerekirken kendinden bilmiştir.

    Bunlardan dolayıdır ki, zinâ yapmak, çok büyük bir günahla beraber, azim bir küfürdür, lâkin tevbe etmesi durumunda failini kâfir yapmaz. Yalan yere şahitlikte olduğu gibi, fiilen yalanlama söz konusudur. Kişinin bu tür günahlarda, ben âyeti yalanlamıyorum! demesinin esprisi ne olabilir ki? Yalanlamıyorsun ama gerçekten imânına sadakat gösterseydin zinâ yapar mıydın? Demek ki inandın amma inandığına teslim olamadın, hevâna teslim oldun…

    Bu gerçeklerden ötürü Kur’ân, zinâyı şirke eş tutarcasına anar. Zinâ edenlere celde cezasının yanında, ancak zinâ edenlerle veya müşriklerle evlenmek gibi, zorlayıcı buyrukları vardır. Bütün bu zorlayıcı ve caydırıcı buyruklarda maksat, mümini bu türden kötülüklerden ve fahşadan korumaktır, sakındırmaktır. Çünkü öldürmek ve zinâ gibi günahlar fıtratın dışına çıkmaktan başka bir şey değildir. Allah’ın yarattığı her fıtrat tam hayırdır, tam güzeldir. Bu tür kötülüklerle fıtratınızı kirletmiş, körletmiş, öğüt dinlemez hâle sokarak derin bir çukura bırakmış olursunuz.

    İzzet ve Şeref sahibi olmak isteyen Allah’ın Şanlı Vahy’ine kulak versin ki gerçek izzet sahibinin de Allah olduğunu idrâk edebilsin! Ki; açık kabir misâli, doldurmaktan usanmadığı boğazı için çalışmanın ne kadar kerih olduğunu da kavramış olsun. Ağızlarından doğruluk fışkırmayan, iki yürekli ve iki yüzlü, elleri kanlı ve nefisleri hilekâr, fesatçı, kibirli, sözleri düzgün ve alımlı görünen özü kötülüklerle dolu insanlarla oturmanın suç olduğunu bilsin, onları düşman bellesin. Yolunu düzeltmesini, engellerini kaldırmasını, suçlarını örtmesini, doğruyu göstermesini Âlemlerin

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1