Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Üçüncü Kısm
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Üçüncü Kısm
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Üçüncü Kısm
Ebook1,008 pages12 hours

Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Üçüncü Kısm

Rating: 5 out of 5 stars

5/5

()

Read preview

About this ebook

Yüzlerce kıymetli eserden hazırlanmıştır. İstifade edilen bu eserler, çeşitli kütüphanelerde mevcuttur. Bunların çoğu da tercüme edilmemiştir. Her okuyucunun bu eserleri bulup faydalanması imkânsız denecek kadar zordur. Balın kıymetli bir gıda olması, birçok çiçekten toplanarak hazırlanmasından ileri gelmektedir. Seadet-i Ebediyye de buna benzer. Dini kitap sorana, şu büyük kütüphanede var denilse, ona yalnız bir kitap değil, binlerce kitap tavsiye edilmiş olur. İşte S. Ebediyye yüzlerce kitabın özetidir.

Redd-ül-Muhtar, Halebî, Hadika, Mektubat-ı Rabbani gibi birçok kıymetli kitaplardan meydana gelen bu eseri okuyan, bahsi geçen muteber kitaplardaki gereken bilgileri okuyup öğrenmiş olur. İmanın esasları, Ehl-i sünnet itikadı çok geniş ve herkesin anlayabileceği şekilde açıklanmıştır. Bâtıl fırkalar ve dinler, inançlar bildirilerek, Müslümanlar bunların zararlarından korunmuştur. İtikadi meselelerden sonra, İslam’ın beş şartı çok geniş bir şekilde açıklanmıştır. Her konu Hanefi mezhebine göre hazırlanmış, zaman zaman diğer üç mezhebe göre de hükümler ayrıca bildirilmiştir. Hiç bir Türkçe ilmihalde olmayan, ihtiyaç halinde yapılan mezhep taklidi geniş olarak açıklanmıştır. Müslümanların herhangi bir özürle kendi mezhebine göre yapamadığı amelleri, hak olan dört mezhepten birini taklit ederek nasıl yapacağı anlatılmıştır.

İslamiyet’te kadının yeri, kadının ve kocasının birbirlerine karşı hak ve görevleri ve evlilik hakkında geniş bilgi verilmiştir. Yemesi, içmesi haram ve helal olanlar bildirilmiştir.

Kısacası, bu kıymetli eserde, bir Müslümana gereken bütün dini bilgiler vardır. Hepsi de en kıymetli eserlerden derlenmiştir. Bu kitabı baştan sona dikkatlice okuyan kimse, dinimizin bütün emir ve yasaklarını öğrenir. Dinimiz hakkında yeterli bilgiye sahip olur. Din düşmanlarının hilelerine aldanmaz. Her Müslümanın dinimizi çok iyi bilmesi şarttır. Dinini bilmeyenin dini yok demektir. Her Müslümanın okuyup, çoluk çocuğuna da okutması gerekir. En güzel hediye, en güzel mirastır.

LanguageTürkçe
Release dateNov 30, 2011
ISBN9781466086647
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Üçüncü Kısm
Author

Hüseyn Hilmi Işık

Din bilgilerinde derin âlim ve tasavvuf marifetlerinde kâmil ve mükemmil olan kerametler, harikalar sahibi Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yetiştirdiği yetkili bir âlimdir. Kitapları bütün ülkelerde okunmaktadır. Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye başta olmak üzere, 14 Türkçe, 60 Arapça ve 25 Farsça ve bunlardan tercüme edilen, Fransızca, İngilizce, Almanca, Rusça ve diğer dillerdeki yüzlerce kitabın yazarıdır. 8 Mart 1911’de, Eyüp Sultan’da doğdu, 26 Ekim 2001’de vefat etti. Çok sayıda insanın katıldığı cenaze namazından sonra Eyüp Sultan’daki aile kabristanına defnedildi.Von Mises’den yüksek matematik, Prager’den mekanik, Dember’den fizik, Goss’dan teknik kimya okudu. Kimya profesörü Arndt’ın yanında çalıştı, takdirlerini kazandı. Arndt’ın yanında altı ay travay yaptı ve İstanbul Üniversitesi’nde çalışarak, Phenyl-cyan-nitromethan cisminin sentezini yaptı ve formülünü tespit etti. 1936 senesi sonunda 1/1 sayılı Kimya Yüksek Mühendisliği diplomasını aldı. Albaylığa kadar Türk ordusunda zehirli gazlar mütehassıslığı ve kimya öğretmenliği yapmıştır.Siyasete hiç karışmadı, hiçbir partiye bağlanmadı. Bölücülüğe ve kanunlara karşı gelmeye karşı idi. Bunu eserlerinde açıkça bildirmiştir. Dünyanın her yerine gönderdiği çeşitli dillerdeki kitaplarında, İslam dininin doğru olarak anlaşılması, İslam ahkâmının ve ahlakının yayılması için çalıştı. Bunun için, dini dünya çıkarlarına alet edenlerin ve mezhepsizlerin iftira oklarına hedef oldu. (Eczacı, kimyager, dinden ne anlar? O mesleğinde çalışsın, bizim işimize karışmasın) diyenler oldu. Evet, bu zat, eczacı ve kimya yüksek mühendisi olarak milletine 30 yıldan fazla hizmet etti. Fakat din tahsili de yaparak ve geceli gündüzlü çalışarak, büyük İslam âliminden icazet almakla da şereflendi. Hiçbir zaman kendi görüşünü, kendi fikrini yazmayıp, daima Ehl-i sünnet âlimlerinin, anlayabilenleri hayran eden kıymetli yazılarını Arapça ve Farsça’dan tercüme ederek kitaplarında yayınlamıştır.Hüseyin Hilmi Işık Efendi, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyup anlayabilecek salih kimselerin azaldığını ve cahil kimselerin din adamları arasına karışarak, bozuk kitaplar yazıldığını görerek üzülmüş, (Fitne yayıldığı zaman, hakikati bilen, başkalarına bildirsin! Bildirmezse, Allah’ın ve bütün insanların laneti ona olsun) hadis-i şerifinde bildirilen tehditten dehşet duymuştur. İnsanlara olan şefkat ve merhameti de, O’nu hizmete zorlayarak, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından seçtiği yazıları tercüme etmiş ve herkesin anlayabileceği şekilde açıklamaya çalışmıştır. Aldığı sayısız tebrik ve takdir yazılarının yanı sıra, tek tük cahilin serzeniş ve iftiralarına da hedef olmuştur. Rabbine ve vicdanına karşı ihlâsında ve sadakatinde bir şüphesi olmadığı için, Allahü teâlâya tevekkül ve Resulünün ve salih kullarının mübarek ruhlarına tevessül ederek, hizmete devam etmiştir. Bütün bu hizmetlerin, İslâm âlimlerine olan aşırı sevgi ve saygısının bereketi ile olduğunu söylerdi. Her sohbetinde İslâm âlimlerinin kitaplarından okur, İmam-ı Rabbani ve Abdülhakim Arvasi hazretlerinin sözlerini aktarırken gözleri yaşarır ve (Kelâm-ı kibâr, kibâr-ı kelâmest), yani büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür buyururdu.Hüseyin Hilmi Efendi, maddî ve manevî, dünyevî, uhrevî ve bilhassa fen, tıp ve eczacılık ilimlerinde zamanın ileri gelenlerinden idi. Her sözü ilme, fenne ve tecrübeye dayanan ve bu bilgilerini, tecrübelerini dinin temel miyarlarıyla karşılaştırıp tartarak söylediğinden, hikmet konuşan yani her sözünde dünyevi veya uhrevî faydalar bulunan, belki eşi bir daha zor bulunabilecek, âlim bir zat idi.En kıymetli kitaplardan tercüme ve derlemelerle, telif eserler vücuda getirdi. Akaid hususunda, bilhassa Ehl-i sünnet vel-cemaat inancını sade bir dille açıklayıp, bu inancın yayılmasında, öncülük etti. Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezheplerinden birinde bulunmanın Ehl-i sünnetin alameti olduğunu, herkesin kendi mezhebine göre amel etmesinin şart olduğunu, zaruret ve ihtiyaç halindeyse, hak olan dört mezhepten birinin taklit edilebileceğini, Ehl-i sünnet kitaplarından alarak açıkladı. Seadet-i Ebediyye ve diğer kitaplarında, binlerce mesele yazdı. Unutulmuş ilimleri ihya etti. (Ümmetim bozulduğu zaman bir sünnetimi ihya edene yüz şehid sevâbı verilir) hadis-i şerifini hep göz önünde tutarak, farzları, vacibleri, sünnetleri, hatta müstehabları uzun uzun yazdı.Dünyanın her tarafındaki insanlara İslamiyet’i doğru olarak tanıttı. Ehl-i sünnet âlimlerince tasvip edilen ve övülen, yüzlerce Arabî ve Fârisî eseri, Hakîkat Kitabevi vasıtasıyla yedi iklim, dört bucağa yaydı. Vehhabi, Hurufi, Kadiyani gibi bozuk fırkaların doğru yoldan ayrıldıkları noktaları, bütün dünyaya vesikalarla tanıttı. Ehl-i sünnet itikadı canlanmaya, kıpırdamaya ve yeşermeye başladı. Bu bakımdan yaptıkları işi, dini tecdid ile isimlendiren zatlar oldu. Tecdid, dini yenileyip kuvvetlendirmek demektir.Başarılarının sebeplerini soranlara, "(Helekel müsevvifun) yani (Sonra yaparım diyenler helak oldu), hadis-i şerifine uyarak bugünün işini yarına bırakmadım ve kendi işimi kendim gördüm, yapamadığım işi bir başkasına havale ettiğim zaman neticesini takip ettim" cevabını verirdi. (Bu zamanda İslamiyet'e hizmeti başarıyla yapabilmek için muhatabın anlayacağı gibi konuşmalı ve herkese tatlı dilli güler yüzlü olmalıdır) buyururdu. Gerçek bir tevazuya sahipti. Kendisini asla başkalarından üstün görmezdi. Kendisinden büyüklerin yanında konuşmaz, kimseyle münakaşa etmez, edebi gözetir, ekseriya iki dizi üzerine otururdu. Bursa’da, eski müderrislerden Ali Haydar Efendiyi ziyaretinde, saatlerce iki dizi üzerinde oturunca, Ali Haydar Efendi talebelerine, (Hilmi Beyden edeb öğrenin, edeb!) demişti. Hüseyin Hilmi Işık Efendi, ailesinden Osmanlı terbiyesi, Abdülhakim Arvasi hazretlerinden de tasavvuf edebi almıştı..."En büyük keramet istikamet üzere olmaktır" buyururdu. Namazı ve diğer ibadetleri birinci vazife olarak görür, altını çize çize "Namaza mani olan işte hayır yoktur", derdi.Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" dine zararı olmayan şeylere üzülmezdi. Çocukların yaramazlıklarını tabii görürdü. Ama onlara dinlerini öğretmekte gevşek davranılmasını hoş görmezdi. Şahsî malı, serveti yoktu. Çok çalışkandı. Nesi varsa, kitaplara ve kitapların dünyaya yayılmasına harcadı.Hakikî bir tevazuya sahip idi. Kendisini asla başkalarından üstün görmez, sevenlerine "Benim günahım hepinizden çoktur, çünkü ben hepinizden daha yaşlıyım" derdi. Evine gelen misafirlere lâyıkıyla hizmet ederdi. Evinin alış verişini bizzat yapar, odununu ve kömürünü kendi alır, fatura ve vergilerini kendisi yatırırdı.Hüseyin Hilmi Işık, çok nazik ve kibardı. Mamak Maske fabrikasında vazife yaparken, orada Cemal adında bir genç çalışıyordu. Babası Diyanette heyet-i müşavere azası Konyalı Eyüb Necati Perhiz idi. Genç evde de efendimli konuşmaya ve ibadetlerini yapmaya başlayınca babası bu değişikliğin sebebini sordu. Bizim bir kumandanımız var, çok kibar birisidir. Efendimsiz konuşmaya alışırım da onun yanında da öyle konuşurum diye korkuyorum dedi. Babası şaşırdı. Oğlu ile, Hüseyin Hilmi Efendiye, kendisini ziyaret edip teşekkür etmek üzere haber gönderdi. Hilmi Efendi "babanız yaşlıdır. Buraya gelmesi de uygun olmaz, biz ona gidelim" dedi; ve ziyaret etti.Seâdet-i Ebediyye kitabını ilk çıkardığı sıralar, subaylara, senede bir kaç defa çift maaş verirlerdi. Çift maaşın tekini biriktirip, bu kitabı çıkarmak için harcardı.Hüseyin Hilmi Işık'ın "rahmetullahi aleyh", sabır ve tahammülleri çok idi. İnsanlardan, bir eziyet, sıkıntı gelse katlanır, mukabele etmezdi. Yerine göre pamuktan yumuşak, ama küfre, bid'atlere ve günâha karşı da çelik gibi sert idi. Dinimizin öngördüğü derecede cesûr idi. Kitaplarında doğruyu yazmaktan kaçınmaz, "Korkulacak yalnız Allahü teâlâdır" der, ama fitne çıkmamasına da çok dikkat ederdi. Devletin kanunlarına uymada çok titiz davranırdı. Müslüman dine uyar, günah işlemez; kanunlara uyar, suç işlemez derdi. Sık sık "Vatan sevgisi imandandır" hadis-i şerîfini okurdu.Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh", maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî ve bilhassa fen, tıb ve eczacılık ilimlerinde zamanın ileri gelenlerinden olduğu için, gerçek bir âlim idi. Her sözü ilme, fenne ve tecrübeye dayanan ve bu bilgilerini ve tecrübelerini dinin temel ve asıl miyarları ile karşılaştırıp, tartarak, söylediğinden, hikmet konuşan, yâni her sözünde dünyevi veya uhrevî faydalar bulunan, belki eşi bir daha çok zor bulunabilecek olan bir zât idi.IN ENGLISH LANGUAGEHüseyn Hilmi Işık, 'Rahmat-allahi alaih’, publisher of the Waqf Ikhlas Publications, was born in Eyyub Sultan, Istanbul in 1329 (A.D. 1911).Of the one hundred and forty-four books he published, sixty are Arabic, twenty-five Persian, fourteen Turkish, and the remaining translated books consist of French, German, English, Russian and other languages.Hüseyn Hilmi Işık, 'Rahmat-allahi alaih' (guided by Sayyid Abdulhakim Arvasi, ‘Rahmat-allahi alaih’, a profound scholar of the religion and was perfect in virtues of tasawwuf and capable to direct disciples in a fully mature manner; possessor of glories and wisdom), was a competent, great Islamic scholar able to pave the way for attaining happiness, passed away during the night between October 25, 2001 (8 Shaban 1422) and October 26, 2001 (9 Shaban 1422). He was buried at Eyyub Sultan, where he was born.

Read more from Hüseyn Hilmi Işık

Related to Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Üçüncü Kısm

Titles in the series (3)

View More

Related ebooks

Related categories

Reviews for Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Üçüncü Kısm

Rating: 5 out of 5 stars
5/5

3 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Üçüncü Kısm - Hüseyn Hilmi Işık

    1 — İKİNCİ CİLD, 23. cü MEKTÛB

    Bu mektûb, üstâdı Muhammed Bâkî Billahın kuddise sirruh oğlu Hâce Muhammed Abdüllaha sellemehullahü ve ebkâhu ve evsalehu ilâ gâyeti mâ yetemennâhu yazılmış olup, işin başı, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atden kaçmak olduğu ve sâireyi bildirmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd ederim. Onun seçdiği insanlara selâmet ve iyilikler ihsân etmesini düâ ederim. Kıymetli oğlum rahmetullahi teâlâ aleyhimâ! Size ve diğer dostlara söyliyeceğim en birinci nasîhat, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden kaçınmakdır. İslâm dîni, garîb olmağa, za’îflemeğe başladı. Müslimânlar, kimsesiz kaldı. Bundan sonra da, dahâ garîb olur gider. O dereceye gelir ki, yer yüzünde Allah celle celâlüh diyen kimse kalmaz. Kıyâmet, dünyâdaki iyi insanlar kalmayıp, her yeri kötülük kapladığı zemân kopar, buyuruldu.

    [Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Bir zemân gelecek ki, ümmetimde müslimânlığın yalnız adı kalacak. Mü’min olanlar, yalnız birkaç islâm âdetini yapacak. Îmânları kalmıyacak. Kur’ân-ı kerîm yalnız, okunacak. Emrlerinden, yasaklarından haberleri bile olmıyacak. Düşünceleri yalnız yiyip içmek olacak. Allahü teâlâyı unutacaklar. Yalnız paraya tapınacaklar. Kadınlara köle olacaklar. Az kazanmak ile kanâ’at etmiyecekler. Çok kazanınca doymıyacaklar).

    Abdülvehhâb-ı Şa’rânî rahmetullahi aleyh, (Tezkire-i Kurtubî) muhtasarında diyor ki: İbni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Bir zemân gelecek. Elbisenin rengi, zîneti solduğu gibi, yer yüzünde islâmiyyet de solup kalkacak. Öyle olacak ki, nemâz, oruc, hac, sadaka unutulacak. Kur’ân-ı kerîmden yer yüzünde bir âyet kalmıyacak) buyuruldu. İmâm-ı Kurtubî buyuruyor ki, (İslâmın unutulması, Îsâ aleyhisselâm gökden inip, öldükden sonra olacakdır. Dahâ önce, müslimânlar garîb olacak. Kur’ân-ı kerîme uyulmıyacak ise de, büsbütün unutulmıyacakdır). (Ma’rifetnâme)de diyor ki, (Kıyâmet alâmetleri çokdur. Câmi’ler çok, cemâ’at az olacak. Binâlar yüksek, elbiseler ince, kadınlar emîr olacak. Erkekler kadınlaşacak)].

    En mes’ûd, en kazanclı kimse, dinsizliğin çoğaldığı bir zemânda, unutulmuş sünnetlerden birini meydâna çıkarandır ve yayılmış bid’atlerden birini yok eden kimsedir. Şimdi öyle bir zemândayız ki, insanların en iyisinden aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm bin sene geçmiş bulunuyor. Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem zemân-ı se’âdetinden uzaklaşdıkca, sünnetler örtülmekde, yalanlar çoğaldığı için, bid’at yayılmakdadır. Bir kahramân lâzımdır ki, sünnete yardım edip, bid’ati durdursun, kaçırsın. Bid’ati yaymak, dîn-i islâmı yıkmakdır. Bid’at çıkarana ve işleyenlere hurmet etmek, onları büyük bilmek, islâmiyyetin yok olmasına sebeb olur. Hadîs-i şerîfde, (Bid’at işliyenlere büyük diyen, müslimânlığı yıkmağa yardım etmiş olur) buyurulmuşdur. Bunun ne demek olduğunu iyi düşünmelidir. Bir sünneti meydâna çıkarmak ve bir bid’ati ortadan kaldırmak için, son gayretle çalışmak lâzımdır. Her zemân, hele müslimânlığın çok za’îflediği bu zemânda, islâmiyyeti kuvvetlendirmek için, sünnetleri yaymak ve bid’atleri yıkmak lâzımdır. Eskiden gelen islâm âlimleri, bid’atde bir güzellik görmüş olacaklar ki, bunlardan ba’zılarına, hasene [ya’nî güzel] ismini vermişlerdir. Fekat bu fakîr, bu noktada onlara uymuyorum ve bid’atlerden hiçbirini güzel görmüyorum. Hepsini karanlık ve bulanık görüyorum. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem (Bid’atlerin hepsi dalâletdir, yoldan çıkmakdır) buyurdu. Müslimânlığın za’îflediği bu zemânda, selâmet bulmak, Cehennemden kurtulmak, sünnete yapışmakla; dîni yıkmak ise, nasıl olursa olsun, herhangi bir bid’ate kapılmakla olduğunu görüyorum. Bid’atlerin herbirini, islâm binâsını yıkan bir kazma gibi, sünnetleri ise, karanlık gecede yol gösteren, parlak yıldızlar gibi anlıyorum. Zemânımız hocalarına Allahü teâlâ insâf versin de, hiçbir bid’ate güzel demesinler ve hiçbir bid’atin işlenmesine müsâ’ade etmesinler. Bid’at gün doğması gibi, karanlıkları parlatıcı görünürse de, bunlara göz yummasınlar! Çünki sünnetlerin dışında, şeytânlar, işlerini kolay görür. Eski zemânlarda, islâmiyyet kuvvetli olduğundan, bid’atlerin zulmeti belli olmuyordu ve belki de, o zulmetlerden ba’zıları, islâmiyyetin her tarafı kaplıyan kuvvetli zıyâsı arasında, parlak sanılıyordu. Bunun için, güzel deniliyordu. Hâlbuki, bu bid’atlerde de, hiçbir parlaklık ve güzellik yok idi. Şimdi ise, müslimânlık za’îflemiş, kâfirlerin âdetleri, hattâ kâfirlik alâmetleri, müslimânlar arasına yerleşmiş [moda olmuş] olduğundan, herbir bid’at, zararını göstermekde, kimsenin haberi olmadan, müslimânlık sıyrılıp gitmekdedir. Hocalarımız, bu husûsda çok uyanık olup, eski fetvâlara dayanarak şu câizdir, bunun zararı yokdur, diye bid’atlerin yayılmasına ön ayak olmamalıdır. Din zemân ile değişir sözünün yeri işte burasıdır. Yoksa, kâfirlerin [Allah düşmanlarının], müslimânlığı yıkmak, bid’atleri, küfrü yerleşdirmek için, bu sözü maşa olarak kullanmaları yanlışdır. Bu zemân, bid’atler dünyâyı kapladığından, karanlık bir gece gibi görünmekdedir. Sünnetler çok azalmakda, nûrları da, bir karanlık gecede, tektük uçan ateş böcekleri gibi parlamakdadır. Bid’at işlenmesi çoğaldıkca, gecenin karanlığı artmakda, sünnetin nûru azalmakdadır. Sünnetin işlenmesi ise, karanlığı azaltmakda, bu nûru çoğaltmakdadır. İstiyen, bid’at karanlığını çoğaltsın, şeytân fırkasını kuvvetlendirsin! İstiyen de sünnetin nûrunu artdırsın. Allahü teâlânın askerini kuvvetlendirsin! Şunu iyi biliniz ki, şeytân fırkasının sonu felâketdir, ziyândır. Allahü teâlânın fırkasında olan, se’âdet-i ebediyyeye erecekdir.

    [Tekrâr edelim ki, (Bid’at) demek, Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ve Onun dört halîfesinin rıdvânullahi aleyhim ecma’în zemânlarında bulunmayıp da, dinde, sonradan meydâna çıkarılan, uydurulan inanışlara, sözlere, işlere, şekllere ve âdetlere denir. Bunların hepsini din diye, ibâdet diye uydurmak veyâ dînin ehemmiyyet verdiği şeyleri dinden ayrıdır, din buna karışmaz demek bid’atdir. Bid’atlerin ba’zıları küfrdür. Ba’zıları da büyük günâhdır. Kur’ân-ı kerîmi ve ezânı ho-parlörle okumak, radyoda okumak, bid’atdir.

    (Mektûbât) kitâbının arabî ve fârisî baskılarında, yüzseksenaltıncı mektûb hâşiyesinde diyor ki, (İslâm âlimlerinin çoğu, amelde bid’atleri ikiye ayırdı: Sünnete muhâlif olmıyan yeniliklere, reformlara, ya’nî birinci asrda aslı bulunanlara, Bid’at-i hasene dediler. Aslı bulunmıyanlara Bid’at-i seyyie dediler. İmâm-ı Rabbânî kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz hazretleri ise, aslı bulunanlara, bid’at ismini bulaşdırmadı. Bunlara Sünnet-i hasene dedi. Mevlid okumak, minâre, türbe yapmak böyledir. Bid’at ismini, yalnız aslı bulunmıyanlara verdi. Vehhâbîler, bu bid’at-i hasenelere de, bid’at-i seyyie dedi. Sünnet-i hasenelere de şirk dediler. Câhil din adamları da, bid’at-i seyyielerin çoğuna, bid’at-i hasene diyerek, kötü bid’atlerin yayılmalarına sebeb oldular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bid’atleri kötülemekde, islâm âlimlerine karşı değil, câhil din adamlarına karşıdır.)]

    Zemânımızın tesavvuf adamları da, insâfa gelerek ve müslimânlığın za’îfliğini, uydurma şeylerin din ve ibâdet hâlini aldığını düşünerek, kendi pîrlerinin sünnete uymıyan sözlerini ve hareketlerini yapmamalıdır. Dinde bulunmıyan şeyleri, kendi pîrleri yapdı diye, kendilerine din ve ibâdet etmemelidir. Sünnete yapışmak, insanı elbette kurtarır ve iyiliklere, se’âdetlere kavuşdurur. Sünnetden başka şeyleri taklîd etmek, insanı tehlükelere, felâketlere götürür. Bizim vazîfemiz doğruyu bildirmekdir. Herkes istediğini yapar, yapdıklarının karşılığını da bulur. [Âkıl bâlig olan her erkek, kendi işinden, kendisi mes’ûldür.]

    Bizi yetişdiren büyüklerimize, Allahü teâlâ çok iyi mükâfât ihsân eylesin ki, bizim gibi câhilleri, bid’atlerden korudular. Kendilerine uyarak karanlık tehlükelere, uçurumlara sürüklemediler. Sünnetden başka bir yol göstermediler. Dînin sâhibine aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm uymakdan ve harâmlarla berâber şübhelilerden bile kaçmakdan başka yol göstermediler. Bunun için, bu büyüklerin kazancları pek fazladır. Kavuşdukları dereceler, çok yüksekdir. Bunlar, tegannî ve raksa dönüp de bakmamış, vecde, tevâcüde [ve kendinden geçmeğe] ehemmiyyet vermemişlerdir. Başkalarının kalbleri ile buldukları, gördükleri, büyüklük dedikleri hâlleri, maksaddan uzak, matlûbdan başka bilmişler, onların kapıldıkları hayâlleri, def’ ve tard etmişlerdir. Bunların işleri, görmekle, bulmakla, bilinmekle anlaşılacak şeylerden değildir. İlmin, hayâlin, tecellîlerin ve zuhûrların, keşflerin ve görüşlerin üstündedir. Başkaları, birşey bulmak, birşeye kavuşmak için uğraşıyor. Bu büyükler ise, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi istemiyor, hepsini kovuyor. Başkalarının Kelime-i tevhîdi tekrâr tekrâr söylemesi, Allahü teâlâya yaklaşmak içindir. Kelime-i tevhîdi söylemekle, Allahü teâlânın âciz bir mahlûku olan ve Onunla başka hiçbir münâsebeti bulunmıyan bütün bu kâinâtda, Hak teâlâyı bulmağa, görmeğe uğraşıyorlar. Bu büyükler ise; (Lâ ilâhe illallah) kelimesini, herşeyi yok bilmek, bütün görüşleri, buluşları, bilişleri ve hayâlleri, (Lâ) derken, red etmek, yok bilmek için tekrâr eder ve varlıkda birşey duyarlarsa, hepsini nefy eder ve hâtırlarına hiçbirşey getirmezler. [Bu mektûbun yarısı terceme edildi. Son kısmı terceme edilmedi.]

    Cihânda iki dürlüdür, mürâi,

    ki aldatır bunlar, fakîri, bâyi.

    Birisi, yürür eski kisvetle,

    ki, zâhid sanılsın bu sûretle.

    Saf kimseleri bunlar, yimek ister,

    kendilerine dervîş denmek ister.

    Giyerler, yamalı, eski câme,

    dilerler böyle görünmek avâme.

    Haftalar geçer taramaz sakalın,

    ki, desinler, unutmuş kendi hâlin.

    İkincisi ise, ehl-i riyânın,

    işit imdi alâmetlerin ânın.

    Gider ardınca dâim nîk-i nâmın,

    diler makbûlü ola hâssu âmmın.

    Güzel kumaşları dikdirir ince,

    giyinir hergün moda âdetince.

    Nasîhat verir, kitâb yazar durmaz,

    âlim geçinir, nemâz bile kılmaz.

    2 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 41. ci MEKTÛB

    Bu mektûb, bir sâliha hanıma rahmetullahi teâlâ aleyhâ yazılmış olup, kadınlara lâzım olan nasîhatleri bildirmekdedir:

    Kadınların, Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem söz verdiklerini bildiren Mümtehine sûresindeki âyet-i kerîme, Mekke şehrinin alındığı gün inmişdir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem erkeklerle sözleşdikden sonra, kadınlarla sözleşmeğe başladı. Kadınlarla yalnız söz ile olup, mubârek eli, kadınların ellerine dokunmadı. Kötü huylar, kadınlarda, erkeklerden dahâ çok olduğundan, kadınlarla sözleşirken, erkeklerden dahâ fazla şart, araya kondu. Allahü teâlânın emrlerini yapmış olmak için, bunlardan kaçınmak lâzım geldiği bildirildi.

    Birinci şart: Allahü teâlâdan başka, hiçbirşeye ibâdet etmemekdir. Bir kimse, başkaları görmek için ibâdet eder veyâ Allahü teâlâ için eder ammâ, başkasının görmesi de hoşuna giderse veyâ ibâdetinde başkasından bir karşılık, meselâ, bir (Âferin!) sözü beklerse, o kimse, şirkden kurtulmuş olmaz ve hâlis muvahhid olmaz. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Küçük şirkden korununuz!). (Küçük şirk nedir?) diye soruldukda, (Riyâ) buyurdu. Ya’nî başkasına göstermek için ibâdet etmekdir.

    Kâfirlerin bayramlarında, onların yapdıklarını yapmak, hep şirkdir. Hem müslimânlığı, hem de kâfirlik ibâdetlerini yapan, (Müşrik)dir. Kâfirliği beğenen de müşrikdir. Müslimân olmak için, kâfirlikden kaçınmak lâzımdır. Mü’min olmak için, şirkden sıyrılmak şartdır.

    Hastalıkdan kurtulmak için, putlardan, heykellerden, papaslardan imdâd beklemek şirkdir ki, bu hâl müslimânlar arasında yayılmışdır. İhtiyâclarını putlardan, heykellerden istemek, kâfirlikdir [Allaha düşmanlıkdır]. Nisâ sûresi, ellidokuzuncu [59] âyetinde meâlen, (Onlara, kâfirlere inanmayınız dediğim hâlde, onlar kâfirlerin sözleri ile hareket ediyorlar. Şeytân onları aldatıyor) buyuruldu. Kadınların çoğu, bilmiyerek, bu belâya düşüyor. Ne oldukları bilinmiyen bir takım ismlerden meded bekleyip, bunlarla belâdan kurtulmak istiyorlar. Kâfirlerin âdetlerini, kâfirlik alâmetlerini yapıyorlar. Bilhâssa, çiçek hastalığı zemânında, bu belâ, iyilerinde de, fenâlarında da görülüyor. Bu şirkden kurtulabilen ve kâfirlik alâmetlerinden birini yapmıyan kadın, çok azdır. Hindûların bayram günlerine [ve ateşe tapınanların Nevruz günlerine ve hıristiyanların Noel gecelerine ve diğer paskalyalarına] hurmet etmek ve o zemânlarda, onların âdetlerini, onlar gibi yapmak, şirk olur. Küfre sebeb olur. Kâfirlerin bayramlarında, müslimânların câhilleri ve hele kadınlar, kâfirlerin yapdıklarını yapıyor ve bu günleri, müslimân bayramı zan ediyor ve kâfirler gibi, birbirlerine hediyye gönderiyorlar. Eşyâlarını, sofralarını kâfirlerin yapdığı gibi, süsliyorlar. O geceleri, başka gecelerden ayırd ediyorlar. Bunlar hep şirkdir, kâfirlikdir. Sûre-i Yûsüfdeki âyet-i kerîmede meâlen, (Biz, Allahü teâlânın varlığına, birliğine, herşeyi yaratan O olduğuna inandık, müslimân olduk diyenlerin çoğu, başkalarına ibâdet ve itâ’at ederek ve dahâ birçok hareketleri ve sözleri ile, müşrik oluyorlar) buyuruldu. [Üçüncü kısmda, 60. cı maddenin baş tarafına bakınız!]

    Şeyhler için, türbeler için kurban adıyorlar. Götürüp mezâr başında kesiyorlar. Fıkh kitâbları, bunu da şirk saymakdadır. Ba’zı kimseler, dahâ ileri giderek, böyle kurbanları, cin kurbanı oluyor diyorlar. Dînimiz bunu red ediyor ve şirk sayıyor. Adak yapmak, çok şeklde olur. Hayvan kesmeği adamağa ve bunu kesip cin kurbanlarından oldu demeğe ve cinlere tapanlara benzemeğe ne lüzûm var? [Birinci kısmda, seksenikinci maddeye ve (Hayât-ül-hayvân) kitâbına bakınız!].

    Şeyhler için tutdukları oruclar da böyledir. Bir takım ismler uydurup, o ismlere niyyet ediyor, iftâr zemânı her oruc için, husûsî yemekler şart ediyor ve gün de ta’yîn ediyorlar. İşleri, bu oruclar sâyesinde oluyor sanıyorlar. Bu da, ibâdetde şirkdir. İşleri hâsıl olmak için, başkasına ibâdet etmekdir. Bunun çirkinliğini iyi anlamak lâzımdır. Hâlbuki hadîs-i kudsîde buyuruldu ki, (Oruc benim için tutulur. Onun karşılığını ben veririm!). Ya’nî oruc, yalnız benim için tutulur. Bana, orucda başkası şerîk olamaz. Hiçbir ibâdetde, Allahü teâlâya birşeyi ortak etmek câiz değil ise de, yalnız orucu buyurması, bunda şirk yapmamağa çok dikkat olunması içindir. Ba’zı kadınlar, hîle yaparak, bu orucları, Allah için tutuyoruz ve sevâbını şeyhlerimize hediyye ediyoruz diyor. Bu sözleri doğru ise, oruc için, niçin gün ta’yîn ediyorlar ve mu’ayyen iftârlık yiyor ve iftâr zemânında çirkin işler yapıyorlar? Çokları iftârda harâm işliyor. Bu şartları yapabilmek için, dilencilik bile yapıyor ve işlerinin bu harâmlar sâyesinde hâsıl olduğuna inanıyor. Bunlar, hep yoldan çıkmakdır. Şeytânın aldatmasıdır.

    [(Redd-ül-muhtâr)da (Zebâyıh)ı anlatırken, sonuna yakın diyor ki, (Makâm sâhibleri gelince, hayvan kesmek harâmdır. Çünki, Allahdan başkası için hayvan kesmek şirk olur. Keserken Allahü teâlânın ismini söylese de, harâmdır. Eğer gelene yidirmek için keserse, harâm olmaz. Çünki, müsâfire ziyâfet vermek, İbrâhîm aleyhisselâmın sünnetidir. Müsâfire ikrâm etmek sevâbdır. (İnsana ikrâm için kesmek, Allahdan başkası için kesmek olur. Bu ise halâl değildir) demenin doğru olmadığı (Bezzâziyye) fetvâsında yazılıdır. Böyle söylemek, Kur’ân-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve akla uygun değildir. Kassâb da, para kazanmak için kesiyor. Hâlbuki, kassâbdaki etlere harâm diyen hiç olmamışdır. Para kazanmak niyyeti ile kesilen hayvan necs olsaydı, hiçbir kassâb hayvan kesmezdi. Öyle söyliyen câhilin kassâbdan et almaması, düğün için, akîka için kesilen hayvan etinden yimemesi lâzım olur.

    Bir kimse gelince kesilen hayvan etinden, ona da ikrâm edilirse, ya’nî yidirilirse, hayvanı Allah için kesmiş, fâidesi müsâfire olmuş olur. Kassâbın kesdiği de Allah içindir. Fâidesi, kazancı, kassâbadır. Eğer etinden müsâfire yidirmez, hepsi başkalarına verilirse, Allahdan başkası için kesilmiş olur, harâm olur. Görülüyor ki, bir hayvanın insana ta’zîm için, Allahdan başkası için kesilmesi veyâ Allah rızâsı için kesilmesi, etinin kesilene yidirilip yidirilmemesi ile ayırd edilmekdedir. Bundan anlaşılıyor ki, temel atılırken, hastalık gelince, hasta iyi olunca hayvan kesmek halâl olmakdadır. Çünki, etleri fakîrlere yidirilmekdedir. Hamevî de böyle demekdedir. Dileği olursa Allah için hayvan kesmeği adak yapmanın da böyle olduğu, (Bahr-ür-râık)da yazılıdır. Fekat etlerinin yalnız fakîrlere verilmesi lâzımdır. Müsâfir gelince kesilen hayvan etinden o müsâfire yidirip yidirmemek mühimdir. Etlerin hepsini ona veyâ başkasına verip vermemek mühim değildir. Onun yidiği hayvanın etinden başkalarına da verilir. Kesen de alır. Bunun ehemmiyyeti yokdur. Ona yidirmek ve yidirmemek için, keserken yapılan niyyete bakılır. Keserken onu ta’zîm etmek niyyet edilmezse, ona bu etden yidirmeyip, başka şeyler yidirilmesi, harâm olmasına sebeb olmaz. Çünki, keserken ona yidirilmesi niyyet edilmişdir. Bundan anlaşılıyor ki, hükûmet adamı gelince, hayvanı keserken ona ta’zîm etmeği niyyet ederse, etinden ona yidirse de, halâl olmaz. Keserken ona ikrâm etmeği, yidirmeği niyyet ederse, etinden hiç yidirmeyip, başka şeyler yidirse de, halâl olur.

    Kesmek harâm olunca, küfr de olur mu, olmaz mı? İkisini de söyliyenler olduğu (Bezzâziyye)de yazılıdır. Niyyet gizli olduğu için, müslimâna kötü gözle bakmamak ve ihtilâflı konularda küfr damgası basmamak lâzımdır. Bir müslimânın bir kimseye yaklaşması, gözüne girmesi için ona ibâdet edeceği düşünülemez. Hayvan kesmesi, onu sevdiğini göstermek içindir. Sevdiğini anlatarak, ona yaklaşmak, dünyâlığa kavuşmak istemekdir. Allah için kesmeğe, insanı ta’zîm etmek karışınca, harâm olursa da, küfr denilemez. Harâm ile küfr birbirinden çok uzakdır)].

    Kadınlardan söz alınan ikinci şart: Hırsızlık etmemekdir. Hırsızlık, büyük günâhlardan biridir. Çok kadınlar, bu günâha yakalanmışdır. Hırsızlığın inceliklerinden kurtulabilen kadın pek azdır. Bunun için, hırsızlıkdan kaçınmak, ikinci şart oldu. Kocalarının malını, kocalarının izni olmadan harc eden kadınlar hırsız oluyor. Bununla, büyük günâha girmiş oluyor. Bu hâl, hemen bütün kadınlarda var gibidir. Hepsinde bu hiyânet hâsıl olmakdadır. Ancak, Allahü teâlânın koruduğu az kimse bundan kurtulmakdadır. Keşki, bunun hırsızlık olduğunu, günâh olduğunu bilselerdi. Bunu, halâl bilenleri çokdur. Halâl bilenlerin kâfir olmaları korkusu çokdur. Allahü teâlâ, kadınları şirkden men’ etdikden sonra, ikinci olarak, hırsızlıkdan men’ buyurdu. Çünki, bunu halâl sanarak, çoğu kâfir olur. Bundan dolayı, bu günâh, kadınlar için, başka günâhlardan dahâ büyük oldu. Böyle kadınlar, kocalarının mallarını her zemân alarak hıyânete alışdıklarından, böylece, başkasının malını kullanmanın çirkinliği kalblerinden kalkar. Başkalarının mallarını da, habersiz kullanmak kendilerine hafîf gelir. Çekinmeden başkalarının mallarına hıyânet ve hırsızlık eder. İyi düşünülürse, böyle olacağı açıkca anlaşılır. O hâlde, kadınları hırsızlıkdan men’ etmek, dîn-i islâmda çok ehemmiyyetlidir. Şirkden sonra, onlar için ikinci çirkin şey bu oldu. [Bir mü’min, kendine sâdık ve emîn olan zevcesini bu büyük günâhdan kurtarmak için, malını istediği şeklde sarf etmesine önceden izn vermelidir.]

    İlâve: Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem birgün Eshâb-ı kirâmına sorarak: (Hırsızların büyüğü kimdir bilir misiniz?) buyurdu. Bilmiyoruz. Siz buyurun! dediklerinde: (Hırsızların büyüğü, nemâzından çalandır ki, nemâzın erkânını temâm yapmaz!) buyurdu. Bu hırsızlıkdan da sakınmalıdır ve büyük hırsız olmakdan kurtulmalıdır. Kalbe hiçbir şey getirmiyerek, niyyet etmelidir. Niyyet doğru olmazsa, ibâdet sahîh olmaz. Kırâeti doğru okumalıdır. Rükü’ü, secdeleri, kavmeyi ve celseyi, itmînân ile yapmalıdır. Ya’nî, rükü’den kalkınca tam dikilip, bir tesbîh mikdârı durmalı ve iki secde arasında doğru oturup yine bir tesbîh mikdârı öyle durmalıdır. Böylece, kavmede ve celsede, itmînân [ya’nî tumânînet] hâsıl olur. Böyle yapmıyanlar, hırsızlardan olur ve çok azâblara yakalanır.

    [İbni Âbidîn, (Lukata) bahsinin sonunda buyuruyor ki, İbni Hacer ve Nevevî ve başkaları bildiriyor ki, gayb olan, çalınan birşeyi bulmak için, [hergün yirmibeş kerre] (Yâ câmi’annâsi li-yevmin lâ raybe fîhi innallahe lâ yuhlif-ül mî’âd icma’ beynî ve beyne...) düâsını okumalıdır. Buluncaya kadar okumalıdır. Noktaların yerinde, gayb olan şeyin ismini söylemelidir. (Fetâvâ-i kâri-ül-hidâye)de diyor ki, (Murâdı olan kimse, yatacağı zemân abdest almalı. Temiz bir örtü üzerinde oturup, üç def’a salevât okumalı. Sonra, herbirine Besmele çekerek on Fâtiha ve sonra onbir İhlâs okumalı. Sonra, üç salevât okumalı. Sonra sağ yanı üzere, yüzü kıbleye karşı olarak ve sağ elini sağ yanağı altına koyarak yatıp uyumalıdır. Niyyet etdiği şeyin nasıl olacağını, bi-iznillah rü’yâda görür). (Bostân-ül-ârifîn) sonunda diyor ki, İbni Ömer buyurdu ki, birşeyi gayb olan, çalınan kimse, hergün iki rek’at nemâz kılıp, selâmdan sonra, (Allahümme yâ Hâdî ve yâ Râddeddâlleti, erdid aleyye dâlletî bi-izzetike ve sultânike fe-innehâ min fadlike ve atâike) okumalıdır. 110.cu sahîfede yazılı olan istigfâr düâsını okumak da çok fâidelidir.]

    Kadınlardan istenilen üçüncü şart: Zinâ etmemekdir. Bu şartı, yalnız kadınlardan istemek, bu günâhın hâsıl olması, çok def’a onların râzı olmalarına bağlı olduğu içindir ve kendilerini gösterdikleri [erkeklerin kollarına atıldıkları] içindir. O hâlde, bu günâhın ilk sebebi onlardır. Bu işde, onların rızâları mu’teberdir. Bunun için, bu amelden, kadınların dahâ kuvvetli men’ edilmeleri îcâb etdi. Bundan dolayı, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, bu günâhda kadını erkekden evvel söyledi ve (Kadına ve erkeğe yüz sopa vurunuz!) buyurdu. Bu günâh insana, dünyâda ve âhıretde zarar verir ve bütün dinlerde yasak ve çirkin olmuşdur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Zinânın dünyâda üç fenâlığı vardır: Biri, güzelliği ve parlaklığı giderir. İkincisi, fakîrliğe sebeb olur. Üçüncüsü, ömrün kısalmasına sebeb olur. Âhıretdeki üç zararına gelince, Allahü teâlânın gadabına sebeb olur. İkincisi, süâlin, hesâbın fenâ geçmesine sebeb olur. Üçüncüsü, Cehennem ateşinde azâb çekmeğe sebeb olur). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Yabancı kadınlara bakmak, gözlerin zinâsıdır. Onları tutmak, ellerin zinâsıdır. Onlara gitmek, ayakların zinâsıdır). Nûr sûresindeki otuzuncu âyet-i kerîmede meâlen, (Mü’minlere söyle, yabancı kadınlara bakmasınlar ve zinâ etmesinler! Ve mü’min kadınlara söyle! Onlar da, yabancı erkeklere bakmasınlar ve zinâ etmesinler!) buyruldu. Kalb, göze tâbi’dir. Gözler harâmdan sakınmazsa, kalbi korumak güç olur. Kalb, harâma dalarsa, zinâdan sakınmak güç olur. O hâlde, îmânı olanların, Allahü teâlâdan korkanların, harâma bakmaması lâzımdır. Ancak bu sûretle, kendini korumak, dünyâ ve âhıretde zarardan kurtulmak mümkin olur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde kadınların, kızların, yabancı erkeklerle yumuşak sesle, nezâketle konuşmalarını, böylece kötü adamların kalblerine fenâlık getirmelerini men’ buyurmakda, buna sebeb olmıyacak şeklde söylemelerini istemekdedir. Kadınların, yabancı erkeklere süslenmelerini yasak etmekdedir. Bileyziklerinin sesini duyurmamak için, yavaş, sessiz yürümelerini emr etmekdedir. Ya’nî fıska, günâha sebeb olan herşey de günâhdır. O hâlde günâha, harâma sebeb olan şeylerden kaçmak lâzımdır.

    (Safizm), ya’nî kadınların, yabancı kadınlara şehvet ile bakması ve dokunması, kadınların, kocasından başkasına, erkek ve kadın, kim olursa olsun, yabancıya süslenmeleri câiz değildir. Erkeklerin homoseksüel olması, ya’nî oğlanlara şehvet ile bakmaları ve dokunmaları harâm olduğu gibi, kadının da homoseksüel olması, ya’nî kadına şehvet ile dokunması ve bakması harâmdır. Dünyâda ve âhıretde felâketlerden kurtulmak için, bu incelikleri iyi gözetmek lâzımdır. Erkekle kadın, başka cinsden oldukları için, bir araya gelmeleri gücdür. Kadının kadına yaklaşması böyle olmayıp kolaydır. Bunun için kadının kadına bakmasını ve dokunmasını, erkeğin kadına ve kadının erkeğe bakmasından dahâ şiddetle men’ etmelidir.

    [(Pedérastie)nin, ya’nî gulâmpâreliğin Romalılarda ve eski Yunanlılarda ve İngilterede yaygın olduğu, doktor Fahreddîn Kerîmin 1343 [m. 1925] târîhli, (Gayr-i tabî’î aşklar) kitâbında uzun yazılıdır].

    Kadınlardan istenilen dördüncü şart: Çocuğunu öldürmemekdir. O zemân, kadınlar, fakîrlikden korkarak, kızlarını öldürürlerdi. Bu çirkin hareket, haksız yere câna kıymak olduğu gibi, evlâd hakkını da tanımamakdır ve her ikisi de büyük günâhdır. [Çocuk aldırmak da böyledir. İbni Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzyetmişaltıncı [276] sahîfede diyor ki, (Özrsüz, çocuk düşürmek, herhâlinde harâmdır. Ananın veyâ süt emen diğer çocuğun ölümüne sebeb olan bir özr varsa, uzvları teşekkül etmeden düşürmek câiz olur.) Uzvlar yüzyirmi gün sonra teşekkül eder denildi. Cânlı çocuğu almak da, aldırmak da harâmdır. Çocuk olmaması için önceden tedbîr almak, meselâ prezervatif kullanmak câizdir. Fakîrlikden dolayı iyi bakamamak, besliyememek korkusu, çocuk düşürmek için özr olmaz. Din düşmanlarının yasaklamasından dolayı, din bilgisi verememek, islâm terbiyesi ile yetişdirememek korkusu özr olur. Çocuğun râhat tevellüd etmesi için (Bostân-ül-ârifîn) sonunda diyor ki, Abdüllah ibni Abbâs radıyallahü teâlâ anhümâ buyurdu ki, bir tas, tabak içine (Bismillâhillezî lâ ilâhe illâ huv El-Halîm-ül Kerîm. Sübhâne Rabbil’ Arş-il’azîm Elhamdülillahi Rabbil’ âlemîn) ve sonra (Nâzi’ât) sûresinin son âyetini ve Ke-ennehüm’den i’tibâren (Ahkaf) sûresinin son âyetini islâm harfleri ile yazıp, eritip anasına içirmelidir.

    İbni Âbidîn, beşinci cild, 249. cu sahîfede ve (Berîka)da ve (Hadîka)da, ferc âfetlerinde diyor ki, (Kassâb hayvanlarını, semizlemeleri için, ihsâ etmek [kısırlaşdırmak] câizdir. Diğer hayvanları ve insanları ihsâ harâmdır.)]

    Kadınlardan istenilen beşinci şart: Bühtân ve iftirâ etmemekdir. Bu günâh, kadınlarda çok olduğundan onlara şart edildi. İftirâ büyük günâhdır ve çok fenâdır. Bunda yalan söylemek de vardır ki, yalan, her dinde harâmdır. İftirâda bir mü’mini incitmek de vardır ki, bu da, başkaca harâmdır. Bunlardan başka, iftirâ etmek, yeryüzünde fesâd çıkarmağa, ortalığı karışdırmağa sebeb olur ki, bu da harâmdır.

    Altıncı şart: Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin her emrine itâ’at etmekdir. Bu şart, bütün farzları, sünnetleri yapmak ve bütün yasaklardan kaçınmak demekdir ve islâmın beş şartını bildirmekdedir.

    İslâmın beş şartından biri, nemâzdır. Beş vakt nemâzı üşenmeden, seve seve kılmalıdır. Malın zekâtını, emr edilen yerine, hevesle vermelidir. Ramezân-ı şerîf orucu, bir senelik günâhların afvına sebebdir. Oruc tutmakdan zevk almalıdır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Hac edenin geçmiş günâhları afv olur!). Kâ’be-i mu’azzamaya gidip hac etmeği büyük kazanc bilmelidir. Vera’ ve takvâyı elden bırakmamalıdır. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki:(Dînin direği vera’dır). İçki içmemelidir. Serhoş yapan herşey, şerâb gibi harâmdır. Mûsikîden de kaçınmalıdır ki, lehv ve la’bdir. Ya’nî nefsin istediği fâidesiz işdir ve harâmdır. Bir hadîs-i şerîfde, (Mûsikî, zinâya yol açar) buyuruldu. Müslimânları gîbet etmek, ya’nî kötülemek niyyeti ile çekişdirmek, iki müslimân arasında söz taşımak, mûsikîden dahâ büyük harâmdır. [Zimmîyi gîbet etmenin de harâm olduğu, (Behcet-ül-fetâvâ)da yazılıdır.] Bunlardan kaçınmak lâzımdır. Müslimânla alay etmek, kalbini kırmak da harâm olup, sakınmak lâzımdır.

    Uğursuzluğa inanmamalı, te’sîr eder sanmamalıdır. (Rûh-ul-beyân)da, Tevbe sûresi, otuzyedinci âyetinin tefsîrinde diyor ki, (Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem teşrîf edince, günlerin mü’minlere uğursuz olmaları kalmadı). Bir hastalığın sağlam insana elbette geçeceğini kabûl etmemelidir. Allahü teâlâ dilerse geçer, dilemezse geçmez. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Müslimânlıkda, uğursuzluk ve hastalığın sağlam kimseye muhakkak geçmesi yokdur).[Bununla berâber, tehlükeli şeylerden, şübheli yerlerden kaçınmak vâcibdir. Hastalığa yakalanmamak için tedbîr almalıdır.] Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Bilinmiyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları gaybleri bilir sanmamalıdır. [(Şerh-ı akâid) kitâbının başında diyor ki, (İnsanın birşeyi bilmesi, his organı ile, güvenilir haber ile veyâ akl ile olur. His organları beşdir. Güvenilir haber ikidir: Tevâtür ve Peygamber haberleri. Tevâtür, her asrın güvenilen insanlarının hepsinin söylemesidir. Akl ile bilmek de ikidir: Düşünmeden hemen bilinirse, (Bedîhî) denir. Düşünmekle bilinirse, (İstidlâlî) denir. Herşeyin, kendi parçasından büyük olduğu bedîhîdir. Hesâbla edinilen bilgiler istidlâlîdir. His organları ve akl ile birlikde hâsıl olan bilgiler, (Tecrübî)dir). Görülüyor ki, islâm dîninin, hesâbın ve tecribenin bildirmediği şeylere (Gayb) denir. Gaybi ancak, Allahü teâlâ ve Onun bildirdikleri bilir.]

    (Sihr), ya’nî büyü yapmamalıdır ve sihr yapdırmamalıdır, harâmdır ve küfre en yakın olan, en fenâ harâmdır. Sihre âid ufak birşey yapmamağa çok dikkat etmelidir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Müslimân sihr yapamaz. Allah saklasın îmânı gitdikden sonra, sihri te’sîr eder.) Sanki sihr yapınca, îmânı gider.

    [İmâm-ı Nevevî rahmetullahi aleyh dedi ki: (Sihr yaparken küfre sebeb olan kelime veyâ iş olursa, küfrdür. Böyle kelime veyâ iş bulunmazsa, büyük günâhdır). Sihr insanları hasta yapar. Sevgi veyâ muhabbetsizlik yapar. Ya’nî cesede ve rûha te’sîr eder. Sihr, kadınlara ve çocuklara dahâ çok te’sîr eder. Sihrin te’sîri kat’î değildir. İlâcın te’sîri gibi olup, Allahü teâlâ, isterse te’sîrini yaratır. İstemezse, hiç te’sîr etdirmez. Açlık çekerek, sıkıntılı işler yaparak, nefsini ezen, harâm işlemekden zevk alamaz hâle getiren kâfirlerin yapdığı sihr te’sîr etmekdedir. Böyle papasların sihr çözmeleri de te’sîrli olmakdadır. Şimdiki papaslar, dünyâ zevklerine düşkün ve nefsleri azgın olduğundan, sihr yapamaz ve bozamazlar.

    Bir sâhir, sihr ile istediğini elbette yapar, sihr muhakkak te’sîr eder diyen ve inanan kâfir olur. Sihr, Allahü teâlâ takdîr etmiş ise, te’sîr edebilir, demelidir. Büyü yapılmış olan kimse, (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi ikinci cildi, yüzseksenyedinci [187] sahîfedeki âyet-i kerîmeleri ve düâları ve arabî (Teshîl-ül-menâfi’) sonundaki (Âyât-i hırz)ı sabâh ve ikindi nemâzlarından sonra, yedi gün birer kerre okur ve boynuna asarsa, şifâ bulur. Bir mikdâr suya, (Âyet-el-kürsî) ve (İhlâs) ve (Mu’avvizeteyn) okumalı. Büyülenmiş kimse bundan üç yudum içmeli, kalan ile gusl abdesti almalıdır. Şifâ bulur. (İbni Âbidîn)de, hastalık sebebi ile boşanmakda, (Zerkânî)nin 7.ci cild, 104. cü sahîfesinde ve (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesinde diyorlar ki, (Sidr ağacının yeşil yaprağından yedi adedi iki taş arasında ezilip su ile karışdırılır. Üzerine Âyet-el-kürsî, İhlâs ve Kul-e’ûzüler okunur. Üç yudum içip, gusl edilir). Sidr, Lotus denilen yabânî kiraz [Kâzib abanoz] ağacıdır. (Mekâtîb-i şerîfe)nin doksanaltıncı mektûbunda diyor ki, (Hâcetlere kavuşmak için, iki rek’at nemâz kılıp, sevâbını (silsile-i aliyye)nin rûhlarına hediyye etmeli, bunların hurmeti için diyerek düâ etmelidir).

    Mevlânâ Muhammed Osmân sâhib rahmetullahi teâlâ aleyh, (Fevâid-i Osmâniyye) kitâbının yüzüçüncü sahîfesi sonunda buyuruyor ki, (Sihr ve cadı, ya’nî büyü âfetlerinden kurtulmak için, üç kerre Salevât-ı şerîfe okumalı, sonra yedi Fâtiha, yedi Âyet-el-kürsî, yedi Kâfirûn sûresi, yedi İhlâs-ı şerîf, yedi Felak ve yedi Nâs sûreleri okuyup kendi üzerine veyâ hasta üzerine üflemelidir. Bunları tekrâr okuyup, büyülenmiş olanın odasına, yatağına, evin her yerine, bağçesine üflemelidir. İnşâallahü teâlâ, büyüden halâs olur. [Buna karşılık ücret almamalıdır.] Bütün hastalıklar için de iyidir. Tarlaya bereket gelmesi için, mahsûlün uşrunu vermeli, sonra Eshâb-ı Kehfin ismleri dört kâğıda yazılıp, ayrı ayrı sarılıp, tarlanın ayak basmıyan dört köşesine defn edilmelidir. Sabâh ve yatsı nemâzlarından sonra büyük âlimlerin [silsile-i aliyyenin] ismlerini, sonra Fâtiha-i şerîfeyi okuyarak rûhlarına gönderip, onları vesîle ederek yapılan düânın kabûl olduğu tecribe edilmişdir). 148.ci sahîfesinde ve (Rûh-ul-beyân)da diyor ki, (Eshâb-ı Kehfin ismleri yazılı kâğıdı evinde, üstünde bulundurmak da, korur. Bereket verir). Roma imperatörlerinden Domityanus veyâ Dokyanus denilen kimse, çok rezîl, zâlim ve putperest idi. Tanrılığını i’lân etdi. 95 de öldürüldü. Efsus, ya’nî Tarsus şehrine gelince, yedi genç Îsâ aleyhisselâmın dînini bırakmayıp, şehrin onbeş kilometre şimâl garbîsinde bir mağarada saklandılar. Üçyüzdokuz sene devâmlı uyudular. İmperatör Teodos zemânında uyanıp Aryüsün talebeleri ile konuşdular. Tekrâr uyudular. Teodos putperestliği yıkdı. Nasrâniyyeti yaydı. Mağaraya gidip Eshâb-ı Kehf ile görüşdü. Düâlarını aldı. Mağara kapısında bir mescid yapdı. 395 de öldü. Abbâsî halîfelerinin yedincisi olan Me’mûn, Hârûn Reşîdin oğlu olup, kabri Tarsusdadır. (Eshâb-ı Kehfin ismleri), Yemlîhâ, Mekselînâ, Mislînâ, Mernûş, Debernûş, Şâzenûş, Kefeştatayyûş ve köpekleri Kıtmîrdir. Ehl-i Bedrin ismleri ile tevessül, şifâ ve bereket verdiği, Kabânînin (Esmâ-i Ehl-i Bedr) kitâbında yazılıdır. Bu kitâb Bombayda basılmışdır.

    Nazar değmesi hakdır. Ya’nî, göz değmesi doğrudur. Ba’zı kimseler, birşeye bakıp, beğendiği zemân, gözlerinden çıkan şuâ’ zararlı olup cânlı ve cânsız, herşeyin bozulmasına sebeb oluyor. Bunun misâlleri çokdur. Fen, belki birgün, bu şuâ’ları ve te’sîrlerini anlıyabilecekdir. Nazarı değen kimse, hattâ herkes, beğendiği birşeyi görünce (Mâşâallah) demeli, ondan sonra o şeyi söylemelidir. Önce Mâşâallah deyince, nazar değmez. Nazar değen veyâ korkan çocuk için, çöp yakıp etrâfında döndürerek tütsülemek veyâ ergimiş mumu başı üzerinde suya dökmek [ve kurşun dökmek] câiz olduğu, (Fetâvâ-yı Hindiyye)de yazılıdır. (Fâtiha, Âyet-el-kürsî ve E’ûzü bi-kelimâtillâhittâmmeti... okumak) hadîs-i şerîfde emr edildiği (Teshîl) 76.cı sahîfede yazılıdır. (Mevâhib)de ve (Medâric)de diyor ki, (İmâm-ı Mâlike göre rahmetullahi teâlâ aleyh, demirle, tuzla, iplik düğümlemekle ve mühr-i Süleymânla Rukye yapmak mekrûhdur).

    (Rukye), okuyup üflemek veyâ üzerinde taşımak demekdir. Âyet-i kerîme ile ve Resûlullahdan gelen düâlar ile Rukye yapmağa, (Ta’vîz) denir. Ta’vîz câizdir ve inanan, güvenen kimseye fâide verir. Ta’vîz yazılı muskayı [muşamba, naylon gibi su geçirmez şeylere] sarılı olarak cünübün taşıması ve halâya girilmesinin câiz olduğu (Halebî)de ve (Dürr-ül-muhtâr)da, tahâret bahsi sonunda [s. 119 da] yazılıdır. Ma’nâsı bilinmiyen veyâ küfre sebeb olan rukyeyi okumağa, (Efsûn) denir. Bunu veyâ nazarlık denilen şeyleri kendi üzerinde taşımağa, (Temîme) denir. Muhabbet hâsıl etmek için yapılan rukyelere, (Tivele) denir. İbni Âbidîn beşinci cild, ikiyüzotuzikinci [232] ve ikiyüzyetmişbeşinci [275] sahîfelerinde ve (Mevâhib)de ve (Medâric)de yazılı hadîs-i şerîfde, (Temîme ve Tivele şirkdir) buyuruldu. İbni Âbidîn burada, nazar değmemek için tarlaya kemik, hayvan kafası koymak câiz olduğunu bildirmekdedir. Bakan kimse, önce bunu görüp tarlayı sonra görür. Mâvi boncuk ve başka şeyleri bu niyyet ile taşımanın (Temîme) olmıyacağı, câiz olacağı buradan anlaşılmakdadır. Nazar değen kimseye şifâ için (Âyet-el-kürsî), (Fâtiha), (Mu’avvizeteyn) ve (Nûn sûresi)nin sonundaki iki âyeti okumak muhakkak iyi geldiği, fârisî (Medâric-ün-Nübüvve) kitâbında ve (Mevâhib-i ledünniyye) tercemesi ikinci cild, [179]. cu sahîfesinde yazılıdır. Bu iki kitâbdaki ve (Teshîl-ül-menâfi’) kitâbının ikiyüzüncü [200] sahîfesinde yazılı düâları okumak da fâidelidir. Düâların en kıymetlisi ve fâidelisi (Fâtiha) sûresidir. (Tefsîr-i Mazherî) son sahîfesinde diyor ki, (İbni Mâcede yazılı, hazret-i Alînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (İlâcların en iyisi Kur’ân-ı kerîmdir) buyuruldu. Hastaya okunursa, hastalığı hafîfler). Eceli gelmemiş ise, iyi olur. Eceli gelmiş ise, rûhunu teslîm etmesi kolay olur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem gam, gussa, sıkıntıyı gidermek için, (Lâ ilâhe illallâhül’azîm-ül-halîm lâ ilâhe illallâhü Rabbül-Arş-il’azîm lâ ilâhe illallahü Rabbüs-semâvâti ve Rabbül-Erdı Rabbül’Arş-il-kerîm) okurdu. (Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâhil’ aliyyil’azîm) okumak, sinir hastalığına ve bütün hastalıklara iyi geldiğini Enes bin Mâlik haber vermişdir. Harâm işliyenin ve kalbi gâfil olanın düâsı kabûl olmaz. Mâide sûresinde Allahü teâlânın yaratması için, vesîleye, ya’nî sebeblere yapışmak emr olunmakdadır. Te’sîri kat’î olan sebeblere yapışmak farzdır. Meselâ, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için, islâmiyyete uymak ve düâ etmek emr olundu. Diğer sebebler ve te’sîrleri açıkca bildirilmediği için bunlara uymak sünnet oldu. Peygamberlerin ve Evliyânın rûhlarından ve ilâclardan şifâ beklemek ve dertlerden, belâlardan kurtulmak için bunları vesîle yapmak sünnet oldu. Vehhâbîler bu sünnete şirk, küfr diyerek, âyet-i kerîmeyi inkâr ediyorlar. Rûhların vesîle olduğu (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının ikiyüzyirmisekizinci ve sonraki sahîfelerinde açıkca yazılıdır. Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyanın düâsı fâide vermez. Allahü teâlâ, herşeyi bir sebeb ile yaratmakdadır. Birşeye kavuşmak istiyen, o şeyin sebebine kavuşmak için düâ etmelidir. Sebebine kavuşunca, bu sebebe yapışır. İnsana sıhhat, şifâ vermek için, düâ etmeği, sadaka vermeği ve ilâc kullanmağı sebeb yapmışdır. Âyet-i kerîme veyâ düâ bir çanağa yazılır. Yâhud kâğıda yazılıp, kâğıd çanağa konur. Üzerine su konur. Yazı eriyince, hergün içilir. Yâhud, bu kâğıdı muska yapıp, üzerinde taşır. Yâhud, bunları okuyup, iki avucuna üfürür. Avuçları ile vücûdünü sıvar. (Tibyân tefsîri) son sahîfesinde diyor ki, (Âişe vâldemiz buyurdu ki, Resûlullahın bir yerinde ağrı olsa iki Kûl e’ûzü sûresini okuyup, mubârek avucuna üfler, elini ağrı olan yere sürerdi). Düâ ve ilâc, ömrü uzatmaz. Eceli geleni ölümden kurtarmaz. Ömür, ecel bilinmediği için, düâ etmek, ilâc kullanmak lâzımdır. Eceli gelmemiş olan, sıhhata, kuvvete kavuşur. Şifâyı ilâcdan değil, Allahü teâlâdan beklemelidir. Muhammed Ma’sûm rahmetullahi aleyh (Mektûbât)da buyuruyor ki, (Murâd için âyet-i kerîme ve düâyı izn alarak okumalı demişlerdir). İzn veren, onu kendine vekîl etmiş olur. Meşhûr bir Âlimin, Velînin kitâbında (okumalıdır) yazmış olması, izn vermek olur. İzn vereni ve iznini düşünerek okuyunca, o zât okumuş gibi fâideli, te’sîrli olur. Kur’ân-ı kerîmi ve düâyı ücret ile okumak, ya’nî okuması için, önceden birşey istemek büyük günâhdır. İstemesi ve alması harâm olur ve okuduğunun fâidesi olmaz. Birşey istemeyip, sonradan verilirse, hediyye olur. Hediyyeyi alması câiz olur. (Fetâvâ-i fıkhiyye)nin otuzyedinci [37] sahîfesinde diyor ki, (Kâfirlere gönderilen mektûbda Kur’ân-ı kerîmden bir iki âyet yazmak câizdir. Fazla yazılmaz. Bir iki âyet de, onlara va’z için veyâ huccet, vesîka olarak câiz olur. Kâfir, muskanın fâidesine inansa bile, ona âyet-i kerîme ile mubârek ismler ile muska yazmak câiz olmaz. Harâm olur. Harfleri ayrı ayrı yazmakla da câiz değildir. İster müslimân yazsın, ister kâfir yazmış olsun, bir muskayı kullanmak için, içinde küfr veyâ harâm olan yazının bulunmadığını bilmek lâzımdır). (Mevâhib-i ledünniyye)de diyor ki, (Üç şart bulununca, Rukye câiz olur: Âyet-i kerîme ile veyâ Allahü teâlânın ismleri ile olmakdır. Arabî lisânı ile veyâ ma’nâsı anlaşılan lisân ile olmalıdır. Rukyenin, ilâc gibi olup, Allahü teâlâ dilerse te’sîr edeceğine, te’sîrini Allahü teâlânın verdiğine inanmakdır. Göz değen kimseye, Peygamber efendimizin bildirdiği şu ta’vîzi okumalıdır: (E’ûzü bikelimâtillâhittâmmâti min şerri külli şeytânın ve hâmmatin ve min şerri külli aynin lâmmetin). Bu ta’vîz her sabâh ve akşam üç def’a okunup kendi üzerine veyâ yanındakilerin üzerine üflenirse, göz değmesinden ve şeytânların ve hayvanların zararından korur). Bir kimseye okurken, E’ûzü yerine (Ü’îzüke) denir. İki kişiye okurken (Ü’îzükümâ) denir. İkiden fazla kimseye okurken, (Ü’îzüküm) demelidir].

    Hulâsa, Muhbir-i sâdık [ya’nî hep doğru söyleyici] ne bildirdi ise ve Ehl-i sünnet âlimleri rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în din kitâblarında ne yazdı ise, onları yapmağa canla başla çalışmalıdır. Bunların aksini şiddetli zehr bilmelidir ki, sonsuz ölüme sürüklerler. Ya’nî, ebedî ve çeşid çeşid azâblara sebeb olurlar.

    Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin huzûrunda bulunan kadınlar, bunların hepsini kabûl etdi ve yalnız söz ile ahd etdiler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bunlara hayr düâ etdi ve afvlarını diledi. Bu düâlarının kabûl olduğu tam umulur ve hepsinin afv olduğu ma’lûm olur. Ebû Süfyânın zevcesi ve Mu’âviyenin radıyallahü anhümâ annesi olan Hind radıyallahü anhâ bunların arasında idi ve hattâ başkanları idi. Kadınlar nâmına o konuşmuşdu. Bu ahdından ve bu istigfâr düâsına kavuşmasından dolayı, kazandığı çok umulur.

    Müslimân kadınlardan herhangisi de, bu şartları kabûl ederek, bunlara uyarsa, bu sözleşmeğe dâhil sayılır ve bu düâdan fâidelenir. Nisâ sûresi, yüzkırkyedinci [147] âyetinin meâl-i şerîfi: (Allahın ni’metlerine şükr eder ve îmân ederseniz, Allah size niçin azâb etsin?)dir. Ya’nî azâb etmez. Allahü teâlâya şükr etmek, Onun dînini kabûl etmek demekdir ve islâmiyyetin ahkâmını yapmak demekdir. [Bunu, 102.ci sahîfedeki onyedinci [17] mektûb tercemesinde okuyunuz!]. Cehennemden kurtulmak için, i’tikâdda ve amelde, dînin sâhibine sallallahü aleyhi ve sellem uymakdan başka çâre yokdur. Üstâd aramakdan maksad, islâmiyyeti öğrenmekdir. Onlardan görerek, i’tikâdda ve islâmiyyete uymakda kolaylık elde etmekdir. Yoksa, istediğini yapıp, istediğini yiyip de, mürşidin eteğine yapışarak azâbdan kurtulmak yokdur. Böyle sanmak, tam bir hayâle kapılmakdır. Kıyâmetde izn verilmeden kimse, kimseye şefâ’at edemiyecekdir. İzn alan da, râzı olduğuna şefâ’at edecekdir. Râzı etmek için islâmiyyete uymak lâzımdır. Bundan sonra, insanlık îcâbı kusûru bulunursa, ancak böyle kusûrlar, şefâ’atle afv olacakdır.

    Süâl: Kusûrlu olan, günâhı olan kimseden râzı olurlar mı?

    Cevâb: Allahü teâlâ, onu afv etmek isterse ve afv için sebeb araya korsa, o kimse, görünüşde günâhı bulunsa bile, elbette râzı olunmuşlardan demekdir. Allahü teâlâ hepimizi râzı olduğu kullardan eyliye! Âmîn.

    TENBÎH: Sihr (Büyü): Cinlerin insanlarda yapdıkları hastalıklardır. Müslimân cinlerden insanlara zarar gelmez. Cinler her şeklde görünür. Kâfir cinler, sâlih insan şekline de girer. Kâfir insanlar gibi, bir iyilik yapınca, küfre, fıska da sebeb olurlar. Arkadaşlık etdiği insanın göstereceği kimselerde hastalık, sihr yaparlar. Bu hastalıkdan kurtulmak için, bu cinni öldürmek veyâ kovmak lâzımdır. Cinnin zararından kurtulmak için, en te’sîrli iki silâh, (Kelime-i temcîd) ve (İstigfâr düâsı)dır. Kelime-i temcîd, (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm)dir. Bunu okuyandan cinlerin kaçdığını, büyünün bozulduğunu, imâm-ı Rabbânî 174.cü mektûbunda ve istigfâr düâsının, derdlere devâ olduğu hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir.

    3 — İSLÂMİYYETDE KESB VE TİCÂRET

    Aşağıdaki yazı, (Rıyâd-un-nâsıhîn)den terceme edildi:

    Kesb, halâl mal kazanmak demekdir. Bütün ibâdetlerin kabûl olması, halâl lokmaya bağlıdır. Hadîs âlimi Ahmed bin Abdüllah İsfehânî, (Hilyet-ül-evliyâ) kitâbında diyor ki, (Büyüklerden çoğu buyurdu ki, ibâdetler on kısmdır: Dokuz kısmı halâl kazanmakdır. Bir kısmı da bildiğimiz bütün ibâdetlerdir). O hâlde, mü’minler halâl kazanmağa çalışmalıdır. Harâmdan ve şübhelilerden kaçınmalıdır. Ebû Hüreyre radıyallahü anh buyuruyor ki, Resûlullahdan sallallahü aleyhi ve sellem işitdim. Buyurdu ki, (Allahü teâlâ güzeldir. Yalnız güzel yapılan ibâdetleri kabûl eder. Allahü teâlâ, Peygamberlerine emr etdiğini, mü’minlere de emr etdi ve buyurdu ki, ey Peygamberlerim! Halâl yiyiniz ve sâlih, iyi işler yapınız! Mü’minlere de emr etdi ki, ey îmân edenler! Sizlere verdiğim rızklardan halâl olanları yiyiniz!). Resûl aleyhisselâm sözüne devâm ederek buyurdu ki, (Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göke doğru uzatıp düâ ediyor. Yâ Rabbî! diye yalvarıyor. Hâlbuki yidiği harâm, içdiği harâm, gıdâsı hep harâm. Bunun düâsı nasıl kabûl olur?). Ya’nî harâm yiyenin düâsı kabûl olmaz buyurdu. İşte harâmı, halâli, şübhelileri ve fâizi bilmiyen, bunları birbirinden ayıramıyan, harâmdan kurtulamayıp, ibâdetleri boşuna gider.

    En üstün kesb yolu, silâhla ve kalemle cihâddır. İkinci derecede ticâret, üçüncüsü zirâ’at, dördüncüsü san’atdir. Demek ki, kıymetli kazanç yolu, bu dördüdür.

    [Cihâd, insanların islâmiyyeti işitmelerine ve müslimân olmalarına mâni’ olan zâlimleri, sömürücüleri ortadan kaldırarak, insanların müslimân olmakla şereflenmeleri için yâhud müslimânlara saldıran kâfir, zâlim ordularına karşı müslimânların mallarını, canlarını ve ırzlarını, nâmûslarını korumak için, can ile, mal ile, propaganda ile harb etmek, savaşmak demekdir. Cihâdı devlet yapar. Milleti sulh zemânında cihâda hâzırlamak, yetişdirmek, devletin vazîfesidir. Müslimânların cihâd yapması, cihâd sevâbına kavuşması, devletin cihâd yapmak veyâ cihâda hâzırlanmak için yapdığı da’vete, çağrıya ve kumandanların emrlerine itâ’at etmesi, askerlik vazîfesini yapması demekdir. Devletin izni ve kumandanının emri olmadan, herkesin başkasına saldırması, cihâd olmaz. Çapulculuk, eşkıyâlık olur. Büyük günâh olur. İbni Âbidîn diyor ki, (Devletin harb etmesi, bunun için de, zemânın en mükemmel silâhlarını yapması, milletin de, devlete yardım, itâ’at etmesi vâcibdir. Devletin, askerce ve silâhca dahâ üstün olan düşmana harb i’lân etmesi, câiz değildir. Düşman hücûm edince, herkesin cihâd etmeleri farz olur ise de, arzû edip de, devlet ve ordu, harb etmediği için veyâ men’ olunduğu için cihâd edememek günâh olmaz. Harb edince, boş yere ölecekleri, etmezlerse esîr olacakları biliniyorsa, harb etmeleri lâzım olmaz. Müslimânların herhangi sûret ile helâk olmalarından korkulursa, kâfirlere mal vererek sulh olunur). [Buradan anlaşılıyor ki, zulmden, fitneden kurtulmak için, mal vermek câiz olmakdadır.] Kâfirler istîlâ ederse, Dâr-ül-islâma hicret edilir. Hicret edemezse ve gelen kâfir devlet zulm ederse, zulm yapmıyan kâfir memleketine hicret edilir.

    (Fetâvâ-yı Hindiyye)de diyor ki, (Müslimânların adedi, kâfirlerin yarısından az değil ise ve silâhları var ise, kaçmaları halâl olmaz. Silâhları yok ise, silâhlı olan düşmandan kaçmaları câiz olur. [Meselâ füzesi yok ise, füzesi olan düşmandan kaçması câiz olur.] Bunun gibi, bir kişinin üç kişiden kaçması câiz olur. Adedleri onikibin olan ordunun, katkat fazla olan düşmandan kaçması halâl olmaz. Düşmanın silâh ateşi ile hedef aldığı yerden kaçmak câizdir).

    Cihâd hakkında, fıkh kitâblarında uzun bilgi verilmekdedir. Bilhâssa imâm-ı Muhammed Şeybânînin (Siyer-i kebîr) kitâbını, allâme, şems-ül-eimme Serahsî şerh etmiş ve bunu, Ayntablı Muhammed Münîb efendi türkceye terceme etmiş ve [1241] de basılmış olup, cihâda âid ince bilgileri hâvî büyük bir kitâbdır.

    Kesbin beşinci yolu, hizmetdir. Yûsüf aleyhisselâm, Enbiyâ-i ülil-emr-i velebsârdan olduğu hâlde, kulların sıkıntıda olduğunu görüp, hükûmet reîsi kâfir olduğu hâlde, ona giderek vazîfe istedi. Böylece, insanlara hizmet etdi. O hâlde, kullara hizmet edeceğini bilen ve bunu kendinden başka yapacak kimsenin bulunmadığını gören, bu vazîfeye bir zâlimin geçmesini önlemek ve müslimânlara hizmet etmek için, kâfir olan âmirden bile vazîfe istemelidir. Münhal imâmlığı, müftîliği, vâ’ızlığı, öğretmenliği, polisliği istid’â, ya’nî taleb etmelidir. Bir iyilik yapamasa da, hiç olmazsa, müslimânların zararına çalışmağı önlemek de ibâdet olur. Vazîfeden isti’fâ etmek de, bunun için, câiz değildir.

    Kesb, malı artdırır. Fekat, rızkı artdırmaz. Rızk, mukadderdir. İnsanlar (Müşevveş-üz-zihn) yaratıldığı için, kesb etmek emr olundu. Rızk, ma’âşa, mala, çalışmağa bağlı değildir. Böyle olmakla berâber, çalışmak lâzımdır. Çünki, ef’âl-i ilâhiyye, sebebler altında tecellî eder. Âdet-i ilâhiyye böyledir. Fekat, ba’zan, denenilen sebeb elde edilir de, fi’l hâsıl olmıyabilir. Yâhud, sebebsiz de, hâsıl olabilir].

    Abdüllah bin Mes’ûd radıyallahü anh buyuruyor ki, alış-veriş, ya’nî ticâret ilmini bilmiyen fâiz yir. İmâm-ı Begavî, (Mesâbîh) kitâbında bildiriyor ki, gasîl-ül-melâike adı ile şereflenmiş olan Hanzalanın oğlu Abdüllah radıyallahü anhümâ dedi ki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Bile bile bir dirhem gümüş değerinde fâiz yimek, otuz zinâdan dahâ çok günâhdır).

    Mal mü’minin yardımcısıdır. Çalışınız, halâl kazanınız! Öyle bir zemânda bulunuyorsunuz ki, muhtâc olursanız, dîninizi verip alırsınız. Dîni verip de yimemek için, alın teri ile yimelidir. Hadîs-i şerîfde, (Elinin emeği, alnının teri ile yi, dînini satıp yime!) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Halâle, harâma dikkat ederek çalışıp kazanan kimseyi, Allahü teâlâ çok sever). Bir hadîs-i şerîfde, (Bir dirhem gümüş kıymetinde harâm alan kimseyi, yirmibeşbin sene Cehennemde bırakacaklardır) buyuruldu. (Muhît) kitâbında diyor ki, (Açlıkdan ölmek üzere olan kimse, ölmüş köpek ile başkasına âid koyun eti bulsa, ikisi de harâm ise de, başkasının malını yimeyip, köpeği yimesi lâzımdır. Köpek yok ise, başkasının malını, ölmiyecek kadar yiyebilir). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir zemân gelecek ki, insanlar, yalnız malın, paranın gelmesini düşünüp, halâlini, harâmını düşünmiyecekler). O hâlde, bir müslimân, her aldığını, halâl mi, harâm mı düşünmeli, harâm ise almamalıdır. Aldığı şeyde hakkı olanlara vermeği, fakîrlere, garîblere yardım etmeği düşünmelidir. Çünki, insanların iyisi, insanlara iyilik edendir. İnsanların kötüsü, insanlara kötülük edendir. İnsan, kazandığına kanâ’at etmeli, Allahü teâlânın taksîmine râzı olmalıdır. (Kanâ’at eden doyar) buyuruldu. Allahü teâlâ, beş şeyi, beş şey içine koymuşdur. Bu beş şeyi alan, içindekine kavuşur: İzzeti, şerefi, ibâdete; zilleti, sefâleti, günâha; ilmi, hikmeti, çok yimemeğe; heybeti, i’tibârı, gece nemâz kılmağa; zenginliği, kimseye muhtâc olmamağı da, kanâ’ate tâbi’ kılmışdır.

    (Buhârî)deki bir hadîs-i şerîfde buyuruluyor ki, (İnsanın yidiklerinin en hayrlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yidiğidir. Allahü teâlânın Peygamberi Dâvüd aleyhisselâm elinin emeği ile kazanıp yirdi).

    Fârisî (Tezkiret-ül-Evliyâ) kitâbında diyor ki, İbrâhîm Edhem kuddise sirruh hazretlerine, falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibâdet ediyor. Vecde gelip kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip, üç gün müsâfir kaldı. Dikkat etdi, söylediklerinden dahâ çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, hâlsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşıp kaldı. Genci, şeytân aldatmış mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yidiğine dikkat etdi. Lokması halâlden değildi. (Allahü ekber, bu hâlleri hep şeytândandır) deyip, genci evine da’vet etdi. Kendi lokmalarından bir dâne yidirince, gencin hâli değişip, o aşkı, o arzûsu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrâhîme sorup, (Bana ne yapdın?) deyince, (Lokmaların halâlden değildi. Yemek yirken, şeytân da mi’dene giriyordu. O hâller, şeytândan oluyordu. Halâl yiyince şeytân giremedi. Asl, doğru hâlin meydâna çıkdı) dedi. Harâm yimek, kalbi karartır, hasta eder. Aynı kitâbda Zünnûn-i Mısrî kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz buyuruyor ki: Kalbin kararmasının dört alâmeti vardır: 1- İbâdetin tadını duymaz. 2- Allah korkusu, hâtırına gelmez. 3- Gördüklerinden ibret almaz. 4- Okuduklarını, öğrendiklerini anlamaz, kavrıyamaz.

    Ebû Süleymân-ı Dârânî kuddise sirruh buyurdu ki, halâlden bir lokma az yimeği, akşamdan sabâha kadar nemâz kılmakdan dahâ çok severim. Çünki, mi’de dolu olunca, kalbe gaflet basar. İnsan Rabbini unutur. Halâlin fazlası böyle yaparsa, mi’deyi harâm ile dolduranların hâli acabâ nasıl olur? Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî kuddise sirruh buyuruyor ki, yolumuzun esâsı üç şeydir: Halâl yimek, ahlâk ve amelde Resûl aleyhisselâma tâbi’ olmak ve (ihlâs) ya’nî her işi, yalnız Allah rızâsı için yapmakdır. (Risâle-i kuşeyriyye)de buyuruyor ki, İbrâhîm Edhem kuddise sirruhümâ buyurdu ki: Temiz ve halâl yi de, ister sabâha kadar ibâdet et, ister uyu ve ister, hergün oruc tut, ister tutma!

    (Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, üçüncü aslında buyuruyor ki: Bu dünyâ, âhıret yolcularının bir konak yeridir. İnsana burada yiyecek ve giyecek lâzımdır. Bunlar ise çalışmadan ele geçmez. Her ân mal kazanmak için uğraşan aldanmışdır. Hem âhıret için hâzırlanmalı, hem de dünyâ ihtiyâclarını kazanmalıdır. Fekat, bunları da, âhıret yolculuğunda lâzım olduğunu düşünerek kazanmalıdır.

    Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyâclarını halâlden kazanmak, kimseye muhtâc kalmamak, cihâd etmekdir. Birçok ibâdetlerden dahâ sevâbdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bir sabâh, Eshâbı ile konuşurken, kuvvetli bir genç, erkenden dükkânına doğru geçdi. Ba’zıları, erkenden dünyâlık kazanmağa gideceğine, buraya gelip birkaç şey öğrenseydi iyi olurdu, deyince, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, (Öyle söylemeyiniz! Eğer kimseye muhtâc olmamak ve ana, baba, çoluk çocuğunu da muhtâc etmemek için gidiyorsa, her adımı ibâdetdir. Eğer, herkese öğünmek, keyf sürmek niyyetinde ise, şeytânla berâberdir) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir müslimân, halâl kazanıp, kimseye muhtâc olmaz ve komşularına, akrabâsına yardım ederse, kıyâmet günü, ayın ondördü gibi parlak, nûrlu olacakdır). Bir hadîs-i şerîfde, (Doğru olan tüccâr, kıyâmetde sıddîklarla ve şehîdlerle berâber olacakdır). Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, san’at sâhibi mü’mini sever). Bir hadîs-i şerîfde, (En halâl şey, san’at sâhibinin kazandığıdır). Bir hadîs-i şerîfde, (Ticâret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticâretdedir). Bir hadîs-i şerîfde, (Kendini başkasından sadaka istiyecek hâle düşüreni, Allahü teâlâ yetmiş şeye muhtâc eder) buyurdu.

    [Bu hadîs-i şerîfler karşısında, din düşmanları utansın! İslâmiyyet ticârete, san’ate, ferdin istihsâl kapasitesinin genişlemesine, ekonomik sâhada ilerlememize mâni’ olmuş diye gençleri aldatmakdan vaz geçsinler!]

    Îsâ aleyhisselâm birine, (Ne iş yapıyorsun?) dedi. İbâdetle vakt geçiriyorum deyince, (Nerden yiyip geçiniyorsun?) buyurdu. Herşeyimi kardeşim veriyor, deyince, (O hâlde, kardeşin senden dahâ kıymetli ibâdet yapmakdadır) buyurdu.

    Ömer radıyallahü anh buyuruyor ki, (Çalışınız, kazanınız, Allahü teâlâ rızkımı çalışmadan gönderir, demeyiniz! Allahü teâlâ, gökden para yağdırmaz). Lokman hakîm, oğluna nasîhat verirken, (Çalış, kazan! Çalışmayıp, herkese muhtâc kalanların dîni ve aklı noksân olur ve iyilik etmekden mahrûm kalır ve herkesden hakâret görür) buyurdu. Büyüklerden birine sordular ki, özü sözü doğru olan tüccâr mı, yoksa geceleri nemâz kılan, gündüzleri oruc tutan âbid mi yüksekdir? (Emîn olan tüccâr dahâ kıymetlidir. Çünki, şeytânla her sâat cihâd etmekdedir. Şeytân, alışda, verişde, dartmada onu aldatmağa uğraşmakda, o ise Allahü teâlânın emrini, rızâsını gözetmekdedir) dedi. Ömer radıyallahü anh buyuruyor ki, (Alış-veriş ederken, halâl kazanırken cân vermeği, başka şeklde ölmekden dahâ çok severim). İmâm-ı Ahmed ibni Hanbelden rahmetullahi aleyh sordular ki, hergün sabâhdan akşama kadar câmi’de ibâdet edip Allahü teâlâ, benim rızkımı nerden olsa gönderir diyen bir kimse nasıl bir adamdır? Cevâbında buyurdu ki, (Bu kimse câhildir. İslâmiyyetden haberi yokdur. Çünki, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, (Allahü teâlâ benim rızkımı, süngümün ucuna koymuşdur). Ya’nî rızkım, islâm dînine ve müslimânlara saldıran kâfirlerle harb etmekle gelmekdedir). Görülüyor ki, harbde düşmandan alınan ganîmet ve sulhde, harbe hâzırlananların aldıkları ücret halâl rızkdır. İmâm-ı Evzâî, İbrâhîm Edhemi rahmetullahi aleyhimâ gördü ki, sırtında bir yığın odun götürüyor. Niçin bu kadar sıkıntı çekiyorsun? Kardeşlerin, seni hiçbirşeye muhtâc bırakmıyor dedi. İbrâhîm Edhem kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz buyurdu ki, öyle söyleme, hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Halâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur).

    Süâl: Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Bana, tüccâr ol, mal topla diye emr olunmadı. Fekat, Rabbini tesbîh et ve ona secde et. Rabbine ölünciye kadar ibâdet et! diye emr olundu). Bu hadîs-i şerîf, ibâdetin, mal kazanmakdan dahâ iyi olduğunu göstermiyor mu?

    Cevâb: Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyâclarına mâlik olan zengin bir kimsenin, vaktlerini ibâdetle geçirmesi, para kazanmakdan dahâ sevâbdır. İhtiyâcı olmıyanların mal kazanmak için uğraşması sevâb değildir. Hattâ kalbini dünyâya bağlamak olur. Dünyâya bağlamak ise, bütün günâhların başıdır. Malı olmıyan, fekat, vazîfe görüp ma’âş alanların da, mal kazanmak için ayrıca uğraşmaması dahâ iyidir. Meselâ ilm adamlarının, millete ilm öğretmesi, ya’nî din âlimlerinin, tabîblik, hâkimlik, subaylık ve her dürlü fâideli ilmleri bilenlerin ve tesavvuf büyüklerinin, ya’nî kalb gözü açılmış olanların ihtiyâcları, hükûmetce veyâ hayr müesseseleri ve hayr sâhibleri tarafından istenmeden veriliyorsa, bunların halkı irşâd etmeleri, onlara yardım etmeleri, mal kazanmakdan dahâ sevâbdır. Fekat, zemân değişir, bunlara, istemeden, boyun bükmeden birşey verilmez olursa, bunların da çalışarak kazanması dahâ iyi olur. Çünki, istemek harâmdır. Ancak zarûret hâlinde mubâh olabilir. Mal kazanırken halâle, harâma dikkat edenin, ya’nî Allahü teâlâyı unutmıyanın, kesb etmesi dahâ iyidir. Çünki bütün ibâdetlerin rûhu, özü, Allahü teâlâyı hâtırlamakdır. (Kimyâ-i se’âdet)den terceme burada temâm oldu.

    (Hadîka)da, amelde iktisâd faslında diyor ki, (Kesb, yaşamak için lâzım olan malları halâlden kazanmağa çalışmak demekdir. Kendine, evlâdına ve ıyâline ve borclarını ödemeğe lâzım olanları kesb etmek farzdır. Bunun için çalışan sevâb kazanır. Özrsüz terk edene azâb yapılacakdır. Kendilerine nafaka verilmesi vâcib olanlara (Iyâl)denir. Borc ödemek farzdır. Ödeyemeden vefât edenin, ödemek niyyeti varsa, günâhlı olmaz. Hadîs-i şerîfde, (Beş vakt nemâzı kıldıkdan sonra, çalışıp halâl kazanmak, her müslimâna farzdır) buyuruldu. Peygamberlerin aleyhimüsselâm hepsi, çalışıp kazanmışlardır. Çalışmayıp, câmi’de oturarak, Allaha tevekkül ediyorum diyene inanmamalıdır. Bu, çalışmağı terk etdiği için, günâh işlemekdedir. Sâlih değil, fâsıkdır. Bunun kalbi, Allahü teâlâya değil, kulların mallarına bağlıdır. Önce sebebe yapışmak, sonra bu sebebin te’sîrini Allahü teâlâdan beklemek emr olundu. Muhtâc olduğu malı kazandıkdan sonra, fazla çalışmayıp, ibâdet etmek câizdir. Bunun için, çalışmayıp ibâdet edene sû-i zan ve tecessüs etmemelidir. İkisi de harâmdır. İhtiyâcdan fazla çalışıp, kazandıklarını, senelerce saklamak mubâhdır. Saklamayıp hayra, hasenâta sarf etmek müstehabdır. Nâfile ibâdetlerden dahâ sevâbdır. Hadîs-i şerîfde, (İnsanların iyisi, insanlara fâidesi olanlardır) buyuruldu. Öğünmek için, kibrlenmek için, ihtiyâcdan fazla kazanmak harâmdır). Görülüyor ki, ehlinin ve ıyâlinin nafakalarını ve borçlarını ödemek için çalışıp, halâl kazanmak, nâfile ibâdetleri yapmakdan katkat dahâ sevâbdır. (Râmûz-ül-ehâdîs) s. 105 deki hadîs-i şerîfde, (Eshâbım için fakîrlik se’âdetdir. Âhır zemândaki ümmetim için, zenginlik se’âdetdir) buyuruldu.

    Hakîkî islâm âlimi, büyük Velî Abdüllah Dehlevî rahmetullahi teâlâ aleyh seksensekizinci mektûbunda buyuruyor ki, (Çoluk çocuğunun ihtiyâclarını te’mîn için ve fukarâya yardım ve İslâmiyyete hizmet için, çalışıp halâl mal kazanmak, çok iyidir. Süleymân aleyhisselâm ve emîr-ül-mü’minîn Osmân ve Abdürrahmân bin Avf ve Eshâb-ı kirâmdan ba’zıları çok zengin idiler. Bu zenginlikleri, Allahü teâlâ indindeki derecelerinin azalmasına sebeb olmadı. Fukarâ-yı sâbirîn ve agniyâyı şâkirînden hangisinin efdal olduğu ihtilâflıdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem fakîrliği ihtiyâr etmişdi. (Rabbim, beni doyuruyor, içiriyor) buyururdu. Fakîrlik, ibâdete ve hizmete mâni’ olursa, tâ’at yapmağa kuvvet hâsıl etmek için, zengin olmak efdaldir. Böyle zenginlik büyük ni’metdir. Allahü teâlâ, bu ni’meti dilediğine ihsân eder).

    [Müslimân, dünyâyı sevdiği, dünyâya düşkün olduğu için değil, Allahü teâlâ, çalışmağı emr etdiği için çalışıp kazanır. Nefsinin kötü arzûlarına, zevklerine kavuşmak için çalışıp para kazanmak ve çalışırken halâli harâmdan ayırmamak, başkalarının haklarına saldırmak, onlara olan borçlarını ödememek, kanûnlara karşı gelmek, vergilerini vermemek, dünyâya düşkün olmağı gösterir. Dünyâya düşkün olmak, büyük günâhdır. Allahü teâlâ emr etdiği için çok çalışıp, çok kazanmak ve Onun emr etdiği gibi çalışıp, kazandığını, Onun emr etdiği yerlere sarf etmek, ibâdet yapmak olur. Çok sevâb olur.]

    (Hadîka), ikinci cild, ikiyüzaltmışyedinci [267] sahîfede diyor ki, (Zarûret olmadan birşey istemek harâm olduğu gibi, ücretsiz olarak başkasına iş gördürmek de harâmdır. Başkasının çocuğuna, kölesine iş gördürmek ise, dahâ büyük günâhdır. (Müslim)de Abdüllah ibni Abbâs radıyallahü teâlâ anhümâ diyor ki, çocuklarla oynuyordum. Ansızın Resûlullah geldi. Kapı arkasına saklandım. Yanıma gelip, avucu ile sırtımı okşadı. (Git bana Mu’âviyeyi çağır) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfe göre, çocukların, harâm olmıyan oyunları oynaması ve çocuğa birisini çağırmak için güvenilmesi ve ufak işlerin yapdırılması câizdir. Kendi küçük oğlunu ve kızını ve torunlarını bir işde kullanmak, fakîr olana veyâ çocuğu yetişdirmek için olursa câizdir. Çocuğun, babasına hizmet etmesi vâcibdir).

    Başkasından sadaka istemesi harâm olan kimsenin, zekât istemesi de harâm olur. Başkasında olan alacağını istemek, söz birliği ile câizdir. Zenginin fakîrdeki alacağını istemesi de böyledir. Fekat fakîrin, ödiyebilecek güce gelmesini beklemesi vâcibdir. Afv etmesi dahâ sevâbdır. Din adamlarının, hâfızların ve din düşmanları ile beden, söz ve kalemle cihâd edenlerin, müslimânların mallarını, cânlarını ve haklarını koruyan devlet adamlarının ve hâkimlerin, Beyt-ül-mâldan, geçinecek kadar para veyâ mal almak hakları vardır. Bu haklarını istemeleri câizdir.

    Kadının ev işlerini yapması, zevcine teberru’ ve ihsândır. Çok sevâbdır. Yapmazsa, günâha girmez. Zevc, bunları zevcesine zorla yapdıramaz. Kadın tutup yapdırması lâzımdır. Kadın, zevcine karşı bu ihsânını esirgememeli, erkek de, zevcesine nafakadan fazla ihsânlarda bulunmalıdır. Allahü teâlâ ihsân edenleri çok sever. Resûlullah efendimizin zemânından bugüne kadar, müslimân kadınları zevclerine bu ihsânı yapmışlardır. Kadının vazîfesi ikidir: Kendini zevcine teslîm etmesi ve evden iznsiz ve örtüsüz sokağa çıkmamasıdır. Görülüyor ki, islâmiyyetde kadın, ev içinde de, evin dışında da çalışmağa, para kazanmağa mecbûr değildir. Evli ise kocası, evli değil ise babası, babası yoksa veyâ fakîr ise, zengin olan yakın akrabâsı çalışıp, kadına lâzım olan herşeyi getirmeğe mecbûrdur. Kimsesi olmıyan kadına, (Beyt-ül-mâl)denilen, devletin yardım sandığı bakar. İslâmiyyetde, karı koca arasında, hayât mücâdelesi, ya’nî para kazanmak, müşterek değildir. Erkek kadını tarlada, fabrikada, vel-hâsıl hiçbir yerde çalışmağa zorlıyamaz. Kadın isterse ve erkeği izn verirse, yabancı erkekler arasına karışmadan, kadın işi olan yerlerde çalışabilir. Fekat, kazandığı kadının olur. Erkek, ondan zorla birşey alamaz. Kadının kendi ihtiyâclarını kendisinin alması için de, onu zorlıyamaz. İslâmiyyetin kadına böyle hak tanıması ve onu erkeklerin elinde esîr, oyuncak olmakdan koruması, Allahü teâlânın kadına çok kıymet verdiğini göstermekdedir.

    Kadın da, erkek de, para kazanmak için harâm işlememelidir ve hiçbir nemâzı kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızk değişmez. Aynı rızk, halâlden istiyene halâl yoldan gelir. Harâm işliyerek istiyene de, harâm yoldan gelir. Câhillerin, (Bu zemânda kızım okumazsa aç kalır. Oğlum fâiz almazsa, işi bozulur) demeleri doğru değildir. Harâm işliyerek kazanmamalı demek, boş oturmalı, çalışmamalı demek değildir. Halâl yoldan çalışıp kazanmalı demekdir. Harâm yoldan kazanan, hem büyük günâhları işlemiş olur, hem de kazandıklarının hayrını görmez. Kazandıkları, hekime, hâkime ve düşmanlarına gider ve günâh işlemekde kullanılır, insanı felâkete sürükler. Kazançları şübheli olan, hediyyeleşmeli ve ödünc almalı, aldıklarını kullanmalıdır. Hediyye ve ödünc gelen şeyler halâldir. (Bey’ ve şirâ risâlesi) sonunda diyor ki, (Yetîm oğlana ücretsiz olarak, yalnız annesi iş yapdırabilir. Velîsi, akllı çocuğu, hocaya veyâ ustaya verip, buna öğret! Bu da sana hizmet etsin dese, bunlar çocuğa hafîf iş yapdırabilir. [İlm ve edeb öğreten velîsi de, hocası gibidir.] Fekat, yapdıracakları işin ve sokakdaki çeşmeden getireceği suyun, piyasaya göre ücretinin, öğretmek ücretinden fazla olmaması ve hizmet etmeği, velînin söylemiş olması lâzımdır. Âkıl, bâlig kimsenin kendisi gelip, bana öğret, ben de sana hizmet edeyim demesi de böyledir. Üçüncü kısmda, yirmialtıncı maddeye bakınız! Çocuğun kendisi ve malı için velîsi, ya’nî babası, baba yoksa babanın vasîsi, vasî yoksa dedesi, dedesi de yoksa, bunun vasîsi, bu da yoksa hâkim, ücret ile, hafîf işlerde çalışdırabilir. Ücret, yalnız çocuk için sarf edilir). Kadın, velî olamaz.

    Cânân elinden gelmişim, fânî mekânı neylerim,

    Ol mülke meylim salmışım, ben bu cihânı neylerim.

    Hep i’tibârım atmışım, âşıklığa el katmışım,

    Ben nefsi dosta satmışım, bu düşmanı neylerim.

    Aşkı tabîbim kılmışım, derdinde derman bulmuşum,

    Abdülhakîmi görmüşüm, yünâniyânı neylerim.

    Ma’rifet tadın almışım, fenâ tahtına varmışım,

    Mahfice sultân olmuşum, dünyâ varlığın neylerim.

    Her ne gelirse yahşîdir, zirâ o dostun bahşıdır,

    Çün cümle onun işidir, ben bed gümânı neylerim.

    Gerçi zemân devrân ile, pîr etdi cismim şân ile,

    Gönlüm civândır can ile, pir-ü civânı neylerim.

    Yâri bana bes görmüşüm, ağyârı dilden sürmüşüm,

    Ünsile tenhâ durmuşum, ben ins-ü cânı neylerim.

    Dilden dile bin tercümân, varken ne söyler bu lisân,

    Çün cân-ü dildir hem zebân, nutk-u beyânı neylerim.

    Şimdi! cemî’i halkdan, müstağniyim billâhi ben,

    Hallâk-ı âlem var iken, halk-ı zemânı neylerim?

    Allahümme yâ muhavvilel havli vel-ahvâl

    havvil hâlenâ ilâ ahsenil hâl!

    Ey! herkesin hâllerini değişdiren Allahım!

    bize iyi hâller ihsân eyle!

    4 — BEY’ VE ŞİRÂ

    İnsanlar birbirlerine muhtâc olup, birlikde yaşamağa mecbûrdurlar. Bey’ ve şirâ olmasaydı, yer yüzünde nizâm olmazdı. İslâmiyyetde bey’ ve şirâ, arz ve taleb esâsına göre yürür. İslâmiyyet, ferdin iktisâdî hürriyyetine saygı gösterir. Husûsî teşebbüslere ve sermâyeye salâhiyyet verir. Allahü teâlânın emr etdiği bu ticâret ahkâmı, Karl Marks ismli bir yehûdînin serhoş kafası ile ortaya koyduğu, sosyalizm adındaki, siyâsî bir iktisâd rejimi ile taban tabana zıddır. Hür dünyâ devletlerinde tatbîk edilmekde olan liberal iktisâd sistemi, islâmın ticâret ahkâmına yakındır. İslâmiyyetin gösterdiği iktisâd yolu, özel teşebbüsü ortadan kaldıran Markscı sosyalizm olmadığı gibi, devletin iktisâdî hayâta hiç dokunmamasını istiyen Adam Smith liberalizmi de değildir. Uşr, harâc, âşirin topladığı zekât, cizye, narh koymak, Beyt-ül-mâlın diğer gelirlerini toplamak ve sarf etmek, devletin elinde olduğu için, islâm iktisâdı, başı boş bir liberalizm değildir. İstihsalde mümkin olduğu kadar özel teşebbüsü, millî gelirin ferdlere taksîminde de, sosyal adâleti sağlıyan hükmlerdir.

    Bir kimse imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeden rahmetullahi aleyh sordu ki, (Vaktlerimi ibâdet ile geçirmek istiyorum. Bana birşey yaz da, hep onu yapayım!) İmâm-ı a’zam alış-veriş bilgilerini yazıp verince, (Bu, tüccârlara lâzım olur. Ben evimde oturup ibâdet ile meşgûl olacağım) dedi. Cevâbında, (Yiyecek ve giyecek lâzım olmıyan kimse var mı? Ahkâm-ı islâmiyyenin alış-veriş kısmını bilmiyen, harâm lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azâba yakalanır ve çok pişmân olur) buyurdu. (Bezzâziyye)de diyor ki, (Alış-veriş bilgisini öğrenmiyenin, ticâret yapması harâmdır. İmâm-ı Ebülleys de rahmetullahi teâlâ aleyh böyle buyurmuşdur. İmâm-ı Muhammed Şeybânîye rahmetullahi teâlâ aleyh, Zühd hakkında bir kitâb yaz dediklerinde, zühd için bey’ bilgisi yetişir buyurdu).

    (Bey’), satmak demekdir. (Şirâ), satın almak demekdir. İslâmiyyetde bey’ ve şirâ, iki kişinin mallarını, râzı olarak, birbirlerine (Temlîk) etmeleri, ya’nî seve seve değişdirmelerine denir ki, türkçesi (Satış)dır. Bir kimse, Zeyde ve Amre, şu malımı size bin kuruşa satdım dese, yalnız Zeyd kabûl etse, bey’ sahîh olmaz. [Gazetelerde, radyolarda yapılan satış i’lânları, bey’ olmaz. Tâlib olanlar gelip, satın alınca, sahîh bey’ olur.] Bey’ ve şirâ ve bütün mu’âmelât bilgilerini Hanefî mezhebine göre bildireceğim. Bir kimseye zarûrî lâzım olan malı ona satmak vâcibdir. Bey’in sahîh olması için (Îcâb) ve (Kabûl) denilen tüccarlar arasında âdet olan sözlerin söylenmesi veyâ malların karşılıklı verilmesi lâzımdır. Alıcı ve satıcıdan, râzı olduğunu hangisi önce söylerse, buna (Îcâb) denir. İkincisinin sözüne, (Kabûl)denir.

    (Mal), insanın arzûladığı, ihtiyâc, ya’nî lâzım olunca, kullanmak için saklanabilen ayn, ya’nî madde, cism demekdir. Buğday dânesi mal değildir. Çünki, kimse saklamaz. Hür insan ve hür insanın her parçası, balık ve çekirgeden başka kendiliğinden ölmüş hayvan leşi ve kan ve yerinde bulunan toprak ve su mal değildir. Sülük ve yerinden alınıp götürülen toprak, su maldır.

    (Mülk), insanın mâlik olduğu, ya’nî başkasının rızâsını, iznini almadan kullanmağa hakkı olan şeye denir. Bu şey, maldır veyâ malın kendi değil, yalnız menfe’atidir. Bir kimsenin her malı [meselâ atı], onun mülküdür. Fekat her mülkü, meselâ kirâcının evi, [veyâ bir makinayı kullanma hakkı] malı değildir.

    (Mütekavvim mal) ya’nî (Kıymetli mal), kullanması mubâh ve mümkin olan maldır. Müslimânlar için, şerâb, domuz ve Besmelesiz kesilen veyâ kesmeden öldürülen hayvan, denizdeki balık (Kıymetli mal) değildirler. Bir buğday dânesi kıymetli ise de, mal değildir.

    Bey’in sahîh olması için, iki malın da mütekavvim olması lâzımdır.

    Bir yere götürülmesi mümkin olan mala (menkûl) denir. Vakf veyâ mîrî yer üzerindeki ağaçlar ve binâlar menkûl kabûl edilir.

    (Nakd), külçe veyâ meskûk, ya’nî basılmış para hâlindeki altın ve gümüşlere (Nakd), (Nakdeyn) ve (Nukûd) denir. Altını, gümüşü yarıdan fazla olan nukûddan; altını, gümüşü en çok olanına (Ceyyid), dahâ az olanlarına (Züyûf) denir. Altın ve gümüş eşyâ nakd değildir.

    Mal, ölçü birimine göre beşe ayrılır: Ağırlık ile, hacm ile, yüzey birimi ile, uzunluk birimi ile ve sayı ile ölçülenler.

    (Mekîl), kile ile, ölçek ile, ya’nî hacm ile ölçülen mal demekdir. Buğday, arpa, hurma ve tuz dâimâ mekîldir. Dartı ile kullanılmaları, mekîl olmalarını değişdirmez. Müsâvî olmaları lâzım olduğu zemân, hacmlarının müsâvî olması lâzım olur.

    (Mevzûn) veyâ (Veznî), vezn ile, ya’nî ağırlıkla ölçülen mal demekdir. Altın ile gümüş, dâimâ veznîdir. Bildirdiğimiz altı maldan başka şeylerin mekîl veyâ mevzûn olmaları, âdete bağlıdır. Çarşıda, pazarda nasıl ölçülüyorsa, öyle olduğu kabûl edilir.

    (Kadr), bir satışda kadr bulunması demek, karşılıklı değişdirilen iki malın ikisinin de mekîl veyâ ikisinin de mevzûn olmaları demekdir.

    (Cins), kullanıldıkları yerler arasında çok fark bulunmıyan şeylere ortak olarak verilmiş olan ismdir. Deve, hayvan sınıfının bir cinsidir. Tüylü deve, bu cinsden bir nev’dir. Aslı, kaynağı başka olan veyâ kullanıldığı yer çok farklı olan yâhud başka ism alacak kadar değişdirilmiş olan bir mal başka cinsden olur. Sığır eti koyun eti ile, keçi kılı koyun yünü ile ve ekmek un ile başka cinsdendir. Keçi eti veyâ sütü ise, koyun eti veyâ sütü ile bir cinsdendir.

    Mal, (Mislî) ve (Kıyemî) olur. Mislî malı telef eden, benzerini öder. Kıyemî malı telef eden, kıymetini öder. (Mislî), çarşıda aynı evsâfda benzeri bulunan mal olup, fiyâtları başka olmaz. Ağırlıkla, hacm ile ve uzunlukla ölçülenlerden fabrikada, tezgâhda yapılan şeyler ve sayı ile ölçülenlerden aynı büyüklükde olanlar böyledir. Yumurta, aynı büyüklükde karpuz, gibi.

    Altın ve gümüşden başka paralara (Fülûs) denir. Bunlar, meselâ başka metalden paralar ve kâğıd liralar, geçer akça iseler, nakd gibi mislîdirler. Geçmez iseler veyâ geçer oldukları hâlde, niyyet edilmekle urûz gibi kıyemî olurlar. Her iki hâlde de, âdete uyarak, [ağırlık ile veyâ] aded ile, ya’nî sayarak ölçülürler.

    (Kıyemî), ya’nî mislî olmıyan mal, çarşıda benzeri bulunmıyan, bulunsa da fiyâtları farklı olan maldır. Uzunlukla ölçülenlerden tarla, elde dokunan kumaş, halı ve elbise, ev, dükkân, yazma kitâb, irili ufaklı olan karpuz kıyemîdirler. Hayvandan başka, menkûl olan kıyemî mallara, (Urûz) denir. Bakır tencere ve başka cins ile karışık mislî mal urûzdur.

    Mal, (Ayn) ve (Deyn) olarak ikiye ayrılır: Ayn, lügatda madde, cism demekdir. Fekat, bey’ ve şirâ ilminde ayn, belli bir mal demekdir. Bey’ ve şirâda, bir ev, bir at, bir sandalye gibi kıyemî malların belli birer dânesine ve hâzır olup da gösterilenin hepsine veyâ ayrılmış parçasına, mislî olan mallardan da, hâzır olup gösterilen hepsine veyâ ayrı olarak gösterilen yâhud ayrılmamış belli mikdâr bir parçasına yâhud hâzır olmayıp, benzerlerinden ayrı ve yalnız olarak bulunduğu yeri ve cinsi bildirilen mala, (Ayn) denir. Ayrı olarak bulunduğu yer, çuval, sandık, oda, ev veyâ şehrdir. Buralarda bulunan malı müşterî biliyorsa veyâ ilk üç yerde bulunanı bilmiyor ise de, hep (Ayn) olur. Görülen bir yığın buğday, görülen bir mikdâr para ayndır. Bu para semen olunca deyn olur. (Deyn): Satış ve ödünc verme veyâ başka sebeblerle ödenmesi lâzım olan borcdur. Alış-verişde ise, hâzır olmayıp ayrı olarak bulunduğu yeri bildirilmiyen her dürlü mala ve hâzır ise de, ayrı olarak gösterilmiyen kıyemî mal parçasına, (Deyn) denir. Ödünc alınan karz, deyndir. Fekat her deyn, ödünc alınan borc demek değildir.

    Bir malı (Ta’yîn etmek) demek, söz kesilirken bu malın ayn olması demekdir.

    (Te’ayyün etmek) demek, söz kesilirken ta’yîn edilince, ayn olarak kalmak, deyn hâline dönmemek demekdir. Te’ayyün eden malın kendisini vermek lâzımdır. Benzerini, hattâ dahâ iyisini alması için müşterîyi zorlayamaz. Rızâsı ile alırsa, yeniden mukâyada satışı yapmış olurlar. Teslîmden önce helâk olursa, bey’ fâsid olur. Te’ayyün etmeyen mal helâk olursa, bey’ fâsid olmaz. Çünki, bunun yerine, cinsi, mikdârı ve vasfı aynı olan, benzeri verilebilir.

    (Ribâ) veyâ (Fâiz), bir satışda kadr varsa veyâ iki mal aynı cins ise, bu satışda fâiz vardır denir. Yalnız, altın ve gümüşün, başka veznî bir mal ile değişdirilmesi bundan müstesnâdır. Bunun için, herhangi bir malın para karşılığı satışında fâiz olmaz. Fâizin iki şartı veyâ birisi bulunan satışın peşin olması lâzımdır. İki maldan biri veresiye olursa harâm olur. Altın ve gümüşün peşin olması, söz kesilince ayrılmadan önce kabz edilmeleri ile olur. Başka mallar, te’ayyün etmekle peşin olurlar. İki maldan yalnız biri ayn olursa da, bey’ câiz olur. Fekat, deyn olanın semen yapılması ve bunun ayrılmadan önce kabz olunması lâzım olur. Fâizin iki şartı birlikde bulunursa, peşin olmakla birlikde, iki malın mikdârlarının da müsâvî olması lâzımdır. Bu maddenin sondan üçüncü sahîfesine bakınız!

    (Mebî’) satılan maldır. Mebî’ ta’yîn edilir ve ta’yîn edilince, te’ayyün eder.

    (Semen): Mebî’e karşılık verilmesi lâzım olan mala, Semen [bedel] denir. Altın ile gümüş semen olarak yaratılmışdır. Her ne hâlde olurlarsa olsunlar, dâimâ semendirler. Külçe ve para hâlindeki altın ve gümüş ve ma’den ve kâğıd paralar, ta’yîn edilince, te’ayyün etmezler. İşlenmiş eşyâ hâlindeki altın ve gümüş ve piyasada geçmiyen ma’den ve kâğıd paralar ve semen yapılan başka mallar, ta’yîn edilince te’ayyün ederler.

    [(Hadîka)nın sonunda diyor ki, (Semen, para ta’yîn edilince, sahîh olan sözleşmelerde te’ayyün etmez. Ya’nî söz kesilirken ta’yîn edileni vermek lâzım değildir. Misli, benzeri verilebilir. Fâsid olan akdlerde ve sarf satışında te’ayyün eder. Mehrde ve nezrde ve vekîl yapmakda te’ayyün etmez. Emânet, hibe ve sadaka vermekde, şirketde, mudârebe şirketinde ve gasbda te’ayyün eder. Mebî’ her zemân te’ayyün eder.

    Bir satışda, söz kesilirken, semenin cinsi söylenmeyip, sonradan, harâm semen verilirse veyâ halâl olan semen söylenip yâhud harâm semen söylenip fekat gösterilmez ve harâm semen verilirse, hepsinde mebî’ halâl olur. Söz kesilirken harâm semen gösterilir ve bu verilirse, satın alınan şey harâm olur, mülk-i habîs olur. Gasb edilen veyâ vedî’a olan mal satılınca, ta’yîn edilmesi lâzım olduğu ve te’ayyün etdiği için, alınan semen harâm olur. Gasb edilen veyâ emânet olan paraya işâret olunup başka halâl para verilirse veyâ halâl semene işâret olunup yâhud işâret olunmayıp, emânet veyâ gasb olunan para verilirse, mebî’ halâl olur.)]

    Her satışda, söz

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1