Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

-miş
-miş
-miş
Ebook298 pages3 hours

-miş

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Siz hiç, her şeyi geride bırakıp bambaşka bir hayata başlamayı hayal ettiniz mi? Kendinizi terk ettiniz mi? Ama öyle fantastik bir roman kahramanı gibi değil. Hayır. Bir sabah uyanıp isli bir soba gibi ruhunuzu kirleten o koyu gri işinizden istifa etmekten, çevrenizi ve tanıdığınız herkesi, her şeyi geride bırakmaktan, bir otobüs bileti alıp bambaşka bir şehre doğru yola çıkmaktan bahsediyorum. Geri dönüşü olmadan, öylece çekip gitmek. Bazen olur. Hayat sizi öyle derin bir karanlıkla sarıp sarmalar ki, elinizde kalan tek şey bir zamanı ve bir şehri öylece geride bırakıp yeni bir hayata başlamaktır. Ve her şey kadar, bunun da ağır bir bedeli vardır. 

Bu hikâye bir otobüs biletiyle başlıyor. Bu bir, "-miş"'li geçmiş zamanın hikayesi. 

LanguageTürkçe
Release dateDec 1, 2023
ISBN9798223071921
-miş

Related to -miş

Related ebooks

Reviews for -miş

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    -miş - sinan islekdemir

    Önsöz

    Bu kitapta adı geçen tüm şarkılar ve birisi hariç tüm kitaplar gerçektir. Geriye kalan her şey, bazı binalar, olaylar ve sokaklar dahil, kurgudur. Hatta bazı şeyler, en azından biz sıradan insanların dünyasında mümkün değildir. Tüm kitap ve şarkıların bu hikâyede izleri vardır. Tanıdık gelen isimler, olaylar olabilir, tesadüftür. Çok ciddiye almamak gerekir.

    karanlığın arkasında kıvılcım gözlü orospular

    gölgelerine yaslanmış evliya gibi bekliyorlar

    Attila İlhan - Kaptan

    Giriş

    Belki de fazla içiyorum .

    Artık eskisi gibi değilim. Kafam gürültüyü, şamatayı kaldırmıyor. Sakin ruhlu bir adam oldum. Gürültülü müziklerle insanların bağırarak ya da dudak okuyarak anlaşmaya çalıştığı, barın önündeki kalabalığın birbirine çarparak ellerindeki içkileri yerlere saçtıkları, tuvaletleri her saniye dolu, sidik ve ter kokan barlara, kulüplere tahammülüm yok.

    Bu mekânı seviyorum. Kendine has bir havası var. Bilirsiniz. Nasıl anlatmalı? Mesela, alınmayın ama kendisine İrlanda Barı adı veren tüm barlar ne yaparlarsa yapsınlar yani ne kadar dört yapraklı yoncalarla etrafı süsleyip, her tarafı masif ahşap mobilyalar ile doldurup, koyu stout bira servis etsinler; bana ucuz hamburger ve berbat patates kızartmaları satan Amerikan zincir restoranları kadar aynı görünürler. Spor barlarının hepsinde, duvarlarda aynı formalar, köşede yirmi dört saat anlamsız spor kanalları açık bir televizyon ve iğrenç soslu tavuk kanatları. Bağırıp çağırırken kendilerini daha erkek zanneden beyaz yakalı lavuklar. Lavuklara daha fazla para harcamaları için gaz veren dolgulu sütyenleriyle, dar beyaz tişörtler giyen garson kızlar. Nereye giderseniz gidin, sanki hep aynı yerdeymişsiniz gibi bir his. Soğuk ve beyaz, dezenfektan ve ilaç kokan, sizden önce bu yatakta yatan hasta ihtiyarın, iki kat aşağıda soğuk bir morg çekmecesinde gömülmeyi beklediği hastane odaları kadar sıkıcı bir aynılık. Endüstriyelleşen alkolizm. İşte bu yüzden bu mekânın farklı olduğunu hissediyorum. Belki benimle şu anda oturup etrafa bir göz atacak olursanız, her ucuz bar kadar sıradan diyebilirsiniz. Dandik kahverengi bir duvar kâğıdı. Ucuz bira. Mekânın kendi birası. Hiçbir yere benzemek gibi bir derdi olmayan bir bar.

    Her zaman olduğu gibi, akşamüstünden beri dış kapının yanındaki küçük masamdayım. Tek başına bir şeyler içmek için büyük bir masayı işgal eden ve kalabalık bir grup geldiğinde asla umursamayan, taviz vermeyen, kendisini her koşulda özel zanneden bencil orospu çocuklarından birisi değilim. Dedim ya, burayı seviyorum. Kimse kimseye ilişmiyor. Kafa ütüleyen yüksek sesli müzikler yok. Burada olduğum zaman, içerideki hiçbir şey gözüme fazlalık gibi gelmiyor. Bir köşede benim gibi yalnız aylaklar için bekleyen, dilini anlamadığım ama resimleri tanıdık çizgi romanlar ve günü geçmiş gazeteler. İçeride ve girişte birer portmanto. Köşede yanmakta olan bir şömine. Şöminenin üzerinde asılı bir portre. Hepsi bu. Dışarıda yine kar yağıyor.

    Bıktım bu bitmeyen kıştan. Eskiden gecenin bir yarısı aylak aylak caddelerde dolaşırken ya da çalışma masamda Damien Rice dinleyip sokak lambalarını izlerken romantik bir yanı vardı belki. Karın romantizmi sabah tüm karı arabanızı park yerinden çıkarabilmek için kürekle temizlemeniz gerekene kadar. Yollarda birkaç parmak kar. Çatılar, ağaçlar, kaldırımlar bembeyaz. Gökten uçuşan pamuk taneleri gibi iri kar taneleri ağır ağır yere iniyorlar.

    Az önce Jess buradaydı. Onunla buraya gide gele tanıştık. Bazen insanları o kadar çok görürsünüz ki, belli belirsiz bir tanıdıklık başlar. Sonra selam vermeye başlarsınız. Ardından boş yer kalmadığı zamanlarda aynı masayı paylaşırsınız. Laflarsınız.

    Hatun görebileceğiniz en sağlam amatör müzik tarihçisidir. Sarışın ve uzun boylu, atletik yapılı ve bronz bir ten. Dolgun ve dik göğüsler. İşe çıkmadığı zamanlarda kot pantolon ve üzerinde seksenlerin metal albüm kapakları basılı bol tişörtler giyer. Ona işe çıktığı zamanlarda hiç rastlamadım. Pazar ve pazartesi geceleri burada bulabilirsiniz. Geri kalan gecelerin çoğunda takma bir isimle işe çıkar. İyi bir mahallede oturur. Yalnız yaşar. Müşterileriyle kaliteli otellerde görüşür. Yol kenarlarında beklemez. Randevu defteri vardır. Ajanda tutar. Gizliliğe önem verir. Barın müdavimlerinden müşteri almaz. İyi para verilmedikçe ya da hoşuna gitmediyse sevişirken öpüşmez. Pahalıdır. Onu yargılayamazsınız. Onu buraya, gecelere sürükleyen ne var diye hiç sormadım. O da hiç anlatmadı. Arada sırada konuk olduğu herhangi bir radyoda The Doors ya da Buddy Guy üzerine konuşurken dinleyebilirsiniz.

    Kapının yanında, köşedeki küçük masamda oturmuş bunları karalıyordum işte. Elinde bir bardak buzlu viskiyle karşımdaki sandalyeye oturdu. Zibidinin biriyle kavga etmiş. Herifin iki dişini kırmış. Dünyanın neresine giderseniz gidin hiç değişmeyen, babasının makamıyla elde ettiği sahte hayat ve konumla övünen, her şeye sahip olabileceğini zanneden, elinden puro, cüzdan ve araba anahtarı düşmeyen, her daim pahalı takım elbiseler giyen, berbere değil kuaföre giden yavşak bir zengin bebesi. Dava açtı orospu çocuğu. Çok yoruldum her şeyden. Bir süre çalışmak istemiyorum. dedi. Onu dinledim. Onaylanmaya ihtiyacı olan yerlerde onayladım. Ve sadece dinledim. Kimse kimseden öğüt, nutuk, yargı ya da yardım beklemiyor. Kimseye verilecek bir hayat dersim de yok.

    Biraz Jess’le havadan sudan lafladık. Viskisinden yudumlar aldıkça sakinleşti. Sabahın köründen akşama kadar tüm günü polis karakolunda ifade vererek geçirmiş. Kendisini bok gibi hissediyordu. Lavuk otelde Jess’i pek anlamadığım bir şeye zorlamış. Sinirli olduğunda çok hızlı konuşur, öfkeyle kelimeleri yutar. Jess de eline geçirdiği kristal kül tablasını herifin çenesinde kırmış. Neyse ki polisler de lavuğun ukala tavırlarına Jess kadar uyuz olunca, Jess’i fazla zorlamamışlar. Onlar da bu yavşaktan hazzetmediler, dedi. Herifin uyuşturucu testine girmek istememesi de son nokta olmuş.

    Salaş bir tişört, mavi kot pantolon, yukarıdan at kuyruğu yaptığı saçları ve hafif makyajıyla dahi duman gibi bir hatundu. Onu dinlerken ne anlattığını kaybediyordum. Uyku ve uyanıklık arasında bir yerdi Jess. Üzerimdeki bu salak etkisinin o da farkında. Ne zaman dalıp gitsem gülmesini engelleyemez.

    Bir yardım et de benim kitabı yazalım. der bana. Robert Johnson’dan başlayarak Blues, Rock’n Roll ve Metal müziğin tarihini yazmak ister. Bir sürü de not tutar. Çantasında her daim küçük bir not defteri taşıyan insanlardandır. Üşenmeyip hepsini bir araya getirse zaten olacak ama bir şeyler onu engelliyor işte. Bir korku belki.

    Ben mi? Kimsenin hiçbir cümlesinin altını çizme zahmetine girmediği ucuz romanlar yazıyorum. Sana sadece arkanı toparlayacak sağlam bir editör lazım, benlik değil senin işin diyorum. Belki yeterince hayal kırıklığından kaynaklı öğrenilmiş çaresizlik. Belki kendi adıyla göze batmaktan kaçıyordur. Hepimizi esir alan ortak bir çaresizlik işte.

    Bu barı seviyorum. Bu barın müdavimlerini seviyorum. Aslında işlek bir bardır ama sürekli geldikçe bazı kişilerin değişmediğini fark edersiniz. Toplasanız on kişiyiz. Gerisi kasayı döndüren kuru kalabalık.

    Bir ara gözleri daldı. Sonra gözlerinde hafif bir nem belirdi. İlk kez onu duygusal görüyordum. Aslında buradan nefret ediyorum. Bu şehirden, tüm bu geri zekâlı insanlardan, yaptığım işten, hatta kendimden. Bunları söylerken ellerine bakıyordu. Sonra bakışları bileklerine kaydı. Bunu bilirim. İnsan en karanlık gecesinde, bileklerini nasıl kesebileceğini düşünmeye başlar. Bileklerine bakarsın. Nereden nasıl kesmeli, ne tarafa gitmeli, damar tam olarak nereden geçiyor? Eğer çok derin kesersem gerçekten kasları da koparır mıyım? Diğer bileğimi kesemez miyim? Bir sürü karanlık düşünce. Bu bakışı bilirim işte. Uykunun en derin anında bir şey olsun ve ertesi sabah senden geriye soğuk ölü bir beden kalsın istersin. Mevzu ciddidir. Jess’in bileklerinden başlayan dövmeleri olduğunu belki de o zaman fark ettim.

    Şehirler ve zaman insanın katilidir. Sinsice, yavaş yavaş öldürürler. Zaman derken, yaşlanmak, hayatın kendi akışı, insanlar doğar büyür ve ölür gibi şeylerden bahsetmiyorum. Doğrusal bir çizgide, belirli bir coğrafyada başı sonu belli bir zaman dilimi benim söz ettiğim. Örneğin, 1945 yılı Hiroşima’da yaşayanlar için büyük bir yıkımdı. Belki öncesinde ve bugün çok yaşanası bir zamandır. Bilmiyorum. Hiç gitmedim ama zaman ve şehir. Anladın işte. Emin ol, zordur ama insan sadece şehirleri ya da diğer insanları değil, bir zamanı da terk edebilir. Kimse geçmişiyle yüzleşmek zorunda değil. Kendi geçmişini terk etme özgürlüğüne sahipsin. Bugünleri, bu Jess’i terk etme özgürlüğüne sahipsin. Unutulmak en temel insani hakkındır. Bazı insanların, geride bıraktıkları, asla açmadıkları, bahsetmedikleri, derinlere bir yere gömdüğü aylar ve yıllar vardır. Nefret ettiği yıllar ve şehirler. Bu bir hayatta kalma iç güdüsüdür. Git bu şehirden. Jess’in bu halini terk et. Bir sabah uyan, bir bilet al ve sadece git.

    Gözleri kapalı, arkada çalan bir Blues parçasını dinliyordu. Parça bitince Bilemiyorum. Haklısın belki de dedi. Sonra sessizce viskisini bitirdi. The Thrill Is Gone, BB King, Tracy Chapman yorumu. Aslında çoğu kişi orijinali daha iyidir der ama ben 97’de yayınlanan bu yorumun daha iyi olduğunu düşünüyorum. Peki gitmek gerçekten çözüm mü? diye sordu.

    Belki yirmi yıl oldu. Elbette insan bedel ödüyor, birkaç pürüz belki. Yine de genel olarak bir sorun yaşamadım, dedim. Anlayışla başını salladı. Sonra biraz mahcup, bir yerlere yetişmesi gerekiyormuş gibi ayağa kalktı. Aslında sadece düşünceler ağır gelmişti ve herkes gibi onun da benden uzaklaşmaya ihtiyacı vardı. Onun öylece gitmesine izin vermek istemezdim. Elimden gelen bir şey yoktu. Kalkıp gitti. Eğer telefonunu bilseydim yarın onu mutlaka arardım.

    Bölüm 1

    Aslına bakarsanız ben hep bu soğuk ülkede değildim. Şehirler ve ülkeler tanıdım. Ve hep bir yerlerden gittim. Hiç kendimi evimde hissedemedim. Hep, bir yol vardı aradığım. Ben kendimi hep o yolda giderken buldum ama yol bir varış yeri değildir.

    Şimdi bu barda oturmuş kendi gidişlerimi hatırlıyorum. İlk gidişimi örneğin.

    Belki yirmi yıl önceydi. Eylülün başıydı. Esenler otogarında şehirler arası otobüsten indiğimde öğleden sonraydı. Muavin bir saman balyasıyla eş saydığı çantamı önüme fırlatıp attı. Mavi gömleğinin koltuk altları ve sırtı terden sırılsıklamdı. Ağzının kenarında ucuz bir sigara, yüzüme bile bakmadan bagaj kapağını kapatıp sigarasını kenara fırlattı, otobüse geri girdi. Benimle birlikte inen birkaç yolcu otogardaki yazıhanelerin içinden geçerek birbiriyle yarışırcasına ilerideki otobüs durağına doğru hızlı adımlarla yürümeye başladılar. Etrafıma bakındım. Kenarda sansar gibi avını bekleyen taksiciler Taksim’e götürene kadar ırzıma geçerlerdi. Zaten az olan paramı onlara kaptırmak istemedim. Çantamı omuzuma yüklenip yürümeye başladım.

    O eski otogarı hatırlarsınız. Yenisini ben hiç görmedim. Taksicileri ve otobüs duraklarını geçince geniş avlunun ortasında küçük bir çarşı. Bir sürü büfe, esnaf, lokanta, öte beri satanlar. Kuru gürültü. İnsan kalabalığı. Tekinsiz suratlar. İçeri girmek istemedim. Bir büfeden otobüsler için bir kart aldım. Biraz para yüklettim. Sonra binmem gereken otobüsü sordum. Adam yüzüme bakmadan ağzının kenarıyla bir cevap verdi. Çok duyduğumu sanmıyorum. Ben de çoğunluğun gittiği yere doğru gitmeye karar verdim. Otobüslerin üzerindeki tabelalarda en azından Taksim yazısını göreceğimi umuyordum.

    Hiç unutmuyorum. Günlerden cumartesi. Benimle birlikte belki otuz kişi daha aynı durakta bekliyorduk. Otobüs durağa yanaştı. Ben üzerindeki tabelayı okumaya fırsat bulamadan insanlar kapıya yığıldılar. Ön kapısı açıldı. Kapıya çok yakındım. Orospu çocuğunun teki sağ taraftan fırlayıp göğsüme dirseğini geçirerek önüme geçti. Arkasından onunla birlikte ilerleyen şişman karısı ve hiç kesilmemiş yeni yetme bıyıklarıyla ergen oğlu. Sol taraftan ağır sigara ve ter kokusuyla bir başka herif omuzumdan itekledi. Bir hengamenin içerisinde, çok da kontrolümde olmadan kapıya doğru sürüklendim. Otobüse girip kartı bastım. Çantamın ağırlığı önümde, hızlı adımlarla arkalarda bir yere geçtim. Çantayı kucağıma aldım. Beş dakika sonra otobüsün içi tıklım tıkıştı. Üstelik henüz ilk duraktaydık. Çişim geldi. Oldum olası çişimi tutmaktan nefret ederim. Hepimiz havasız, nefessiz, bunaltıcı bir kutunun içinde patates çuvallarından ucuza giden yüklerdik sadece. İnsanlar üst camları zorlamaya başladılar. Pencerelerin hepsi sıkışmıştı. İki üç koltuk ileride bir tanesini açmayı başardılar. Herkes başını o pencereye doğru dönüp bir damla serin esintiye muhtaç yola çıktık. Kimsenin temiz hava falan aldığı yoktu aslında. Yine de yüzünü açık pencereye dönmek bir esintinin umuduydu.

    Bu şehir alıştığım, yaşadığım, gördüğüm hiçbir şehre benzemiyordu. Gözümün alabildiği her yer beton. Oysa ben, gözümü ufka döndüğümde denizleri ya da dağları görmeye alışmıştım. Dağlar, tepeler, ufuklar kayalık olurdu, yeşil olurdu, uçsuz bucaksız bir deniz olurdu, coğrafyanın neresine giderseniz farklı bir izi olurdu ama beton olmazdı. Şehirler ufukta sona ermeliydi. Burada ufku kiremitsiz çatılar ve çanak antenler kaplıyordu. Kimsenin yüzü gülmüyordu. Otobüste insanlar birbirilerine bu kadar yapışık ancak bir o kadar uzak olamazlardı.

    Yol boyunca otobüsün geçtiği her mahalle ya da cadde bir diğerinin aynısıydı. Hepsi bana çok yabancı geliyordu. Onlarca, yüzlerce, binlerce araba, bir sürü farklı numaralarıyla şehrin farklı uçlarına gitmeye çalışan otobüsler. Pencereden esen cılız rüzgârda egzoz, toz ve ter kokusu.

    Taksim Meydanındaki otobüs duraklarında indim. The Marmara gibi birkaç büyük otel görsem de paramın onlara uzun süre yetmeyeceğine emindim. Daha uygun bir yer bulmak için Şişhane tarafına doğru yürümeye başladım. Belki başka bir tarafa da yürüyebilirdim. O gün hiçbir sebebim yoktu. Rastlantısaldı. İstanbul’u hiç bilmiyordum ve tek amacım İstanbul’u bilmediğimi kimseye fark ettirmemekti. Tarlabaşı’nı ve kötü şöhretini duymuş olsam da çok seçeneğim de yoktu. Bulduğum iş, Taksim’de bir yerlerdeydi ve uzaklaşmak istemiyordum. Gidecek daha iyi bir yerim de yoktu. İçimde hala iflah olmaz bir devlet memuruydum.

    Hava kararırken, İngiliz Konsolosluğunun yukarısındaki ara sokaklardan birisinde ucuz olduğunu tahmin ettiğim dört katlı, apartmandan bozma küçük bir otel gördüm. İçeri girdim. Yerlerde ucuz mermer taşlar. Duvarları bir zamanlar belki yavruağzı belki pembeymiş. Zaman içinde sıvası çatlamış, sağı solu küflenmiş, lekelenmiş ve kimsenin bir daha umurunda olmamış. Pembe neon ışıklarla otelin isminin yazıldığı mini bar gibi bir resepsiyon masası.

    Resepsiyon masasının arkasında otuzlarında, göbekli, bol kıllı, orangutan tipli bir herif elindeki birkaç leblebiyi ağzına atıp tavana asılmış bir televizyonda boktan bir mafya dizisinin tekrar bölümlerini izliyordu. Bir oda istedim. Hızlıca yüzüme bakıp bakışlarını tekrar televizyona çevirdi.

    Saatlik mi, günlük mü? diye sordu. Hayatımda ilk kez böyle bir soruyla karşılaşmanın şaşkınlığıyla Günlük dedim. Gözünü televizyondan ayırmadan arkasındaki anahtarlıktan bir anahtar aldı. Uzattı.

    Kimlik, dedi. Verdim. Hızlıca kimliğe baktı. Bana baktı. Sonra önündeki defteri açıp adımı, kimlik numaramı falan yazdı. Kimliği geri verdi.

    Kaç gün? diye sordu.

    Şimdilik bir iki gece. Belki uzar, dedim.

    Peşin alıyoruz dedi. Günlük fiyatı söyledi. Aslında diğer otellerdeki fiyatlara göre epeyce ucuzdu. Otelin haline ve yerine bakılırsa, daha uygun bir yer bulmam da pek olası değildi ama yine de benim için fazlaydı. Çaresiz bir haftalık parayı peşin ödedim. Paramın geri kalanının beni çok uzun süre idare etmeyeceğini tahmin ediyordum. Üzerinde pek durmamaya çalıştım. Bir iki saniye bekledim. Herif mafya dizisine geri döndü. Bana odamı göstermek gibi bir hevesinin olmadığını fark edince valizimi yerden alıp iki kat yukarıdaki odaya çıktım.

    Rutubet ve ucuz oda parfümü kokan küçük bir oda. Tavanda örümcek ağları. Siyah, uzun bacaklı bir örümcek bana perdenin arkasından akşam yemeğiymişim gibi bakıyordu. Tek kişilik bir yatak, küçük yuvarlak bir sehpa, gıcırdayan rahatsız bir sandalye, eski bir tuvalet masası ve eski, kirli bir dolap. Her adımda dolabın da sandalye gibi bir kenarları gıcırdıyor.

    Valizde değerli bir eşyam olmayınca yatağın yanında bırakıp geri çıktım. Ara sokaklardan Taksim’e doğru yürümeye başladım. Bir esnaf lokantası gördüm. İçeri girdim. Cam tezgâhta öğleden kalma yemekler. Eğer akşam vaktiyse ve aşçıları tanımıyorsam etli yemeklerden uzak dururum. Bir kâse çorba ve biraz pilav. Bir masaya oturdum. Caddeye karanlık çökerken gelip geçenleri seyrettim. Yemeğimi bitirip çıkarken teşekkür ettim. Kimse suratıma bakmadı.

    O ara sokakları bilirsiniz. Asık suratlı insanların, bela arayan umursamaz, yüksek sesle küfürler etmekten çekinmeyen geri zekâlı yeni yetmelerin dolaştığı, trafiğe kapalı dar ve karanlık sokaklar. Yanımdan geçen birkaç kişi meydan okuyan, altı mor, göz bebekleri gece kadar siyah gözlerle dik dik suratıma baktı. İnsanları fazla umursamamanın daha iyi olacağını düşünerek önüme döndüm. Bulvarın tam karşısında, vitrininde ucuz, pembe, mor ya da yeşil neon renklerde peruklar sergileyen bir kuaför vardı. Bir tekel büfeden ucuz, çevir-aç kapak bir Cumartesi şarabı ve patates cipsi alıp otele geri döndüm. İlk gün için bu kadar İstanbul yeterdi bana. Sözde büyümüş bir adamdım ama beladan korkuyordum. Şarabı açtım. Televizyonda iki ya da üç kanal çekiyordu. Birisinde kafa ütüleyen pop müzikler çalıyordu. Bir diğerinde haberler. Üçüncüde hala oynamaya devam eden aynı boktan mafya dizisi. Televizyonu boş verip kapattım. Sandalye ve masayı cama yanaştırıp pencereyi araladım. Şarabımı içmeye koyuldum.

    Karanlık iyice çöküp akşam geceye dönerken sokaktaki sıradan insanlar kayboldu. Birkaç dükkân erkenden indirdi kepenklerini. Sokaktan birileri gelip geçiyordu. Bu kadar insan bu saatte nereden gelir, nereye gider bilmiyordum. Arada sırada birkaç küfür, hır gür sesleri yükseliyordu. Başımı çevirip bakana kadar olay çoktan dağılmış oluyordu. Penceremden caddenin karşısındaki kuaförü görebiliyordum. Akşam üstü pek hareketli olmayan kuaför şimdi gecenin kadınlarına hizmet veriyordu. Elimde şarap, izlemeye koyuldum. İçeri eşofmanlarıyla giren, yirmi dakika sonra dar gece elbiseleri, fönlü saçları, ağır makyajları ve bu mesafeden alamadığım ama emin olduğum ağır çiçek kokulu parfümleri ile geceye karışıyorlardı. Az ilerideki trafik dubalarının yanından lüks araçlar onları alıyor, çalıştırmak için başka yerlere götürüyorlardı. Şarapla patates cipsi aynı anda bitti. Yine fazla içtik, dedim içimden. Ayağa kalktığımda başımın dönmesiyle sendeledim. El yordamıyla banyoya gidip çişimi yaptım. Saate baktım. Gece yarısını geçiyordu. Dönüp yatağa uzandım. Derin bir uykuya daldım.

    Belki iki üç saat kadar uyumuştum. Sabaha karşı gürültüyle uyandım. Midem bulandı. Ne zaman çok içsem öyle olur. Kapının hemen dışından kavga gürültü sesleri yükseliyordu. Kadının teki birisine küfürler savururken adamın da kadına tokatlar ve yumruklar indirdiğine emindim.

    Allah senin belanı versin, çoluğundan çocuğundan utan! diyordu kadın. Adam sadece öfkeli tokatlar indirerek olay daha da boka sarmadan oradan kaçmanın derdindeydi. Sonra sesler yaklaştı. Gittikçe arttı. Kavga edenlerin kolları, bacakları odanın kapısına çarpıyordu. Birileri araya girdi. Ben banyoya koştum. Cips, şarap, pilav. Ne varsa çıkardım. Aynada meymenetsiz suratıma baktım. Kireç gibiydi. Sonra tekrar çıkardım. Yüzümü yıkadım. Artık bu kadar içmeyeceğim, diye salak yeminler etmekten uzun zaman önce vazgeçmiştim. İçeceğimi biliyordum. Boğazım yanıyordu. Ağzımı çeşmeye dayayıp biraz su içmeyi denedim. Daha iyi geldi. Midemdeki yangını biraz olsun yatıştırınca yatağa döndüm ve deliksiz bir uykuya daldım.

    Gece bir daha gürültü oldu mu ya da kadın kocasını boşadı mı bilmiyorum. Umurumda da değildi. Uyandığımda öğleye geliyordu. Başım ağrıyordu. Boğazım kurumuştu. Sağ yanımda, karaciğerimin olması gerektiği yerlerde bir şeyler ağrıyordu. Duş aldım. Üzerimi giydiğimde sesi çatallaşmış bir kadının oda servisi dediğini duydum. Kapıya gittim. Ellilerinde görünen ama muhtemelen ancak kırk yaşında, üzerinde kendisi gibi yıpranmış gündelik kıyafetleriyle, kır saçlı zayıf bir kadın. Arkasında birkaç havlu, peçete ve temizlik malzemesi olan bir arabayla dar koridordan içeri girmeyi bekliyordu.

    Gerek yok, zaten dün akşam girdim odaya, çıkmıyorum bugün dedim. Tamam diyerek sonraki odaya geçti. Ben de anahtarlarımı alıp dışarı çıktım.

    Sokaktan Tarlabaşı Bulvarına, oradan yukarı meydana doğru ilerledim. Bir simitçiden ayaküstü bir simit alıp Taksim Meydanı’nın arkasına doğru yürümeye başladım. Cumhuriyet Caddesinin kalabalığını bir tarafa bırakıp Gezi Parkının yanındaki bir banka oturdum. Az ötemde, önünde küçük bir tezgahla yaşlı bir adam çay kahve satıyordu. Bir bardak çay aldım.

    Aklımda ertesi gün işe başlayacağım yayınevini bulmak vardı. İşe yetişme derdiyle kırk kişiye yol sormak ve kaybolmak istemiyordum. Yıllarca korktum –ya da belki bilinçli bir şekilde korkutuldum- bu şehirden. Haberlerden, bombalardan, kapkaççılardan, gasptan, yanlışlıkla birilerinin ayağına basmaktan, yan bakmaktan, tinercilerden, her kış sıcak bir yemek, dört duvar ve bir çatı için adam bıçaklayan mevsimlik suçlulardan... Küçük şehirlerde yaşamış sıradan bir memur çocuğuydum. Hangi semt nereye yakındır hiç fikrim yoktu. Bu civarda ev kiralarının yüksek olması gerektiğini tahmin ediyordum. Maaşımı aldıktan sonra başımın çaresine bakmak zorundaydım.

    Kahvaltımı bitirip ayaklandım. Bu şehirde adres bulmak, geri kalan tüm şehirlerden daha zordu. Sokakların ve caddelerin bir anlamı ya da bir düzeni yoktu. Zaten hiç kimse de sokakları isimleriyle bilmezdi. Ya bir caminin bitişiği ya bir dükkânın karşı sokağı ya bilindik bir başka yerin çaprazından girdiğin çıkmazlardı sokaklar. Hangi mahalle, hangi sokak kim bilir nerede? Kim neden sokaklara ve caddelere sıralı isimler vermez de özel isimler verir ki üstelik? Bu ülkede sokaklara ve caddelere isimleri verilen özel insanların sayısıyla sokak sayısı birbirini tutmuyordu. Bu kadar özel insan doğuran bir ülke, nasıl oluyor da eşit derecede acı çekiyor? Sokakları her

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1