Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Drakula
Drakula
Drakula
Ebook526 pages6 hours

Drakula

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Edebiyatın en korkunç hikâyelerinden biri olarak kabul edilen Bram Stoker'ın Drakula'sı, yüzyılı aşkın bir zamandır bizi ürkütmeyi başarıyor.

Çünkü onun vampirinin inandırıcılığı hepimizin içine, sürekli yeşeren bir şüphe tohumu ekti.

Genç hukuk müşaviri Jonathan Harker'ın iş için Transilvanyalı Kont Drakula'nın şatosuna gitmesiyle başlayan; âşık sevgililerden, vampir avcılarına; gemilerden tımarhanelere ilerleyen "ölümsüz" bir başyapıt.

"Nosferatu balarısı gibi sokunca ölmez. Daha da güçlenir, güçlendikçe erki daha çok kötülüğe yeter. Aramızda dolaşan bu vampir tek başına yirmi adama bedeldir; bir ölümlüden çok daha kurnazdır, çağlar boyunca kurnazlığı artmıştır; kökenlerine dair bilgiler, ölülerin istiharesinden kendisinin hâlâ nemalandığına ve tüm ölülere hükmedebildiğine işaret ediyor; gaddardır, hatta gaddardan da öte, kaşarlanmış şeytandır, kalpsizdir; belli sınırlar dahilinde dilediği zaman, dilediği yerde cisimleşebilir, her şekle bürünebilir; yakın çevresinde doğa unsurlarını idare edebilir; fırtına, sis, şimşek yaratabilir; en zararlı yaratıklara hükmedebilir: sıçan, baykuş, yarasa, güve, tilki, hatta kurda; cüssesinden daha iri veya daha ufak görünebilir; bazen buhar olup kayıplara karışabilir. Öyleyse onu yok edecek darbeyi nasıl indireceğiz?"
LanguageTürkçe
Release dateJun 16, 2023
ISBN9786050984316
Drakula
Author

Bram Stoker

Bram Stoker (1847–1912) grew up in Ireland listening to his mother's tales of blood-drinking fairies and vampires rising from their graves. He later managed the Lyceum Theatre in London and worked as a civil servant, newspaper editor, reporter, and theater critic. Dracula, his best-known work, was published in 1897 and is hailed as one of the founding pieces of Gothic literature.  

Related to Drakula

Related ebooks

Reviews for Drakula

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Drakula - Bram Stoker

    DRAKULA

    Özgün adı: Dracula

    Yazan: Bram Stoker

    Çeviren: Kerem Sanatel

    Yayına hazırlayan: Senem Kale

    Kapak tasarımı: Serkan Yolcu

    Grafik uygulama: Havva Alp

    Türkiye Yayın Hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın hiçbir bölümü yayıncının izni olmadan kullanılamaz.

    Dijital yayın tarihi: /Haziran 2021 / ISBN 978-605-09-8431-6

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No:1 Kat:10 Şişli 34360 İSTANBUL

    Tel: (0212) 373 77 00 / Faks: (0212) 246 66 66

    www.dexkitap.com / satis@dogankitap.com.tr / satis@de.com.tr

    Çeviren: Kerem Sanatel

    Drakula’dan Nosferatu’ya

    Yıllar önce kaleme aldığım bir Drakula yazısında, Bram Stoker’ın şaheseriyle F. W. Murnau’nun Nosferatusunu aynı cümle içinde kullanma cüretini göstermiş; vampir efsanelerinden beslenen ‘zamansız’ metnin ara sokaklarında gezinmeye çalışmıştım. Dilim döndüğünce, fikrim ölçüsünde irdeleme çabası içine girdiğim ‘Drakula’nın ‘kan’ temelli serüveninde kaybolmak kaçınılmazdı. Ben de kaybolmaya gönüllü olmuş, kendimi tarifi imkânsız bir yolculuğun başkarakterine dönüştürmüştüm. Bu dönüşümü sağlayan metnin önünde saygıyla eğilirken, bir yandan da ‘ışık sızdırmayan’ karanlığın kurbanı olup çıkıvermiştim. Durumu benim için ‘kabullenme’ aşamasına getirenlerden biri Bram Stoker’sa, bir diğeri de üstadımız Giovanni Scognamillo’ydu kuşkusuz. O yazı için sayfalarını çevirdiğim kitabın önsözünde sevgili Gio’nun imzası vardı. Şimdiyse ‘Drakula’nın bu baskısına ben yazıyorum önsözü, ki üstadın ifade zenginliğinin yanına bile yaklaşmamın mümkün olmadığını biliyorum. ‘Cüret’ dedikleri böyle bir şey olsa gerek!

    Peki hangi cümleleri kurmuştum bu yazıda? Nasıl bir yaklaşım sergilemiştim? Neyle karşı karşıya olduğumun farkında mıydım? Bir bakalım...

    "İrlandalı yazar Bram Stoker, ‘Drakula’yı yazmasaydı böylesi bir şöhrete sahip olur muydu acaba? Hiç sanmıyoruz... Zira yazarın diğer eserlerinin yankılarına baktığımızda, ‘Drakula’nın yanına yaklaşmak şöyle dursun, ‘efsane metnin yazarından’ yaftası dışında bir etkileri yokmuş gibi duruyorlar. Oysa Stoker, ‘Drakula’ öncesi ve sonrasında kaleme aldığı 11 roman ve birçok kısa hikâyeyle de rüştünü ispatlamış bir yazar. Ama popüler kültürün her daim ilgi alanına giren tek eseri ‘Drakula’ olmuş ne yazık ki!

    Bram Stoker, ‘Drakula’yı yazmadan önce, ‘vampir efsaneleri’ üzerine epeyce araştırma yapmış, bu fenomenin Avrupa kültüründeki yansımalarını adeta ezberlemiş. Romanda tümüyle kurmaca bir dünya yaratmasına karşın, okudukları ya da dinlediklerinden yığınla malzeme aktarmış metnine. Bu anlamda Mary Shelley’nin ‘Frankenstein’ından uzaklara savruluyor ‘Drakula’, iki roman sık sık bir arada anılsalar da. Shelley’nin ‘hayal gücü’nün yerini, Stoker’da ince elenip sık dokunan bir araştırma sürecinin sonuçları alıyor.

    ‘Drakula’nın ilk yayımlanış tarihi 1897... ‘Gotik korku’nun başyapıtı sayılan romanda anlatılanları yinelemeye gerek yok, herkes ezbere biliyordur ama kısaca geçmek gerekir belki de... ‘Mektup’ formunda bize yansıyan hikâye, Transilvanya’dan kalkıp Londra’ya gelen vampir Kont Drakula’nın aşkla imtihanını anlatır. ‘Aşkın ölümsüzlüğü’nü vurgulayan bu hikâye, bir yandan bunun getirdiği ‘duygusal’ devinim üzerinde gezinirken, öte yandan işin ‘dehşet senfonisi’ boyutunu aktarır bizlere. Drakula’nın aşkla ivmelenen motivasyonuna karşılık, onu ‘medeniyet’ten uzak tutmaya kararlı olanların ‘vampir’i yok etmeye çalışmaları da baskın unsur olarak kendini gösterir.

    1897’de yayımlandığında bir çırpıda fenomene dönüşmez ‘Drakula’. İyi eleştiriler almasına karşın, asıl tırmanışını 20. yüzyıldaki beyazperde uyarlamalarıyla yapar. Sinema, Bram Stoker’ın kahramanını bir efsaneye dönüştürür, bugünlere kadar etkisini yitirmeyen. ‘Drakula’ uyarlaması olsun olmasın bütün vampir filmlerinin çıkış noktası Transilvanyalı kahramandır. Stoker’ın, ‘Kazıklı Voyvoda’yı temel aldığı söylenen bu karakter, içinde barındırdığı değişkenlerle sinemanın ilgi alanına girer sık sık. Her birinde daha da güçlenir, daha da ‘yıkılmaz’ hale gelir bu efsane.

    Günümüzün ‘tekno’ vampirlerinin aksine ‘asalet’ kelimesiyle eşdeğer bir hali tavrı vardır Drakula’nın. Kendini bir ‘koşuşturmaca’nın içine atmaz hiçbir zaman, onurlu, aynı zamanda da gururludur. 21. yüzyılda form değiştirerek ‘Alacakaranlık’ (Twilight) serisinde karşımıza çıkan ‘yeni nesil’ vampirlerle tek ortak yanı vardır, her iki nesil de motivasyonunu ‘aşk’tan alır, aşkı için gözünü kırpmadan harekete geçer. Bram Stoker’ın ‘Drakula’sı tam bir yön gösterici gibidir günümüzün vampir hikâyeleri için. Her yeni hikâye, temellerini ‘Drakula’dan alır, onun işaret ettikleri üzerinde yapılanır, sonrasıydaysa kendi yönünü çizecek hamlelere girişir, iyi ya da kötü...

    Vampir edebiyatının kökleri, birçok toplumun yazılı ve görsel kaynaklarından beslenerek hayat bulsa da, bugüne kadar etkisini sürdüren en önemli yapıtını Bram Stoker’ın ‘Drakula’sıyla vermiştir. Transilvanya topraklarında doğup yüzünü Batı’ya çeviren asil bir karakterdir Kont Drakula; kanla beslenir, olanca irkilticiliğine rağmen aşkın açmazlarında kaybolur, ölümsüzlüğün ona getirdiği ‘yük’le yaşayabilmenin hesaplarını yapar.

    Alman dışavurumculuğunun efsane ismi Friedrich Wilhelm Murnau’nun 1922 tarihli başyapıtı ‘Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi’ (Nosferatu: Eine Symphonie des Grauens) de aslında Drakula’nın hikâyesini anlatır bizlere. Telif meselesi yüzünden filmine ‘Drakula’ ismini veremeyen, karakterine de Kont Orlok demek zorunda kalan Murnau, bugüne kadar çekilen ve teknolojinin azami desteğiyle vücut bulan onca vampir filmine karşın, sessiz ve siyah-beyaz başyapıtıyla aşılması mümkün görünmeyen bir doruğun sahibidir.

    Bram Stoker’ın dul eşinin yasal yollara başvurup ‘Nosferatu’nun bütün kopyalarını yok ettirmesine rağmen, imhadan kaçırılıp bugüne kadar gelebilen ve çoğaltılan bir kopyayla yeni nesillere ulaşabilen Murnau’nun bu büyük eseri, Stoker’ın romanından bazı noktalarda (özellikle finaliyle) ayrılmasıyla birlikte, ‘Drakula’nın en çarpıcı beyazperde uyarlaması olarak anılır, ki bu durumun önümüzdeki yıllarda (ya da asırlarda) da değişmesini beklemiyoruz!"

    İşte, bu ve buna benzer cümlelerle yürüyüp giden bir yazıydı kaleme aldığım. ‘Drakula’dan girip ‘Nosferatu’dan çıkan ve bu iki şaheserin ruhunu az çok yansıtmaya çalışan. Yeni kuşakların bu iki ‘dev’le teşrikimesai içine girebilmesi de amaçlarımdan biriydi. Şu an elinizde tuttuğunuz taze ‘Drakula’ baskısı da bu amaca hizmet ediyor kuşkusuz. Kerem Sanatel’in titizlikten beslenen maharetli çevirisiyle okuyacağınız eser, Bram Stoker kadar Giovanni Scognamillo’yu da hatırlatıyor bana. Bana ve benim kuşağıma. Umarım, günümüz gençliği ve gelecekteki kuşaklar da aynı hissiyatla yaklaşırlar bu isimlere. Kont Drakula’nın yol göstericiliğinde, ‘kan kokusu’nu hissederek, aşka bambaşka bir pencereden bakarak, yılgınlığa kapılmadan, ve tabii, ceplerinde taşıdıkları ‘özgürlük’ cüzdanına sıkı sıkıya sarılarak...

    Murat Özer

    Mayıs 2018

    *çevirmenin notu

    Kimi okurlar ve bazı yayıncılar dipnotları hiç sevmezler. Metnin akışını zedelediği düşünülür, filmi bölen reklamlar, radyoda şarkıyı kesen anonslar gibi. Yazarın cümlesindeki anlam zenginliğini aktarmadaki yetersizliğini neredeyse birer paragraflık dipnotlarla telafi etmeye çalışan çevirmenlere de rastlanır. Bir de okurun zekasını ve bilgi birikimini küçümsemenin sonucu olsa gerek belki, çok aleni bir bilgiyi açıklayan dipnotlar da vardır ki galiba en kötüsüdür.

    Okur olarak iyi düşünülmüş dipnotları çok severim. Çevirdiğim metinlerdeyse dipnota başvuracaksam öncelikle gerekliliğini sorguluyorum. Her şeyi arama motorlarına sorup iyi-kötü yanıt bulabildiğimiz bir çağda açıklama notu düşmek şart mı? Çevrimiçi bilgilerin güvenilirliği bir yana, birçoğunun İngilizce olduğu düşünülürse bu soruyu yanıtlamak nispeten kolay. Yine de okurun bir kitabı orijinal dilinden okuyacak kadar değilse de merak ettiği bilgiye erişebilecek kadar yabancı dil bildiğini varsaymayı yeğlerim. O zaman da daha önemli bir soru öne çıkıyor; dipnotun sahiden gerekli olup olmadığı... Buna karşın Drakula’daki dipnotların sayısı bir hayli fazla.

    Drakula, çevirmeni rahatlıkla tuzağa düşürebilecek, hatta bir çevirmen kabusuna dönüşebilecek kadar karmaşık bir metin olmakla birlikte büyük oranda popüler kültürden beslenir; Stoker, o dönemin entelektüel çevrelerinin gayet iyi bilip sevdiği tiyatro oyunlarına, şiirlere, bilimsel tartışmalara, hatta gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine, bugün magazin sayacağımız safsatalara bile göndermede bulunur ama tekini bile dipnotla açıklama gereği duymaz çünkü okuru onları zaten ve mutlaka biliyordur. Tıpkı günümüzün popüler filmlerinde, dizilerinde veya çizgi romanlarında yapılan her göndermeyi meraklısının şıp diye anlaması gibi...

    Oysa bizler Victoria dönemini çok geride bıraktık, Stoker’ın neden bahsettiğini, çoğu zaman damdan düşer gibi araya sıkıştırdığı dizeleri hangi eserden ve niye alıntıladığını şıp diye anlamamıza imkân yok. (Bazılarını da ezberinden yanlış alıntılar gerçi, belki yeni izlediği bir oyundan aklında kaldığı kadarını, belki canı öyle istediğinden, sebebini bilmemiz olanaksız.) Örneğin Jonathan Harker’ın ...her şeyden şüphe duymak ne demektir bilemezsiniz. Yok, böyle kaşlarınız varken nereden bileceksiniz... sözlerindeki şüphecilik-kaş bağlantısını bir dipnotla açıklamamak mümkün mü?

    Sadece popüler kültür göndermelerinde değil; üstü kapalı konuşmayı çok seven, çok mürekkep yalamış, her açıklaması başlı başına birer Shakespeare tiradına dönüşen, A derken B’yi kasteden biricik Abraham Van Helsing’in neyi niye söylediğini kavramak için de Christopher David ve Leonard Wolf’un açıklamalı Drakula baskılarının çok faydasını gördüm. Genelde ağdalı dille yazılmış bir kitap olarak anımsadığım, vampirlere düşkünlüğüm yüzünden ta üniversite yıllarında, henüz Türkçe çevirisi bulunmadığı için sözlüğe baka baka okumaya çalıştığım eserin aslında ne kadar eğlenceli bir derya sunduğunu da sayelerinde keşfettim. Yine de bugün hâlâ tartışılan bazı renkli ayrıntıları onlar gibi dipnotlarla açıklamaktansa yazarın kelime oyunlarına sadık kalmaya özen gösterdim.

    Kuşkusuz bu kelime oyunlarının en keyifli kısmı, bazı karakterlerin İskoç veya İrlanda lehçesiyle konuştukları bölümlerdi. Kitabın yazıldığı dönemde lehçelere okuru güldürüp eğlendirmek için yer verilirmiş. Günlük tutan roman karakterlerinin bile zar zor anladıklarının itiraf ettikleri bu konuşmaları nasıl olup da bire bir sayfaya dökebildiklerini hiç sormayın, ama sizi güldürürse yazarın kemiklerini sızlatmamışımdır demektir. Viktorya dönemi okuru İngilizcenin kötü telaffuz edilmesini komik buluyor olabilir ama Türkçede lehçeyle güldürmek gerekiyorsa ‘geliyom, yapıyom’dan öteye geçmek gerekiyor. Burada da tuzağa düşebilir ve bir İskoç’u Muğla ağzıyla konuşturabilirdim. Halbuki söz konusu konuşmaları okur açısından asıl keyifli kılan, kullandıkları ifadelerin renkliliğidir, deyimler ve bazen de argolardır. Şanslıyız ki Türkçe de en az İngilizce kadar esnek, lastikli bir dil.

    Böyle bir metni çevirirken hikâyenin yazıldığı ve konu edildiği dönemin koşullarını unutmak da ciddi sorunlar yaratabilir. İrlandalı fakir bir işçi ömrü boyunca ülkeden dışarı adım atmamışsa ve Yahudi değilse ‘eski Kudüs kokusu’ndan değil ‘çürük yer elması kokusu’ndan bahsediyor demektir. Ya da varlıklı aristokrat hanımların geç vakit ‘ikindi kahvaltısı’ yemeleri ‘acı çay’ içmelerinden daha çok yadırganır. Telefonun yaygın olmadığı ve herkesin görüşmek için birbirinin ayağına kadar gittiği ya da telgraf çektiği günlerde hiç kimse birbirine ‘beni ara’ demez, ‘bana uğra’ derler. Ve daha niceleri...

    Vampir söylenceleri neredeyse insanlık tarihi kadar eskiyken Drakula’ya niçin vampir filmleri ve kitaplarının atası olarak bakıldığının, vampirliğin niçin çoğunlukla cinsel göndermelerle birlikte anıldığının veya Francis Ford Coppola’nın 1991’de çektiği aynı adlı filmin niçin mükemmel bir uyarlama olduğunun yanıtlarını da yine satır aralarında bulmak mümkün.

    Dracula’nın niçin Drakula olduğuna gelince... Geçmişi Türk-Osmanlı tarihiyle iç içe olan bir karakterin adının okunduğu gibi Türkçe harfle yazılmasını anlamlı buluyor ve hiç kimseyi yadırgatmayacağını umuyorum.

    Çok önemsediğim bu klasiği Türkçeye çevirmek ezelden beri hayalimdi, bu fırsatı verdikleri için Doğan Egmont’a minnettarım.

    Kerem Sanatel

    Mayıs, 2018

    SEVGİLİ DOSTUM HOMMY-BEG’E

    ¹

    Burada yer alan belgelerin neye göre sıralandığı okundukça açıklığa kavuşacaktır. Günümüz inançlarıyla çelişen bu olaylar silsilesinin yalın gerçekliğini vurgulamak amacıyla gereksiz tüm ayrıntılar elenmiştir. Geçmişe dayalı anlatıların tamamında hafızanın yanılma payı söz konusu değildir; zira kaleme alan kişilerin bakış açısını ve birikimini eksiksiz yansıtan tüm kayıtlar özgün haliyle kullanılmıştır.


    1. Bram Stoker’ın yakın dostu edebiyatçı Thomas Henry Hall Caine. (e.n.)

    JONATHAN HARKER’IN GÜNCESİ

    (stenografiyle yazılmış.)

    3 Mayıs. Bistritz. – 1 Mayıs akşamı 8:35’te Münih’ten ayrılıp ertesi sabah erken saatlerde Viyana’ya ulaştım; 6:46’da varmam gerekiyordu ama tren bir saat gecikti. Trenden gördüğüm, biraz da sokaklarında dolaşabildiğim kadarıyla Budapeşte harikulade bir yere benziyor. İstasyondan fazla uzaklaşmaya çekindim; zira geç gelmiştik ve tekrar hareket etmemiz an meselesiydi. Burada tüm ihtişamı ve asaletiyle ayakta kalmış Tuna köprülerinin en Batılısı, bizi Türk egemenliği topraklarına taşırken kapıldığım izlenim, Batı’yı artık geride bıraktığımız ve Doğu’ya girdiğimizdi.

    Vakitlice kalkıp akşam saatlerinde Klausenburgh’a² ulaştık. Geceyi buradaki Hotel Royale’de geçirdim. Gecikmeli de olsa akşam yemeğimi yedim; kırmızı biberle terbiye edilmiş piliç, çok lezzetliydi ama insanı susatıyor. (Not: Mina için tarifini al.) Garsona sordum, buna paprika hendl deniyormuş, buranın geleneksel yemeği olduğundan ötürü de Karpatlar’ın her yerinde yiyebilirmişim. Bölük pörçük Almancamın burada çok faydasını gördüm; sahiden, aksi takdirde buralarda ne yapardım kestiremiyorum.

    Ülke hakkında biraz ön bilgi edinmemin oralı bir asilzadeyle görüşmemde muhakkak önemli rol oynayacağını düşündüğümden, Londra’dayken bir ara boş vaktimde British Museum’a uğramış, kütüphanesindeki kitaplarda ve haritalarda Transilvanya’yı araştırmıştım. Beyefendinin bahsettiği bölgenin, ülkenin en doğusunda; Transilvanya, Moldova ve Bukovina illerinin tam sınırında, Karpat dağlarının göbeğinde; Avrupa’nın en az bilinen ve en yabanıl kesimlerinden birinde yer aldığını öğrendim. Bizim Haritacılık Dairesi’nin haritalarıyla kıyaslanabilecek ülke haritaları olmadığından Drakula Şatosu’nun tam yerini gösteren ne bir haritaya ne de bir makaleye rastlayabildim; ancak Kont Drakula’nın bahsettiği posta kasabası Bistritz’in hayli bilinen bir yer olduğunu keşfettim. Notlarımın bir kısmını buraya da aktarayım, hem Mina’ya seyahatlerimi anlatırken hafızamı tazelememi de sağlar belki.

    Transilvanya nüfusu dört ayrı uyruk barındırıyor: Güneyde Saksonlar, Dakyalıların soyundan gelme Valaklarla iç içe yaşıyorlar; batıda Macarlar, doğuda ve kuzeyde ise Sekeller bulunuyor. Ben Hun imparatoru Attila’nın torunları olduklarını iddia eden Sekellerle muhatap olacağım. İddiaları doğru olabilir çünkü Macarlar on birinci yüzyılda ülkeyi fethettiklerinde burada yaşayan Hunlarla karşılaşmışlar. Okuduğuma göre dünyadaki tüm batıl inançlar Karpatlar’ın at nalı şeklindeki kucağında birikerek hayal gücünü besleyen çalkantılı bir pınar yaratmış sanki; bu doğruysa ziyaretim çok ilginç hale gelebilir. (Not: Kont’a bunların hepsini sormalıyım.)

    Yatağım yeterince rahat olmasına rağmen iyi uyuyamayıp birbirinden tuhaf rüyalar gördüm. Penceremin altında bütün gece uluyan bir köpek vardı, bunun da iyi uyuyamamamla alakası olabilir; acılı yemekten kaynaklanmış da olabilir çünkü sürahimdeki suyun tamamını içsem de hâlâ susuyordum. Sabaha doğru içim geçmiş, epey de derin uyumuş olmalıyım ki kapımın ısrarla vurulması üzerine uyandım. Kahvaltıda biraz daha paprika yedim, biraz da darı unuyla yapılmış mamaliga dedikleri lapadan ve kıymayla doldurulmuş patlıcandan tattım, bu sonuncusu fevkalade bir yemek, impletata diyorlar. (Not: Bunun da tarifini al.) Kahvaltıyı aceleyle yaptım çünkü tren sekize biraz kala hareket edecekti, tam vaktinde kalkarsa tabii, nitekim 7:30’da telaşla istasyona varmama rağmen vagonda bir saatten fazla oturup hareket etmemizi beklemek zorunda kaldım. Galiba doğuya gittikçe dakik trenlere daha da seyrek rastlanıyor. Kim bilir Çin’de nasıldır.

    Envai çeşit güzelliklerle dolu bir ülkede gün boyu süren bir gezintiye çıkmış gibiydik. Bazen eski ilahi kitaplarındaki resimler gibi sarp bayırların tepesine kurulmuş küçük kasabalar ve şatolar gördük; bazen de, büyük su taşkınlarının yol açtığı geniş yataklarında akan, her iki kıyısı da taşlık, ırmak ve derelerin yanından geçtik. Bu kadar geniş nehir yatakları oluşması için çağlayarak akan büyük miktarda su kütlesi gerekir.

    Her istasyonda birileri vardı, bazen kalabalıklar halinde ve her tür kılıkta. Kimileri, kısa ceketleri, yuvarlak kasketleri ve evde dikilmiş pantolonlarıyla tıpkı memleketteki köylüleri ya da Fransa ve Almanya’dan gelen göçmenleri andırıyordu ama tablodan fırlamış gibi görünenler de vardı. Kadınlar güzel görünüyordu, yanlarına yaklaşmadığınız sürece, ayrıca biraz fazla ayva göbekliydiler.³ Hepsi değişik türde de olsa kollarını tamamen örten beyaz elbiseler giymişti; çoğunun belinde de bale kıyafetlerindeki gibi bir sürü kurdelenin dalgalandığı kalın kemerler, ayrıca elbette hepsinin altında iç eteklik vardı. Gördüğümüz en tuhaf kişiler kocaman sığırtmaç şapkaları, kirli beyaz renkli çuval gibi pantolonları, beyaz keten gömlekleri ve baştan sona pirinç pençeli, neredeyse yarım metre kalınlığındaki muazzam ağır deri kemerleriyle herkesten daha barbar kılıklı görünen Slovaklardı. Pantolon paçalarını uzun çizmelerinin içine tıkmışlardı, uzun kara saçlı, posbıyıklılardı. Çok ilginçlerdi ama alımlı bir halleri yoktu. Bunları doğulu eşkıyalar diye sahneye çıkarsan hiç kimse yadırgamazdı. Gerçi duyduğum kadarıyla çok zararsız ve daha ziyade kendi halinde bırakılmayı isteyen insanlarmış.

    Bistritz’e vardığımızda hava kararmaya yüz yutmuştu, çok ilginç ve eski bir muhit burası. Tam anlamıyla sınırda olduğundan –Borgo Boğazı buradan Bukovina’ya kadar uzanıyor– havası çok fırtınalı, bunun etkileriyse kesinlikle gözlemleniyor. Elli yıl önce farklı nedenlerle tam beş kez çıkan yangınlar korkunç tahribat yaratmış. On yedinci yüzyılın başlarında üç hafta boyunca işgal altındayken 13.000 insan ölmüş, malum savaş zayiatlarına bir de kıtlık ve hastalık eklenmiş.

    Kont Drakula beni Golden Krone Hotel’e yönlendirmişti. Ülkenin her yüzüne olabildiğince tanık olmak istediğimden, fazlasıyla eski tarz bir yerle karşılaşmak haliyle beni müthiş keyiflendirdi. Belli ki bekleniyormuşum, zira kapıya yaklaştığımda sıradan köylü kıyafetleri içindeki güleç yüzlü bir teyze karşıladı beni. Beyaz elbisesinin üzerine göz alıcı kumaştan, iffetle bağdaşmayacak kadar dar, arkalı önlü, uzun bir önlük geçirmişti. Ben yaklaşınca eğilerek selamladı ve "Herr⁴ İngiliz? dedi. Evet, dedim, Jonathan Harker." Gülümsedi, sonra da peşinden kapıya kadar gelen beyaz gömlekli yaşlı bir adama bir şeyler söyledi. Adam gitti, elinde bir mektupla hemen geri döndü:

    Dostum. Karpatlar’a hoş geldiniz. Sizi sabırsızlıkla bekliyordum. Bu gece iyi uyuyunuz. Yarın üçte Bukovina’ya bir at arabası kalkacak; yeriniz ayırtıldı. Borgo Boğazı’nda bekleyen aracım sizi alıp getirecek. Umarım Londra’dan yolculuğunuz rahat geçmiştir, keza güzel ülkemi ziyaretinizden de keyif alacağınıza inanıyorum.

    Dostunuz,

    DRAKULA

    4 Mayıs – Hotel sahibine Kont’tan bir mektup gelmiş, arabadaki en iyi yerin mutlaka bana ayrılmasını buyurmuş; ancak ayrıntıları sorduğumda bu bey nedense ketum davranıp Almancamı anlayamıyormuş gibi yaptı. Bu doğru olamaz çünkü o vakte kadar mükemmel anlıyordu; en azından sorularımı çok iyi anlamış gibi yanıtlıyordu. Adam ile karısı, dün beni karşılayan yaşlı hanım, birbirlerine korkmuş gibi bakıyorlardı. Adam ücretin mektupla beraber gönderildiğini geveleyip bildiklerinin bundan ibaret olduğunu belirtti. Ona Kont Drakula’yı tanıyıp tanımadığını ve şatoya dair bilgisi olup olmadığını sorduğumda ikisi birden haç çıkardı ve hiçbir şey bilmediklerini söyleyerek konuşmaya yanaşmadılar. Arabanın kalkışına çok az kaldığından başkasına soracak zamanım olmadı. Her şey çok esrarengizdi ve içim hiç rahat değildi.

    Tam ayrılmak üzereyken yaşlı hanım odama geldi ve isterik bir şekilde dedi ki:

    "Gitmeniz şart mı? Ah, genç Herr, gitmeniz şart mı?"

    Öyle telaşlıydı ki bildiği Almancayı da unutmuş gibi hiç anlamadığım başka dillerde karman çorman konuştu. Bir sürü soru sordum da ne demeye çalıştığını ancak öyle anlayabildim. Hemen gitmem gerektiğini, önemli bir iş görüşmem olduğunu söylediğimdeyse şunu sordu:

    Bugün günlerden ne biliyor musunuz?

    Mayısın dördü olduğunu söyledim. Kafasını iki yana sallayarak tekrar sordu:

    Evet ya! Onu biliyorum! Onu biliyorum da bugün günlerden ne biliyor musunuz?

    Anlamadığımı söylemem üzerine devam etti:

    Aziz Yorgi Yortusu’nun arifesi bugün. Bu gece saatler gece yarısını vurduğunda dünyadaki tüm kötülüklerin zincirlerinden boşanacağını biliyor musunuz? Nereye gittiğinizin, başınıza ne iş aldığınızın farkında mısınız?

    O denli kaygılıydı ki onu yatıştırmayı denedim ama nafile. En sonunda dizlerinin üstüne çöküp gitmemem için yakardı; hiç değilse yola çıkmadan önce bir iki gün beklemeliymişim. Hepsi çok saçma gelse de keyfim kaçtı. Sonuçta halletmem gereken bir iş vardı ve hiçbir şeyin köstek olmasına izin veremezdim. Dolayısıyla onu ayağa kaldırmaya çalıştım ve tüm ciddiyetimle kendisine minnettar olduğumu, ancak görevimin zarureti nedeniyle gitmem gerektiğini söyledim. O zaman kalkıp gözyaşlarını sildi ve boynundaki istavrozu çıkararak bana hediye etti. Ne yapacağımı bilemedim, zira bir İngiliz Protestan olarak bu tür şeyleri belli bir ölçüye kadar putperestlik olarak görmem öğretilmişti, beri yandan bu kadar iyi niyetli ve ruh hali bu durumda olan yaşlı bir hanımı geri çevirmek büyük kabalık olurdu. Kararsızlığımı yüzümden okuduğundan belki, kolyeyi boynuma takıp Annenizin hatırına, dedi ve odadan çıktı. Bu satırları arabayı beklerken yazıyorum, malum, elbette gecikti; istavroz da hâlâ boynumda. Yaşlı kadıncağızın duyduğu korkudan mıdır, buraların hortlak söylentilerinden midir yoksa istavrozdan mıdır bilmem, kafam eskisi kadar rahat değil. Bu defter Mina’ya benden önce ulaşırsa ona vedam olsun. İşte araba geliyor!

    5 Mayıs. Şato – Gün çoktan ağardı, güneş ufukta yükseldi, ışığı bölük pörçük vuruyor, ağaçlardan mıdır yoksa bayırlardan mıdır bilmem çünkü güneş o kadar uzakta ki irili ufaklı birçok şey araya giriyor. Uykum yok, ben uyanmadıkça çağıran da olmuyor, ben de haliyle uykum gelene kadar yazıyorum. Kayda değer sayısız tuhaflık yaşandı, lakin bu satırları okuyanlar Bistritz’den ayrılmadan önce güzelce karın doyurduğumu varsayacakları için, akşam yemeğime ayrıntısıyla değineyim. Kırmızı biberle terbiye edilmiş kuşbaşı etin, beykın dilimleri ve soğanla beraber, Londra’daki kedilik etler⁵ gibi şişe dizilip kızartılmasıyla yapılan, adına da haydut bifteği denen yemekle karnımı doyurdum. Şarap ise Altın Mediaş’tı, dilde tuhaf bir sızı yaratıyor ama nahoş denemez. Sadece bundan birkaç kadeh içtim, başka da bir şey içmedim.

    Arabaya bindiğimde sürücü henüz yerine geçmemişti. Onu otel sahibi hanımla konuşurken gördüm. Hakkımda konuştukları ortadaydı çünkü arada bir bana bakıyorlardı. Kapının önündeki bankta oturan –laf taşıyıcı anlamına gelen bir isimle anılan– birkaç kişi de yanlarına yanaşıp kulak kabartıyor, sonra da bana bakıyordu, çoğunlukla da acıyarak. Kulağıma birçok sözcük çalındı, kalabalıkta her uyruktan insan olduğu için yabancı sözcüklerdi; ben de çantamdan çok dilli sözlüğümü usulca çıkarıp anlamlarına baktım. Belirtmem gerekir ki hiçbiri iç açıcı sözcükler değildi, mesela Ordog yani Şeytan, sonra pokol cehennem, stregoica cadı, biri Slovakça diğeri Sırpça olmak üzere ikisi de aynı anlama gelen vrolok ve vlkoslak ise kurt-adam veya vampirin karşılığıydı. (Not: Bu batıl inançları Kont’a sormalıyım.)

    Hareket ettiğimiz sırada han kapısında hatırı sayılır miktarda insan toplanmış, hepsi birden haç çıkararak bana doğru iki parmaklarını uzatıyordu.⁶ Biraz zorlanarak da olsa yanımdaki yolcuya o işaretin anlamını sordum; ilk başta yanıt vermedi ama İngiliz olduğumu anlayınca bir nevi efsunlama ve nazara karşı koruma hareketi olduğunu açıkladı. Bu pek hoşuma gitmedi, ne de olsa tanımadığım bir adamla buluşmak üzere bilmediğim bir yere gidiyordum; buna karşın herkes öyle iyi yürekli, halleri öyle acıklı, bir de öyle sevecendi ki elimde olmadan duygulandım. Son kez geri dönüp baktığımda gördüğüm manzarayı, arkasında zakkum ve portakal ağaçlarıyla yemyeşil bir avlunun bulunduğu kemerli girişin önünde dikilen kalabalığın hep birlikte haç çıkarışını asla unutmayacağım. Sonra, yayvan keten pantolonu –gotza diyorlar– oturduğu yeri tümüyle kaplayan sürücümüzün koca kırbacını şaklatmasıyla küçük atların dördü birden başa baş koşmaya başladı, biz de böylece yola koyulmuş olduk.

    Yoldaki manzaranın güzelliği sayesinde manevi korkulardan da izlenimlerimin yarattığı tedirginlikten de çok geçmeden sıyrıldım, gerçi yol arkadaşlarımın konuştuğu dillerin herhangi birini bilseydim kafamdan bu kadar kolay atamazdım. Önümüzde kâh ağaç öbekleri kâh çiftlik evlerinin taçlandırdığı sarp yamaçları, sahipsiz arsa duvarları ve gür ormanlarıyla yemyeşil bir bayır uzanıyordu. Tomurcuklanmış meyve ağaçları her yerde inanılmaz çeşitlilikteydi; elması, eriği, armudu, kirazı; ilerledikçe pul pul dökülmüş taç yapraklarıyla bezeli çayırlar gözüme ilişiyordu. Yol Mittel Land denen yeşil bayırları kat ediyor, bazen kavis çiziyor, göğü örten gür çam ağaçlarının arasından geçiyor, yer yer de tepeleri bir alev gibi yalayarak yokuş aşağı iniyordu. Yol engebeli olmasına rağmen hummalı bir aceleyle adeta uçarcasına ilerliyorduk. Niye acele ettiğimize bir türlü anlam veremedim ama şoför belli ki Borgo Prund’a vakit yitirmeden ulaşmanın derdindeydi. Bu yolun yazları mükemmel olduğunu ama kışın kar yağdıktan sonra henüz çekidüzen verilemediğini belirttiler. Eskiden Hospodarlar⁷ yolları onarmazlarmış, o da Türkler yabancı orduların gelişine hazırlık yaptıklarını, her an patlak vermeye hazır savaşı kızıştırdıklarını sanmasınlar diye.

    Mittel Land’ın yemyeşil bayırlarının ötesinde, ormanlarla kaplı muazzam yamaçlar ta Karpatlar’ın yalçın eteklerine kadar uzanıyordu. Dağlar iki yanımızda sağlı sollu yükseldikçe, ikindi güneşinin ışıklarının da etkisiyle, birbirinden güzel ve göz kamaştırıcı renkler ortaya çıkıyor; dorukların gölgesinde lacivertler ile morlar, otların yeşili ile kayaların kahverengisi iç içe geçiyor, dipsiz gibi görünen sarp kayalıklar ve uçurumlar gözüküyordu ama zamanla hepsi ufukta kayboldu, yerini tüm heybetiyle karlı doruklar aldı. Arada sırada yalçın uçurumlar gözümüze çarptı, güneş batmaya yüz tuttuğundaysa yer yer ışıltılı çağlayanlar gördük. Adeta yılan gibi kıvrılarak giden bir yoldan tepenin eteğini aşıp da bir dağın karlı doruğu tam karşımıza çıktığı anda yol arkadaşlarımdan biri koluma dokundu.

    Bakın! Isten szek!Tanrı koltuğu!– sonra da huşuyla haç çıkardı.

    Bitmek bilmeyen yolda döne döne ilerlerken güneş ardımızda alçaldıkça alçalmış, üzerimize akşam gölgeleri vurmaya başlamıştı. Batan güneşin ışıklarını hâlâ yansıtan ve hoş bir pembelik yayan karlı doruklar akşamın yaklaştığı gerçeğini iyice pekiştiriyordu. Arada sırada Çek ve Slovakların yanından geçiyorduk, hepsinin kılığı çarpıcıydı, ne acıdır ki guatrın yaygın olduğu da dikkatimi çekti. Yol kenarlarında sayısız haç vardı ve yanlarından geçtikçe yol arkadaşlarımın hepsi istavroz çıkarıyordu. Kıyıda köşedeki mabetlerin önünde diz çökmüş köylü adamlar ve kadınlar, arabamız yaklaşırken kafalarını çevirip de bakmıyorlardı bile, öyle bir iman duygusuyla adanmışlardı ki dış dünyayı ne görüyor ne de duyuyorlardı sanki. İlk kez gördüğüm sayısız şey vardı; mesela, ağaçlardaki tınazlar, yer yer çok güzel huş ağacı kümeleri ve yemyeşil zarif yapraklarının arasında gümüş gibi parlayan beyaz dalları. Uzun, yılankavi dingili engebeli yollara uyum sağlayacak şekilde yapılmış –alelade köylü arabası– leiter-vagon’ların yanından geçiyorduk bazen. Bu arabalarda mutlaka süklüm püklüm evlerine dönen bir grup köylü, beyazlar içinde Çekler veya ucuna keser bağlı mızrak gibi uzun değnekler taşıyan, renkli koyun postuna bürünmüş Slovaklar oluyordu. Akşam vakti hava çok soğumaya başlamış; bastıran alacakaranlık meşe, kayın ve çam ormanlarının kasvetli karanlığıyla birleşip adeta bir pus gibi yayılarak vadilerin en kuytu köşelerine kadar sızmış, Boğaz’ı aştığımız sıradaysa yer yer erimemiş kar manzarasında kara köknarlar göze çarpar olmuştu. Bazen, yolumuz karanlıkta üzerimize kapanacakmış gibi gözüken çam ormanlarının arasından geçerken, ormanı yer yer bürüyen bu muazzam grilik, akşamüzeri hasıl olmuş vesveseleri ve düşünceleri alıp götüren, tuhaf şekilde yatıştırıcı bir etki uyandırıyor; Karpatlar’dan vadilere aralıksız yayılan tayf benzeri bulutlardan sızan akşam güneşi ışıkları garip bir iç esenliği yaratıyordu. Bazen bayırlar öyle dikleşiyordu ki, sürücümüzün acelesine rağmen atlar yavaş ilerlemek zorunda kalıyordu. Memlekette yaptığımız gibi inip atları yürütmek istedim ama sürücü duymazdan geldi. Yok, yok, dedi. Buralarda yürünmez; köpekler çok vahşidir, sonra da tatsız bir şaka yaparak

    –takıldığı belliydi çünkü lafının ardından diğer yolcuların gülmesini bekler gibi dönüp baktı– şunu ekledi: Uyku saatinden önce yeterince derdiniz olacak zaten. Bir defacık kısa bir mola verdi, o da fenerleri yakmak için.

    Hava karardıkça yolcuları da bir telaş aldı, birbiri ardına sürücüye seslenerek daha da hızlanmasını söylediler. O da uzun kırbacıyla merhametsizce dövüp bir yandan da deliler gibi bağırarak atları çatlatırcasına koşturmaya uğraştı. Sonra, önümüzdeki tepeleri karanlıkta ışık demeti gibi yaran bir grilik gördüm. Yolcuların telaşı daha da arttı; çılgın sürücü kocaman deri oturağı üzerinde yaylanıyor, fırtınaya yakalanmış bir tekne gibi yalpalıyordu. Sıkı tutunmak zorunda kaldım. Yol iyice düzleşince uçarcasına ilerledik. Sıradağlar iki yandan üzerimize gelmeye, adeta bize kaş çatmaya başladı; Borgo Boğazı’na giriyorduk. Yolcuların birkaçı, yadsınamayacak bir içtenlikle ısrar ederek bana tek tek hediyeler sundu; her biri iyi niyetle, nazik sözlerle, Bistritz’deki otelin önünde gördüğüm korku ifadesi hareketlerin bir karışımı olan haç çıkarmalar ve nazar işaretleri eşliğinde edilmiş dualarla verilen, değişik türde ve kesinlikle tuhaf hediyelerdi. Hızla ilerlediğimiz yol boyunca sürücü iyice öne eğilmiş, yolcular ise arabanın iki yanından kafalarını uzatarak heyecanla karanlığı gözetler hale gelmişlerdi. Çok heyecanlı bir olayın yaşandığı veya beklendiği ortadaydı, ancak yolculara tek tek sorsam da aralarından en küçük bir açıklama getiren olmadı. Bu heyecanlı durum bir süre devam etti; en sonunda Boğaz’ın doğu yönünde açıldığını gördük. Tepemizde kapkara bulutlar öbeklenmişti; ağır, bunaltıcı bir fırtına havası vardı. Sanki sıradağlar iki ayrı atmosfere sahipti ve şimdi de fırtınalı olanına geçmiştik. Artık ben de dışarıya bakarak beni Kont’a götürecek arabayı arıyordum. Fenerlerin ışığından medet umarak dışarı her baktığımda sadece zifiri karanlık görüyordum. Tek aydınlık fenerlerimizin yaydığı titrek ışıklardı, o da dörtnala koşan atlarımızın buharlaşan soluğunda beyaz bir pustan ibaretti. Önümüzde uzanan beyaz toprak yolu artık seçebiliyorduk ancak araçtan hiçbir iz yoktu. Yolcular benim hayal kırıklığımla alay eder gibi mutlulukla iç çekerek arkalarına yaslandılar. Ne yapacağımı kara kara düşünürken, sürücü saatine bakarak diğerlerine çok alçak sesle ve sakince, zar zor duyabildiğim bir şey söyledi; anladığım kadarıyla şuydu dediği: Bir saat erkenciyiz. Ardından bana döndü ve benimkinden bile kötü bir Almancayla konuştu:

    "Burada araba falan yok. Herr’i yok bekleyen. Bukovina’ya gelsin, yarın öbür gün döner, en iyisi öbür gün."

    Konuşurken atları deli gibi kişneyip pofurdamaya, eşelenmeye başladığı için sürücü onları zapt etmek zorunda kaldı. Aynı esnada, dört atlı bir fayton arkamızdan gelip bize yetişti ve cümleten haç çıkaran köylülerin feryatları eşliğinde arabamızın yanında duruverdi. Fenerlerimizin ışığında görebildiğim kadarıyla atlar kömür karasıydı, azametli hayvanlardı. Sürücüsü uzun boylu bir adamdı, uzun kumral sakallı yüzünü gizleyen kocaman bir siyah şapkası da vardı. Çok parlak bir çift göz seçiliyordu sadece; bize dönünce ışıkta adeta kıpkırmızı kesildi gözleri. Sürücümüze dedi ki:

    Bu gece erkencisin, dostum.

    Adam kekeleyerek yanıtladı: "İngiliz Herr’in acelesi vardı."

    Yabancı da buna cevaben şunu dedi:

    Herhalde o yüzden Bukovina’ya devam etmesini istedin. Beni kandıramazsın dostum; ben çok şey bilirim, atlarım da çeviktir. Gülümseyerek konuşuyordu, sert hatlara sahip çenesine ışık vurunca kıpkırmızı dudakları ve fildişi beyazı keskin dişleri göründü. Yol arkadaşlarımdan biri diğerine Bürger’in Lenoresinden bir dize fısıldadı:

    Denn die Todten reiten schnell

    (Çünkü tez gider ölüler)

    Tuhaf sürücü bu sözleri duymuş olsa gerek ki neşeli bir gülümsemeyle kafasını kaldırıp baktı. Yolcu kafasını hemen öbür yana çevirirken aynı anda iki parmağını uzatıp haç çıkardı. "Herr’in bavullarını bana verin," dedi sürücü ve bavullarım büyük bir hevesle teslim edilip faytona konuldu. Fayton bitişiğimizde olduğu için yan kapıdan diğerine geçtim; sürücü de çelik gibi pençesiyle kolumdan tutarak binmeme yardım etti; olağanüstü güçlü bir adam olduğu kesindi. Tek kelime etmeden dizginleri silkeledi, atlar döndü ve doğruca Boğaz’ın karanlığına daldık. Geri dönüp bakınca arabadaki fenerlerin ışığında atların buhar çıkartarak pofurdadığını ve haç çıkaran eski yol arkadaşlarımın siluetlerini gördüm. Sonra sürücüleri kamçısını şaklattı, atlara bağırdı ve Bukovina’nın yolunu tuttular. Karanlıkta gözden yiterlerken bir yalnızlık duygusuna kapıldım ve tuhaf bir ürperti hissettim; neyse ki omuzlarıma bir pelerin, dizlerime de bir battaniye atıldı, sonra da sürücü mükemmel bir Almancayla konuştu:

    "Geceler soğuktur, mein Herr,⁹ Kont efendi sizi iyi ağırlamamı buyurdu. İhtiyaç duyarsanız, koltuğunuzun altında bir slivovitz matarası (yörenin erik konyağından) var."

    Hiç içmedim ama yine de yerini bilmek rahatlatıcıydı. Biraz yadırgamıştım, az buz da korkmamıştım hani. Başka bir seçeneğim olsaydı, meçhule giden bu gece yolculuğunu sürdürmektense onu yeğlerdim. Araba hızla ilerliyordu, sonra bir dönemeci aldı ve yoluna yine dümdüz devam etti. Aynı yerde dönüp dolaşıyoruz gibime geliyordu; nitekim belli başlı bazı noktaları not aldığımda sahiden öyle yaptığımızı anladım. Tüm bunlar ne demek oluyor diye sürücüye soracaktım ama sahiden korkmuştum; ayrıca ortada bir oyalama çabası varsa, oturduğum yerden kafa tutmamın hiçbir etkisi olmayacağı kanaatindeydim. Gel zaman git zaman, ne kadar süre geçtiğini merak edince, bir kibrit yakıp ışığında saatime baktım; gece yarısına birkaç dakika kalmıştı. Son yaşadıklarım gece yarısına dair yaygın kuruntuları körüklemiş olsa gerek ki biraz sarsıldım. Yüreğim ağzımda bekledim.

    Birden, yolun ta aşağısındaki bir çiftlikten belki, bir köpek ulumaya başladı; upuzun, acı dolu bir iniltiydi, korkmuş gibi. Ulumaya bir köpek daha katıldı, ardından bir tanesi daha, bir tane daha, en sonunda, Boğaz’da iç çeker gibi esen rüzgârın ve kasvetli karanlığın da etkisiyle hayal gücünü tetikleyerek adeta yurdun dört bir yanından geliyormuş gibi algılanan tek bir vahşi ulumaya dönüştü. Daha ilk ulumada atlar ayak direyip şahlanmaya başlayınca sürücü hayvanları konuşarak yatıştırdı, atlar sakinleşmesine sakinleşti ama aniden ürküp kaçmış gibi hepsi terliydi ve titriyordu. Sonra, ta uzaktan, iki yanımızda yükselen dağlardan, çok daha güçlü, daha yırtıcı bir uluma başladı –kurtların marifetiydi– ve beni de atlarla aynı şekilde etkiledi, zira ben faytondan atlayıp kaçmayı aklımdan geçirirken atlar da tekrar şaha kalkarak kudurmuşçasına öne fırladı, öyle ki sürücü dizginleri elinden kaçırmamak için muazzam bir güçle asılmak zorunda kaldı. Gerçi birkaç dakika zarfında kulaklarım sese alıştı, atlar da iyice sakinleşince sürücü arabadan inip yanlarına gitti. Okşayıp kulaklarına bir şey fısıldayarak onları yatıştırdı, at terbiyecilerinin böyle yaptıklarını işitmiştim, etkisi olağanüstüydü çünkü adam okşadıkça hayvanlar eskisi gibi uysallaştı, hâlâ titriyorlardı ama. Sürücü tekrar yerine geçti, dizginleri şaklatarak müthiş bir hızla yola düştü. Bu kez, Boğaz’ın öbür tarafına geçtikten sonra, sağa keskin bir dönüş yaparak daracık bir yola saptı.

    Çok geçmeden ağaçların arasına daldık, yolu yer yer bir kemer gibi örten bu ağaç tünelinin içinden, sonra da iki yanımızda tekrar yükselerek bizi cömertçe koruyan haşin kayalıkların arasından geçtik. Korunaklı olsak da rüzgârın şiddetlendiği işitiliyordu. Uğultuyla esip kayalarda ıslık öttürüyor, yanından hızla geçtiğimiz ağaçları silkeliyordu. Hava soğudukça soğudu ve un gibi incecik kar yağmaya başladı, çok geçmeden de dört bir yanımız beyaz bir örtüye büründü. Kuvvetli rüzgâr köpek ulumalarını hâlâ taşıyordu, gerçi biz uzaklaştıkça cılız duyulur hale gelmişti. Kurt ulumaları ise adeta yaklaştıkça yaklaşıyordu, sanki dört bir yanımızı kurtlar sarmıştı. Giderek artan bir dehşet içindeydim, atlar da korkumu paylaşıyordu. Buna karşın sürücü zerre rahatsız değildi; sürekli sağına soluna bakınıyordu ama ben karanlıkta hiçbir şey göremiyordum.

    Ansızın, sol tarafımızda, mavi renkli cılız, titrek bir ışık gördüm. Sürücü de aynı anda gördü; atları hemen dizginledi ve yere atlayıp karanlıkta gözden yitti. Ne yapacağımı şaşırdım, üstüne üstlük kurt ulumaları iyice yakından geliyordu; ben kaygılanırken sürücü ansızın tekrar belirdi, tek kelime etmeden yerine geçti ve yolumuza devam ettik. Sanırım uyuyakaldım, olayı da rüyamda gördüm çünkü hiç bitmeyen bir döngüyü andırıyordu. Şimdi geriye dönüp bakınca korkunç bir kâbus gibi geliyor. Bir keresinde alevler yola çok yakın belirdi, hatta karanlığa rağmen sürücünün hareketlerini seçebildim. Derhal mavi alevlerin yükseldiği yere gitti –alevler çok cılız olsa gerek ki etrafını hiç aydınlatmıyordu– ve topladığı birkaç taşı belli bir düzene göre dizdi. Bir keresinde de alevler garip bir göz yanılsaması yarattı. Adam alevlerle arama girdiği halde görüntüyü engellemedi ve tayfı andıran titreşmesini yine de görebildim. Bu manzara beni irkiltti, lakin etkisi sadece bir an sürdüğünden, karanlıkta zorlanan gözlerimin beni yanılttığına yordum. An geldi mavi alevler belirmez oldu, biz de adeta daire çizerek peşimizden gelen kurtların ulumaları eşliğinde karanlıkta hızla ilerlemeyi sürdürdük.

    Sonra bir ara, arabadan inen sürücü daha önce hiç olmadığı kadar uzaklaştı. Yokluğunda atlar daha da beter titremeye, korkuyla kişneyip pofurdamaya başladı. Ortada bir sebep göremiyordum, ne de olsa kurt ulumaları tamamen kesilmişti ama tam o sırada, ay kara bulutların arasından sıyrılıp da çam ağaçlarının bürüdüğü sarp yamacın ardından ışığı vurunca, etrafımızı bir kurt çemberinin sardığını gördüm, diş gösteriyordu hepsi, pembe dilleri dışarı uğramış, gövdeleri sırım gibi, tüyleri kabarık. Sessiz duruşları ulurkenki hallerinden yüz kez daha ürperticiydi. Kendi namıma korkudan bir nevi felç geçirdim. İnsan bu tür bir korkuyu ancak onunla yüz yüze gelince hakikaten kavrayabilir.

    Kurtlar ay ışığının garip bir tesirine maruz kalmışçasına aynı anda ulumaya başladı. Atlar tepinip şahlandı, gözleri yuvalarından dışarı uğramış halleri içler acısıydı; dehşet çemberi dört yandan daralıyordu ve kaçacak yerleri yoktu. Arabacıya seslendim, gördüğüm kadarıyla çemberi kırıp kurtulmamızın tek yolu adamın imdadımıza yetişmesiydi. Bağırarak faytonu içeriden yumruklarken, çıkardığım gürültünün kendi tarafımdaki kurtları kaçıracağını, adamın da araca binmesine fırsat vereceğini umuyordum. Sürücü oraya nasıl geldi bilmiyorum ama buyurgan bir edayla bağırdığını işitip de sesin geldiği yöne baktığımda adamın yolun ortasında dikildiğini gördüm. Elle tutulamayan bir engeli dağıtır gibi uzun kollarını salladıkça kurtlar geri çekildi, iyice uzaklaştı. Tam o anda kalın bir bulut tabakası ay yüzeyini örtünce tekrar karanlığa gömüldük.

    Gözüm karanlığa alıştığı sırada sürücünün faytona tırmandığını, kurtların da ortadan kaybolduğunu gördüm. Tüm bunlar öyle acayip ve tekinsizdi ki büyük bir dehşete kapıldım, konuşamayacak ve kıpırdayamayacak kadar korkmuştum. Sağanak bulutları ayı kapattığından artık neredeyse zifiri karanlıkta yol aldığımız için zaman bir türlü geçmek bilmedi. Sürekli tırmanıyorduk, arada bir kısa süreliğine yokuş aşağı iner gibi gitsek de yol hep yokuş yukarıydı. Sürücünün arabayı koskocaman harap bir şatonun avlusuna soktuğunu aniden fark ettim. Uzun kara pencerelerinden zerre ışık sızmayan şatonun yıkık burçları ay ışığında kırık dökük dişleri andırıyordu.


    2. Romanya’da bugün Kaloşvar adıyla bilinen şehir. (ç.n.)

    3. Stoker burada kadınların korse giymediklerini belirten ve genellikle şişkolukla karıştırılan bir terim kullanıyor. (ç.n.)

    4. Alm. bay anlamında. (ç.n.)

    5. 19. yüzyıl ortalarında sokak kedilerine verilen at eti. (ç.n.)

    6. Hıristiyan inanışında işaret ve serçeparmağı kaldırılarak yapılan işaret. (ç.n.)

    7.

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1