Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Ölü Canlar
Ölü Canlar
Ölü Canlar
Ebook475 pages4 hours

Ölü Canlar

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

"Biz seçmeniz, müşteriyiz, son kullanıcıyız, hedef kitleyiz... Ölü canlar biziz aslında."
— İsmail Güzelsoy

Ölüp gitmş bir serf neye mi yarar? Çiçikov'a göre çok şeye! Uyanık Çiçikov, ölü serfleri alıp sattıkça her şeyin alınıp satılabildiği yeni düzenin resmi biraz daha net çıkıyor ortaya. Ölü serflere can katan Çiçikov okuru hüznün ve kahkahanın birleştiği yerde öylece bırakıveriyor.
LanguageTürkçe
Release dateJun 14, 2023
ISBN9786050964301
Ölü Canlar

Related to Ölü Canlar

Related ebooks

Reviews for Ölü Canlar

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Ölü Canlar - NIKOLAY V. GOGOL

    Ölü Canlar

    DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLARI:

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/nikolay-v-gogol

    Ölü Canlar

    Nikolay Vasilyeviç Gogol

    Orijinal adı: Myortvıye duşi

    Rusça aslından çeviren: Günay Çetao Kızılırmak

    Yayına hazırlayan: Sevim Erdoğan

    Türkçe yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Dijital yayın tarihi: /Şubat 2021 / ISBN 978-605-09-6430-1

    Kitap ve kapak tasarımı: Geray Gençer

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. AŞ

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No 3, Kat 10, 34360 Şişli - İstanbul

    Tel: (212) 373 77 00 Faks: (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Ölü Canlar

    Epik şiir

    Nikolay Vasilyeviç Gogol

    Çeviren:

    Günay Çetao Kızılırmak

    Ölü Canlar için önsöz

    İsmail Güzelsoy

    Ölü Canlar’ın yazıldığı dönemde Çarlık Rusyası’nda, bizdekine benzeyen entelektüel sancılar yaşanmaktaydı. Dönemin düşünce iklimini belirleyen ve giderek keskinleşen Batıcılık ile yerellik arasındaki gerilim her iki toplumda da sanatsal, bilimsel, felsefi ve siyasi akımların omurgasını oluşturuyordu.

    Kabaca özetleyecek olursak; Batıcılık, Batı uygarlığında ortaya çıkan değerleri yerelleştirmek ya da doğrudan adapte etmek eğilimiydi. Buna bir tepki olarak gelişen akımlar, Batı uygarlığına ait her üretimin o kültürlerin kendi iç dinamikleri sonucunda oluşmuş ve doğdukları toplumların ihtiyaçlarına cevap vermeye yönelik şeyler olduğunu, dolayısıyla her toplumun kendi değerlerini yerel kaynaklarından türetmesi gerektiğini söylüyordu. Bu ikinci görüşe göre aydının asli görevi tam da buna öncülük etmek, yerel/milli/geleneksel/dini kaynaklardan beslenerek modern yaşayışa uygun yeni bir yaşam kültürü inşa etmekti. Tabii bir yerel model yaratma arzusu sadece sanat, edebiyat, siyaset gibi özgül alanlarla sınırlı kalmıyor, giderek daha bütünselci bir karakter kazanıyordu.

    Bu zor misyona, otoriter baskı ve ağır devlet bürokrasisini de eklersek dönemin Rusyası ile bu coğrafyada yaşadıklarımız arasındaki benzerlik daha da belirgin hale gelecektir, ki Rus klasiklerinin Türkiye okuruna bu kadar derin etki etmesinin bir nedeni de bu benzerlik olsa gerek. Bu noktada bir de farktan söz etmek gerekiyor. Anadolu, İpek ve Baharat yollarının üzerinde bulunduğundan Doğu, yerellik ve Batı kaynaklarıyla tarih boyunca etkileşim halinde olmuştu. Bu ilişki içinde dinamik bir kimlik katmanlaşmasının yaşandığı bir güzergâhtı Anadolu. Oysa Rusya coğrafyası, bu anlamda Uzak Batı özelliği taşıyordu. Bu da bir yerel değerler manzumesi yaratmayı zorlaştıran nedenler arasında sayılabilir.

    Gogol’ün gençlik yıllarında Batı kültürüne karşı bir tepki olarak gelişen slavofili akımı aydınlar ve sanatçılar arasında hızla yayılmaktaydı. Nesir edebiyatı, büyük ağırlıkla şatafatlı salon dekorlarında geçen, karakterleri Fransızca konuşan ve öyle hareket eden elitlerden oluşan a la franca bir taklitten ibaretti. Evinden uzakta, St. Petersburg’da yaşayan genç Gogol, 30 Nisan 1829’da annesine bir mektup yazarak Ukrayna geleneklerini, törelerini, giysilerini ayrıntılı olarak tarif etmesini ister. Gerekçe olarak da yaşadığı yerde herkesin Ukrayna’ya ilgi duyduğunu belirtir. İşte bu mektubun yazılışından tam olarak 13 yıl sonra Ölü Canlar romanı yayımlanacaktır.

    Bunu söylemekle romanın Ukrayna folklorundan beslendiğini iddia etmiyorum. Ama Gogol’e annesinin yazdığı mektuptaki malzemelerin izleri Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları isimli eserde rahatlıkla izlenebilir. Bu malzemelerin ne kadarının Ölü Canlar’a katkısı olmuştur, bilmiyorum ama Gogol’ün edebiyat serüveninin, yerel olanı keşfetme gayretiyle biçimlendiği kesin. Gogol kendisinden önceki yazarlardan keskin bir şekilde ayrışarak, romanı şatafatlı bir arka plandan kurtardığı gibi onu güncel ve gerçekçi bir taşra hayatı dekorunda yeniden tasarlamış oldu böylece. Anlattığı hikâye masalsı, hiciv tarzında olduğu için de onu somut bir yerel çerçeveye oturtmak zorunda kalmayacaktı. Sansürün olduğu ortamlarda romancı, hikâyesini soyut ya da simgesel bir arka plana oturtmayı tercih eder, bilinen bir durumdur. Zaten coğrafya, etnik çeşitlilik vs. gibi değişkenler de bu tercihi zorlar niteliktedir. Kuzeyinde bir kar ve buz çölü, doğusunda Mançurya’ya kadar uzanan kasvetli ve dünya dışı arka planda yerel insanı tanımlamak, ancak onun en evrensel özelliklerini işlemekle mümkün olabilirdi. Yerel kimliğin omurgası bir Slav kimliğinden ziyade, insanın en yalın hali olacaktı. Hem tuhaf hem de kaçınılmaz bir çözümdü bu. Etnisite ve inanç bakımından zengin bir çeşitliliğe sahip o karmaşık coğrafyada, bütün yerel unsurları kapsayacak bir kimlik projesi, bir bakıma bütün bu kimliklerin üzerine çıkarak insanın cevherine ulaşmayı gerektiriyordu ki Gogol’ün yaptığı tam da buydu.

    Rus Edebiyatı Üzerine Dersler’inde Nabokov, Ölü Canlar’ın bütünüyle Gogol’ün kafasından, kâbuslarından doğduğunu söyler. Bu ne kadar doğrudur, tartışılır tabii ama Nabokov’un sözünü ettiği kâbusların ve aklın merkezinde, o engin coğrafyanın her yerinde yaşayan insanları anlatma arzusu vardı. Yazarın evrensel insana yönelmekten başka şansı yoktu demektir bu da. Gogol’de coğrafya yalnızca kader değil, bir imkâna dönüşmüş oldu, diyebiliriz. Böyle bir arka planda, hemen hemen kendisinden sonraki bütün yazarların üzerinde, değişen oranlarda iz bırakacak olan Ölü Canlar ile Rus edebiyatının altın çağı başladı ve süreç, yüzünü bu ustaya dönen Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inin yayımlanmasıyla (1880) sona erecekti.

    Gogol’ün, yaşadığı iki kutuplu gerilimden ortaya çıkardığı insan odaklı anlatı, bir roman geleneğini başlatmış oluyordu. İnsanın en rafine haline yönelen bu gelenek, kaçınılmaz olarak günahı keşfedecektir. İşte tam oraya neşter vurursanız üzerinize sıçrayacak olan şey zaman-aşırı ve mekân-aşırı, kristal bir gerçeklik olacaktır. İyilik yerel, kötülük evrenseldir. Kötülüğü izledikçe insana daha da yaklaştıklarını keşfeden bu geleneğin ardılları, altın çağın büyük eserlerini yaratacaktı. Altın çağın ilk nesir ustası olan Gogol’ün etkilediği büyük romancı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanını başkarakteri Raskolnikov aslında Ölü Canlar’daki Çiçikov’un bir türevi değil midir? O maya tutmuştur yani. İnsanın içindeki iyilik, yaratma hevesi, dürüstlük değil; onun yıkıcı, saldırgan, sahtekâr dünyası sergilenerek roman olgun ve gerçekçi bir çerçeve yaratabilmiştir. Çevre tasvirleri, mekânlar, mimari, doğa vs. hepsi kahramanın evrensel kimliğini desteklemek için kullanılmış birer geri plan dokusudur. İnsan her zaman romanın odağında olacaktır. Çok renkli çevre tasvirleri bile karakterlerin içinde hareket edebileceği bir sahneden başka bir şey değildir.

    Suç ve Ceza’nın sorduğu sorular, insanların topluluk halinde örgütlendiği her durumda geçerli olacak şekilde bu insan odaklı bakıştan beslenir. Bugün bile, Suç ve Ceza hukuk fakültelerinde de, ilahiyat fakültelerinde de zorunlu ders kitabı olarak okutulursa aklı başında kimse buna karşı çıkmayacaktır, diye tahmin ediyorum. Belki de okutuluyordur, ben bilmiyorum. Öyle bir eserden söz ediyoruz ki, hem hukuk fakültesi gibi dünyevi, seküler bir alanın kapsamına girebiliyor hem de ilahiyat gibi uhrevi değerler manzumesine uyum sağlayabiliyor. Bu eserler yazıldıkları özgül toplumsal koşulları aşıp bugün bile bize bir şey söyleyebiliyor çünkü, dediğim gibi, yerel insan arayışında aslında en evrensel olana varmıştır Rus yazar. Elindeki malzeme çok zengin bir mozaiktir çünkü. Ondan çıkacak tek şey evrensel bir insan tasarımı olabilirdi.

    1842 yılında yayımlanan romanın günümüz toplumlarına dair söyleyecek sözü varsa, romancı büyük bir kâhin ve de durum vahim demektir. Romanın tanımladığı düşkünlük halinin egemen olduğu söylenebilir o zaman. Sanki roman günümüzde yazılmış da 2010’ların toplumsal ilişkilerini, simgesel ya da metaforik yapılar üzerine inşa etmek için 19. yüzyılı seçmiş bir metin gibidir.

    Günümüzde simgesel karşılık bulacak olan şey yalnızca birinin, kazanç hırsıyla, ölmüş serfleri satın alması değil. Çiçikov’un bu davranışına karşın, işin ucunda daha çok para olabilir vesvesesiyle ölü canlarıını satmak istemeyen Nastasya Petrovna’nın tutumu da günümüz insanının tepkilerini çağrıştırmıyor mu? İçine gömüldüğü kesif cehalete rağmen, çıkar karşısında bir anda cevvalleşen bu karakter tanıdık gelmiyor mu bize?

    Günün birinde serflik sona erecek, dünya dönüşecek, dijital devrim yaşanacaktır filan ama Gogol bilir ki Çiçikov ve onun muhataplarının yaşayacağı ilişkiler daha da keskinleşecektir. Onun ulaştığı günahkâr insan, değerlerinden kolaylıkla boşanıp, en olmadık yerlerde, en acımasız ilişkiler içinde yeni kazanç imkânları arayan bir kimliktir, ki bana kalırsa Çiçikov karakteri bile tek başına şaşırtıcı bir kehanettir. Dünyadan göçüp gitmiş garip insanların ismini satın alarak kâr sağlayabilen bu düşkün varlık, günümüz neoliberal dünyasını yaratan ajanların prematüre bir örneğinden başka bir şey değildir.

    Gün gelecek, tarafların üzerine uzlaştığı bir saçmalık, birilerinin onu ihtiyaç olarak tanımlamasından dolayı değerli hale gelecek der gibidir Gogol. Somut varlıklar, nesneler, insanlar alınıp satılıyorsa onların bir zamanlar bu dünyada bulunuşu da para etmez mi? Varsayımın giderek vardan, sanalın mevcuttan daha kıymetli olduğu bir çağı hayal ederek yazar gibidir. Kredi kartını görür sanki. İnsanların yaşamadıkları zamanlarda, kazanmadıkları parayı harcadığı bir dünyayı... Bir arama motorunun ismine milyarlarca doların ödendiği bir dünyayı... Gogol, Google’a karşı bizi uyarıyor olabilir mi?

    Twit hesabından bir ürünün adını anması için ünlü bir yıldıza dudak uçuklatan paralar ödeniyor, insanlar çocuklarına bir hamburger zincirinin ismini vererek para kazanıyor, bir web alan adı için milyonlarca dolar konuşuluyor, çocuklar sokakta oynayamadıkları oyunların dijital/sanal versiyonlarıyla vakit geçiriyor, sosyal ağlarda süren hayali bir varlık olarak kendimizi yeniden yeniden tasarlıyoruz ve biz bütün bunların üzerinde salınıp duran ölü canların hayaletinden bakışlarımızı kaçırıyoruz. İçinde yaşayamayacağımız evlerin kredi borcu için didinirken, çalışmayacağımız işlerin eğitimini alırken, harcayamayacağımız paraları kazanırken, kazanmadığımız paraları harcarken, yalan olduğunu bildiğimiz beyanları sessizce kabul ederken, sevmediğimiz insanlara dokunurken üzerimizden ölü canların yorgun soluğu geçecektir. Çiçikov artık bir serbest girişimci olarak kutsanmıştır çünkü. Bu çağın kahramanıdır o... Bütün özlemlerimiz, sırlarımız, umutlarımız, hayal kırıklıklarımız, fikirlerimiz, küfürlerimiz, şiirlerimiz, fotoğraflarımız bir gece başka birine satılmıyor mu? Facebook hissesi satın alan herkes bizden bir parça edinmiyor mu? Telefon numaralarımız nasıl o firmaların eline geçiyor? Zannettiğimiz gibi birer dünya filan değiliz. Biz seçmeniz, müşteriyiz, son kullanıcıyız, hedef kitleyiz... Ölü canlar biziz aslında.

    Bu nefis romanda gözden kaçmaması gerektiğin düşündüğüm birkaç ayrıntı var:

    Ölü Canlar sıfat tamlamasındaki can kelimesi o dönem Rusçada bir ölçü birimi olarak kullanılmaktadır. Altı can serf, gibi...

    Ölü Canlar, Rus romancılığında sıradan insanların hayatının hikâye edilmeye başladığı gerçekçi dönemin başlangıcıdır. Her ne kadar büyük yazar, romanını seyahat-serüven türünde bir eser olarak görmüşse de günümüz eleştirmenleri bunu pek kabul etmez. Gogol’ün romanına ilk olarak Çiçikov’un Seyahatleri ya da Ölü Canlar adını uygun gördüğünü biliyoruz. Çiçikov’un çiftlikleri dolaşıp ölü canları satın alış serüvenini bir tür Odessey’in Seyahatleri gibi hayal eder yazar. Ancak anlatı daireseldir. Bu yönüyle de ciddi eleştirmenler açısından Ölü Canlar bir pikaresk eserdir. Bence de kompartımanların güçlü bir kurguyu izlemediği, hatta biraz rastgele bir araya toplanmış olduğu, olayların gevşek bağlarla birbirine bağlandığı pikaresk türüne sokulabilir Ölü Canlar. Her şeyden önce bu türün kahraman tipolojisine çok uygun bir karakterdir Çiçikov. Etik kaygıları olmayan, hoyrat ve hesapçıdır. Romandaki alegorik anlatımı Dante’nin Inferno’suyla kıyaslamak çok abartılı geliyor bana. Bu da dönem dönem tartışılmış bir şey ama bu iki eseri kıyaslamak biraz fazla zorlama.

    Nabokov, Gogol’ü anlatırken çok önemli bir ayrıntıya dikkatimizi çeker. Onda alışılmış anlatı klişeleri yoktur, bütünüyle kendi tanımlarını, kendi dilini yaratmak peşindedir. Hatta, eserin Rusça dışında okunamayacağını da iddia eder, mevcut çevirileri de yavan, düz ve mıymıntı bulur. Bazı eleştirmenler haklı olarak Nabokov’un ifadelerini abartılı bulsa da onun işaret ettiği bir ayrıntıyı atlamamak gerek: Gogol, edebiyatı alışılmış tanım ve kalıplardan çıkararak, yazarın kendi özgül dilini yaratması gerektiğine dair çok güçlü bir örnek ve bu anlamda özgül tasvir geleneğinin de önemli bir aşaması kabul edilebilir. Onun dili, tasvirleri, Rus nesir dilinde güçlü bir dönüşümün erken dönem örneğidir.

    Raskolnikov ismi yarılma/ihtilaf anlamına geliyor. Roman kahramanının isminin seçiminde de Dostoyevski, ustası Gogol’den etkilenmiş görünüyor. Ölü Canlar’daki karakterlerin pek çoğunun adı, karakteri tanımlayacak gülünç bir isimden türetilmiştir. Sözgelimi daha sahneye çıktığı gibi hapşıran, Çiçikov, hapşırık kelimesinin bozunumundan elde edilmiştir. Manilov, aklını çelmek, ayartmak, Sobakeviç köpek, Koroboçka, kutucuk, Nozdryov burun deliği demektir.

    Romanın başlarında Nastasya Petrovna, kahramanımızın arabasını anayola çıkarmak için yanına bir küçük kız katacaktır ama onu geri göndermesini rica eder. Daha önce birilerine yardım etmek için yine bir çocuk vermiş ama onlar çocuğu geri göndermeyip kaçırmıştır, kadın bundan yakınır. Bence öylesine laf olsun diye araya konulmuş bir ayrıntı değil bu. Gogol, ölü canlar kadar diri canların da bir yağma nesnesi haline geldiğini fısıldıyor. Biz ölü canların alınıp satılmasıyla ilgileniyoruz romanımızda, çünkü bu durum şimdilik gülünç. Dile getirdiğimizin gerisindeki ahlaki düşkünlük hali çok daha derindedir der gibidir yazar. Çünkü gelecek yüzyıllarda ölü canların satılıp alınması bir gülünçlük değil, takdir edilen bir girişimcilik örneği olarak görülecektir.

    Yazardan okura

    ¹

    Kim olursan ol, ey okur, hayatın her neresinde durursan dur, hangi unvana sahip –üst mertebelere erişmiş biri yahut sıradan bir sınıfın mensubu– olursan ol Tanrı sana okuryazarlık bahşetti de kitabım eline geçtiyse eğer, bana yardımcı olmanı rica ederim senden.

    Muhtemelen ilk baskısını okuduğun bu kitapta bir yurttaşımız konu edildi. Kahramanımız, Rusya topraklarında gezer, asil ve sıradan her sınıftan insanla karşılaşır. Anlatıya onu konu etmemizin sebebi, Rus insanının meziyet ve faziletlerinden çok, eksik ve kusurlarını gösterme arzumuzdur; ayrıca çevresindeki tüm insanlar da zaaflarımızı ve kusurlarımızı göstersin diye seçilmiştir; iyi insanların ve karakterlerin ortaya çıkışı diğer bölümlere bırakılmıştır. Bu kitapta birçok şey yanlış, Rusya’da gerçekte olduğundan farklı resmedilmişse eğer bu benim her şeyi bilmemin imkânsızlığından ötürüdür: Tek başına, topraklarımızda olup bitenin yüzde birini bile öğrenemeyeceği kadar kısadır insan hayatı. Üstelik yanılgılarım, toyluğum ve aceleciliğim birçok hataya ve gafa yol açtığından her sayfada düzeltilmesi gereken birçok şey bulunur: Beni düzeltmeni rica ederim senden, okurum. Bu işi hafife alma. İyi bir eğitim aldıysan, mümtaz bir hayattan geliyorsan, kitabım gözünde değersizse, onu düzeltmek, görüşlerini bildirmek sana küçük bir iş gibi görünüyorsa bile, bunu yapmanı rica edeceğim senden. Sana gelince, az eğitimli ve düşük rütbeli okurum, bana bir şey öğretemeyecek kadar cahil hissetmeyesin sakın kendini. Yaşamış, görmüş geçirmiş, insanlarla karşılaşmış her kişi, bir başkasının göremediğini görmüş, bir başkasının bilemediğini öğrenmiştir muhakkak. İşte bu yüzden beni görüşlerinden mahrum bırakma: Dikkatli okuduysan, koca kitapta yorumlayacağın bir şeylere muhakkak rastlamışsındır.

    Sözgelimi, ne iyi olurdu, engin tecrübelere ve hayat bilgisine sahip, anlattığım çevrelerin insanını iyi tanıyan biri çıkıp da kitaba ilişkin notlar tutsaydı, eline kalem kâğıt almadan başlamasaydı okumaya ve birkaç sayfayı okuyup bitirdikten sonra, bütün hayatını, karşısına çıkan tüm insanları, şahit olduğu hadiseleri, bizzat gördüğü ya da başkalarından duyduğu, kitabımdakilere benzeyen ya da karşıtı olayları anımsayıp, hatırladığı şekliyle tasvir etseydi de tüm kitabı okuyana dek doldurduğu kâğıtları peyderpey yollasaydı bana. Ne kıymetli bir hizmette bulunmuş olurdu o okur! Hem üslubu ve ifade güzelliğini dert etmesine de gerek yok; önemli olan ortaya çıkan , işin hakikat’idir, üslup değil. O okur bana bir sitemde bulunmak, sövmek yahut herhangi bir mevzuyu muğlak veya yanlış tasvir ederek fayda yerine zarar getirdiğimi söylemek isterse, fazla seremoniye gerek duymadan yapabilir bunu. Her şey için minnettar olurum ona.

    Ayrıca, üst sınıftan, kitabımda anlatılan çevreden her şeyiyle, yaşam şekliyle ve eğitimiyle ayrılsa da içinde yaşadığı sınıfı iyi bilen bir okur da aynı şekilde kitabımı yeniden okuyup, ömrünce karşılaştığı tüm üst sınıf mensuplarını gözünün önünden şöyle bir geçirse, bu sınıflar arasında bir yakınlaşma var mı yok mu, kimileyin üst çevrelerde de altta olanlara benzer şeyler yaşanıyor mu yaşanmıyor mu söylese ne iyi olurdu. Ve aynı okur, bu hususta aklına gelen her şeyi, yani yazdıklarımı onaylayan hadiseleri de yalanlayan hadiseleri de gözünün önünde cereyan ettiği şekilde anlatsaydı bana; huyları, eğilimleri ve alışkanlıklarıyla insanları, etraflarındaki eşyaları, giysiden mobilyaya, yaşadıkları evlerin duvarlarına kadar hiçbir ayrıntıyı atlamadan üstelik. Halkın en güzide kesimi olan bu sınıfı tanımam gerek. Rus yaşantısının her yönünü, en azından kitabımı yazmaya yetecek ölçüde öğrenmeden eserimin son ciltlerini kaleme alamam.

    Dahası, hayal gücü kuvvetli, insanların çeşitli hallerini bilen, farklı farklı alanlarda nasıl davranacaklarını kestiren, kısacası okuduğu her yazarın düşüncelerine derinlemesine temas edebilen bir okur çıksaydı da, kitabımda adı geçen tüm şahısları dikkatle inceleyip, şu veya bu durumlarda nasıl davranacaklarını, gidişata bakılırsa ileride başlarına neler gelebileceğini, ne tür yeni olaylarla karşılaşacaklarını, anlattıklarıma nelerin daha eklenebileceğini söyleseydi hiç fena olmazdı doğrusu. Bu kitabın yeni ve daha iyi bir baskısı yayımlanmadan önce göz önünde bulundurmak isterdim uyarılarını.

    Bana yorumlarını bildirmeye hevesli okurdan tek bir ricam olacak: Onunla aynı eğitimi almış, aynı zevk ve düşünceleri paylaşan, açıklamaya gerek kalmadan birçok şeyi çözebilen biri için yazdığını düşünmek yerine, karşısında eğitim seviyesi ona kıyasla çok daha düşük, hemen hemen hiçbir şey öğrenmemiş bir insanın durduğunu hayal etsin. Hatta benim yerimde bütün hayatı ücra bir yerde geçmiş yabani bir köylünün olduğunu düşünsün: Her durumu en ince ayrıntısına dek açıklamak, çocukla konuşur gibi basit sözcükler seçmek, anlayabileceğinin ötesinde ifadeler kullanmamak gerektiğini unutmasın. Kitabımla ilgili uyarılarda bulunacak kişi bunları daima hatırında tutarsa, hem yorumları düşündüğünden daha anlamlı ve ilginç olur, hem de bana gerçek bir fayda sağlar.

    İmdi, bu yürekten ricam okurlarımın saygısına nail olur da isteklerimi yerine getirmeye gönüllü iyi kalpli kimseler sahiden bulunursa, yorumlarını bana, adımı yazacakları paketi tekrar paketleyerek Sankt-Petersburg Üniversitesi Rektörü Ekselans Pyotr Aleksandroviç Pletnyov’un adına Sankt-Petersburg Üniversitesi’ne veya Moskova Üniversitesi profesörü Sayın Stepan Petroviç Şevıryov’un adına Moskova Üniversitesi’ne –kime hangi şehir daha yakınsa– gönderebilirler.

    Tüm gazetecilere ve edebiyatçılara da kitabıma ilişkin bir nebze ölçüsüz ve insana has coşkunluktan nasibini almış önceki yorumları için samimiyetle şükranlarımı bildirir, bu defa sadece kafama değil ruhuma da iyi gelen yorumlarından beni mahrum bırakmamalarını rica ederim. İknaya ve öğretmeye yönelik her sözlerini minnettarlıkla kabul edeceğimi içtenlikle bildirmek isterim.


    1. Nikolay Gogol’ün Ölü Canlar’ın ikinci baskısı için yazdığı önsözdür. (ç.n.)

    Birinci cilt

    1

    N. şehrindeki bir hanın avlu kapısından içeri, daha çok bekârların bindiği türden küçük, güzel bir briçka² girdi. Emekli yarbayların, yüzbaşı ve üsteğmenlerin, yüz civarında cana sahip toprak ağalarının, kısacası orta halli denilen tüm beylerin arabasıdır bu. Briçka’nın içinde ne pek yakışıklı, ne pek çirkin, ne fazla şişman, ne fazla ince, ne çok yaşlı diyebileceğimiz ne de pek genç bir beyefendi oturuyordu. Hanın karşısındaki meyhanenin önünde dikilen iki Rus köylüsü, oturandan çok arabaya ilişkin, kendilerince birtakım yorumlarda bulundularsa da gelişi ne bir gürültüye yol açtı şehirde ne de öyle özel bir olaya. Şuna bak dedi biri diğerine, tekerlek de tekerlekmiş! Ne dersin, Moskova’ya kadar gider mi? Gider diye yanıtladı öteki. Ama Kazan’a kadar gidemez ha? Kazan’a kadar gidemez diye yanıtladı diğeri. Konuşma burada sona erdi. Hana yaklaşırken briçka’nın yoluna genç bir adam çıktı; üzerinde beyaz tüylü kumaştan oldukça dar ve kısa bir pantolon vardı; son moda redingotunun altında tabanca şeklinde bronz bir kravat iğnesiyle tutturulmuş plastronu görülüyordu. Genç adam arkasını döndü, arabaya baktı, rüzgârdan neredeyse uçacak gibi olan kasketini tuttu ve yoluna devam etti.

    Avluya girdiklerinde arabadan inen beyefendi, hizmetkâr ya da Rus hanlarında dendiği şekliyle polovoy³ tarafından karşılandı. Briçka’yı görür görmez elinde peçete dışarı fırlayıveren bu adam öyle canlı ve çevik biriydi ki yüzünü seçebilmek imkânsızdı. Boyu upuzundu; pamuklu kumaştan uzun setresinin sırtı neredeyse ensesine değiyordu. Saçlarını geriye doğru attı ve Tanrı’nın bahşettiği odayı göstermek için beyefendiyi ahşap koridordan hızlı adımlarla geçirip yukarı doğru çıkardı. Oda malum han odasıydı. Zaten han da malum hanlardandı; erik kurusuna benzeyen hamamböceklerinin cirit attığı, yan odaya açılan kapıya konsol dayanmış bir odaya, memleketin tüm şehirlerinde iki ruble karşılığında sahip olabileceğiniz o hanlardan... Kapının öte tarafında ise sessiz sakin gözükse de olağanüstü meraklı ve yolcuyu olabildiğince yakından tanımak isteyen bir komşu kalır her zaman. İki katlı hanın upuzun dış cephesinin de içerden farkı yoktu; alt katın zaten kirliyken kötü hava şartlarının da etkisiyle büsbütün kararmış olan koyu kırmızı tuğlaları sıvanmadan bırakılmış, üst kat ise o bilindik sarı renge boyanmıştı. Aşağıda hamut, halat ve koyun postlarının yığıldığı tezgâhlar duruyordu. Köşedeki tezgâhın başında, yani aslında pencerenin hemen içinde, kıpkırmızı bakırdan semaveriyle sbiten’ci⁴ oturuyordu. Adamın yüzü de bir o kadar kırmızıydı; öyle ki uzaktan bakıldığında, biri katran karası sakallı iki semaverin durduğu sanılabilirdi pencerede.

    Yeni gelen beyefendi odasını incelerken pılı pırtısı, ilk olarak da az yol tepmediği her halinden belli beyaz deriden valizi içeri taşındı. Gocuklu, kısacık bir adam olan arabacı Selifan ve belli ki beyinin sırtından düşme bol bir setre giymiş, koca dudaklı, koca burunlu, biraz sert görünümlü otuz yaşlarındaki uşak Petruşka’ydı valizi taşıyanlar. Ardından Karelya kayınından özel kakmalarıyla küçük bir maun kutu, kundura kalıpları ve lacivert kâğıt içinde kızarmış tavuk taşındı içeriye. Yerleşme işi bittiğinde arabacı Selifan atlarla uğraşmak için ahıra yollandı, uşak Petruşka’ysa paltosuyla kendisine has kokuyu çoktan taşıdığı sofadaki küçük karanlık odaya çekildi; bu koku, daha sonra getirdiği türlü uşak giysisiyle dolu çuvala da sinmişti. Üç ayaklı daracık yatağı duvara dayadı, üzerine şilte benzeri bir şey örttü; krep gibi ölü ve yassı bir şeydi bu ve belki han sahibinden koparmayı başardığı krep kadar da yağlıydı.

    Hizmetkârlar koşturadursun, beyefendi de oturma salonuna geçmişti. Seyahat edenler iyi bilir bu salonları: Yağlıboya duvarlar yukarılara doğru pipo dumanından kararmış, aşağılar ise yolcular, daha çok da yerli tüccarlar –zira pazarın kurulduğu günler tüccarlar altışarlı yedişerli gruplar halinde buralara uğrayıp birkaç fincan çay içmeden edemezler–sırtlarını sürttükçe kirlenmiştir; tavan olduğu gibi isle kaplıdır; sahildeki kuşlar kadar çok çay fincanını tepsiye yükleyip sallaya sallaya taşıyan polovoy’un aşınmış naylon döşemenin üzerinde her koşturmasında minik camları şıngırdayıveren is içinde bir avize sarkar yukarıdan; oraya buraya yağlıboya resimler asılmıştır. Sözün özü, hep aynı şeyler, belki tek bir farkla: Tablolardan birindeki perinin, okurun herhalde hayatı boyunca görmediği irilikteki göğüsleri... Doğanın bu tür cilvelerine, Rusya’ya ne zaman, nereden ve kim tarafından getirildiği meçhul tarihi resimlerde rastlanır bir tek; kimileyin de sanatsever soylularımızın İtalya’da rehber tavsiyesine uyarak bolca satın aldıklarından birinde. Yeni gelen beyefendi şapkasını çıkardı, boynundaki rengârenk yün atkıyı çözdü; bu tür atkıları evli erkeklere karıları örer ve boyunlarına nasıl dolayacaklarına dair gerekli bilgilerle donatırlar kocalarını; bekârlara kimin ördüğünü ise kesin olarak söyleyemem. Tanrı şahit, hiçbir zaman böyle bir atkım olmadı. Evet, rengârenk atkısını çözen beyefendi kendisine yemek söyledi. Lahana çorbası ve bir yolcunun uğraması ihtimaline karşı birkaç hafta boyunca özellikle saklanmış yufka böreği, yanına nohutlu beyin tava, üstüne lahanalı sosis, kızarmış tavuk, turşu ve her zaman hizmete hazır o pek bilindik yufka tatlısı; kimi ısıtılmış, kimi büsbütün soğuk olarak masaya getirilirken, beyefendi de hizmetkârı ya da polovoy’u sorguya çekmeye koyuldu. Oteli daha önce kim işletiyordu? Şimdiki sahibi kimdi ve ne kadar kazanıyordu? Acaba üçkâğıtçının teki miydi bu adam? Polovoy, son soruya alışkanlık icabı, A evet, üçkâğıtçının tekidir kendisi diye yanıt verdi. Aydın Avrupa’da olduğu gibi aydın Rusya’da da bir lokantaya gelip de hizmetkârla sohbet etmeden, hatta kimileyin şakalaşmadan yemeğini yiyemeyen saygıdeğer insanlara çok sık rastlanır. Yine de yabancının yönelttiği soruların hepsine boş denemezdi; şehirde kimin vali, kimin maliye müdürü, kimin savcı olduğunu sordu, önemli memurların birini bile atlamadı. Ardından, meraktan çok büyük bir titizlik örneği göstererek bütün önde gelen toprak ağalarını saydırdı adama. Kimin kaç köylüsü vardı? Falanca, şehirden ne kadar uzaklıkta yaşıyordu? Filanca, nasıl bir karaktere sahipti? Şehre ne sıklıkta gelip giderdi? Ayrıca bölgenin durumuyla ilgili anlatılanları da büyük bir dikkatle dinledi beyefendi. Şehirde ölümcül sıtma, çiçek gibi salgın hastalıklar görülmüş müydü?.. Beyefendinin soru seçimindeki titizliği ve ayrıntılara olan ilgisi basit bir meraktan fazlasına işaret ediyordu. Ağırbaşlı bir havası vardı ve çok yüksek sesle sümkürüyordu. Nasıl beceriyordu bilinmez, fakat burnuyla çıkardığı ses boru sesini andırıyordu. Bu kanımca masum özellik, hizmetkârın epey saygısını kazandırdı ona, zira adam bu sesi her duyduğunda saçlarını geriye atıyor ve daha da nazik bir edayla beyin bir isteği var mı yok mu soruyordu. Yemekten sonra beyefendi bir fincan kahve içti, divana oturdu, sırtına Rus hanlarında içini yumuşacık yün yerine tuğla yahut kaldırım taşına pek benzeyen bir şeyle doldurdukları yastıklardan koydu. Esnemeye başladığını fark edince de kendisini odasına kadar geçirmelerini emretti. Uzandı ve iki saat uyudu. İyice dinlendikten sonra hizmetkârın ricası üzerine bir kâğıt parçasına, polise ve gerekli yerlere bildirilmek üzere rütbesini, adını ve soyadını yazdı. Merdivenlerden inen polovoy, kâğıttaki sözcükleri şöyle heceledi: "Altıncı dereceden devlet memuru⁵ Pavel İvanoviç Çiçikov, toprak ağası, özel işleri için seyahat etmektedir."

    Polovoy, notta yazılanları heceleyedursun, Pavel İvanoviç Çiçikov da dolaşmaya çıktı. Anlaşılan şehirden hoşnut kalmıştı, zira buranın da diğer şehirlerden hiçbir konuda geri kalmadığına karar vermişti. Taş evlerin sarı boyası insanın gözünü alıyor, ahşap evlerin kurşuni rengi ağırbaşlılıkla daha da koyu görünüyordu. Evler ya bir ya iki ya da vilayet mimarlarının pek güzel bulduğu asma katlar yüzünden bir buçuk katlıydı. Kimi yerlerde evler tarla genişliğindeki sokağın, bitmek bilmez ahşap çitlerin arasında kaybolup giderken, kimi yerlerde kümeler oluşturuyor, buralar daha bir hareketli ve canlı görünüyordu. Orada burada, yağmurun silikleştirdiği kraker veya çizme resimleriyle bezeli tabelalara rastlamak mümkündü; mavi pantolon levhasının altında Arşovalı⁶ bir terzinin imzası vardı; köşede Yabancı Vasiliy Fyodorov yazılı bir kasket dükkânı göze çarpıyordu; bizim tiyatrolarda oyunun son perdesinde sahneye çıkan konukların giydiği türden fraklar içindeki iki oyuncusuyla bilardo masası resmi de ilginçti. Oyuncular istekalarla nişan almış vaziyette çizilmişlerdi; kolları dışa doğru hafiften bükük, bacakları çarpıktı, az önce havada bale figürleri yapmış gibi bir halleri vardı. Bütün bunların altında Müessese budur yazıyordu. Sokağın orta yerinde, ceviz, sabun ve sabuna benzeyen kurabiyelerin dizildiği masalar duruyordu; köşedeki lokantanın kapısına karnına çatal saplanmış şişman bir balık resmi asılmıştı. Yine de en sık rastlanan, kararmış iki başlı devlet kartallarıydı; bir süredir bunların yerini kısa ve öz yazılar almıştı: İçki evi.⁷ Kaldırımlar her yerde bozuktu. Yeşil yağlıboyayla bir güzel boyanmış üçgen payandaların çevrelediği, kökleri pek tutmamış incecik ağaçlardan oluşan şehir bahçesine de uğradı Çiçikov. Boyları bir kamışınkini geçmeyen bu ağaççıklardan gazetedeki açılış töreni yazısında şöyle bahsediliyordu oysa: Valimizin inayeti sayesinde şehrimiz sıcak günlere ferahlık veren, gölgesi bol, geniş yapraklı ağaçların bulunduğu bir bahçeyle güzelleştirildi. Ayrıca, Vatandaşların kalpleri minnetten titrer, sayın valimize şükranlarının nişanesi gözyaşları sel olup akarken, duygu yüklü anlar yaşandı deniyordu gazetede. Demiryolu bekçisinden kiliseye, devlet dairelerine ve valinin makamına giden kestirme yolları ayrıntılarıyla öğrenen yabancı, şehrin ortasından akan nehre bakmak üzere yürüyüşüne devam etti. Ayaküstü, direğe çakılı bir afişi odasına gittiğinde etraflıca okuyup incelemeye karar vererek kopardı. Elinde minik bir bohça taşıyan, askeri üniformalı bir oğlan çocuğunu peşine katmış ahşap kaldırım boyunca yürüyen hoş görünümlü kadını dikkatle izledi ve bulunduğu yerin konumunu iyice aklında tutabilmek için bakışlarını bir kez daha çevresinde gezdirdi, sonra hanın yolunu tuttu. Polovoy merdivenleri çıkmasına yardımcı oldu. Çiçikov çayını içip masasının başına geçti, kendisine bir mum getirilmesini söyledi, cebindeki afişi çıkarıp muma yaklaştırdı ve sağ gözünü hafifçe kısarak okumaya koyuldu. Doğrusu afişte öyle pek ilgi çekici bir şey yazdığı söylenemezdi: Bay Kotzebue’nun⁸ bir dramı oynanıyordu tiyatroda. Rolla’yı Bay Popliyovin’in, Kora’yı ise Zyablova adındaki bir kızın canlandıracağı oyunun diğer aktörleri ise adı sanı pek duyulmamış kişilerdi. Yine de hepsinin adlarını okudu yabancı, hatta parter fiyatlarına bile göz attı. Afişin vilayet idaresinin matbaasında basıldığını da öğrendikten sonra arka yüzü çevirerek başka bir şey yazıp yazmadığını kontrol etti; hiçbir şey bulamayınca gözlerini ovuşturdu, kâğıdı özenle katladı ve eline geçen bütün ıvır zıvırları biriktirdiği kutusuna koydu. Günü, bir porsiyon dana eti, bir şişe kvas⁹ ve koca Rus devletinin bazı yörelerinde dendiği gibi emme basma tulumba misali horlayacağı derin bir uykuyla noktaladı.

    Ertesi gün yabancı, tüm zamanını ziyaretlere ayırdı, şehrin bütün ileri gelenlerine uğramayı planlıyordu. İlk olarak valiye saygılarını sundu. O da aynı Çiçikov gibi ne pek şişman, ne pek zayıf biriydi; boynunda bir Anna Nişanı¹⁰ asılıydı; yıldıza¹¹ da aday gösterildiğinden söz ediliyordu; işin aslı çok iyi adamdı, tül üzerine el işi göz nuru nakış bile işliyordu. Ardından vali yardımcısını ziyaret etti Çiçikov; sonra savcıya, maliye müdürüne, polis komiserine, tekelciye, devlet fabrikaları genel müdürüne uğradı... Ne yazık ki şu dünyanın bütün muktedirlerini akılda tutmak güç. Kahramanımızın ziyaretler konusunda olağanüstü bir titizlik gösterdiğini söylemek yeterli olacaktır; sağlık müfettişini ve şehir mimarını bile ihmal etmedi. Çiçikov bir süre briçka’sında oturup başka kimlere uğrayabileceğini düşündü, fakat şehirde başka memur kalmamıştı. Bütün bu mevki sahiplerine büyük bir ustalıkla yaranmayı becermişti doğrusu. Valiye, insanın bu şehirde kendisini cennette gibi hissettiğini söylemişti; yollar adeta kadifedendi... Akıllı memurları işbaşına getiren hükümetlerin övgüye layık olduklarını da ekleyivermişti sözlerine. Polis komiseriyle konuşurken şehirdeki bekçilere dair pek hoş bir iki laf etmişti. Henüz yalnızca beşinci dereceye kadar yükselebilmiş vali yardımcısı ve maliye müdürüyle sohbeti sırasında iki kere yanlışlıkla beyefendi hazretleri demişti; berikiler bu dil sürçmesinden pek hoşlanmışlardı elbet. Ziyaretlerinin neticesinde, vali aynı gün evinde vereceği partiye, diğer memurların da kimisi öğle yemeğine, kimisi kart oynamaya, kimisi de bir fincan çaya davet etmişlerdi Çiçikov’u.

    Yabancı, kendisinden bahsetmekten kaçınır gibiydi. Konu kendisine gelse bile, dikkat çekici bir mütevazılıkla genel geçer laflar ediyor, üslubu sanki bir nebze kitabileşiyordu: Şu dünyada değersiz bir solucan kadar yer tuttuğunu, velhasıl fazla ilgiyi hak etmediğini, üç günlük ömründe çok şey görüp geçirdiğini, her zaman doğrudan yana olduğunu, bu yüzden sayısız acılardan geçtiğini, bir sürü düşman edindiğini; bunların, hayatına bile kastettiklerini, şimdiyse dingin bir yaşam sürmek için uygun bir yer aradığını ve buraya gelir gelmez ilk iş şehrin ileri gelenlerine saygılarını sunmayı borç bildiğini söylüyordu. Çok geçmeden valinin davetinde beliriveren yeni zatla ilgili öğrenilenler bunlardan ibaretti. Çiçikov bu davet için iki saatten biraz daha uzun bir süre hazırlandı; üstüne başına sıra dışı bir özen gösterdi. Kısa bir öğlen uykusunun ardından yüzünü yıkamak için su getirtti ve diliyle şişirdiği yanaklarını sabunla uzun uzun ovuşturdu; sonra polovoy’un omzundaki havluyu aldı ve adamın suratına doğru birkaç kez sümkürdükten sonra kulak arkalarından başlayarak tombul yüzünün her noktasını iyice sildi. Sonra aynanın karşısına geçip plastronunu giydi, burnundan fırlayan iki kılı yoldu ve yabanmersini rengindeki parlak frakını sırtına geçirdi. Böylelikle giyinme faslını tamamlayan Çiçikov’un briçka’sı tek tük fenerlerden yayılan cılız ışığın aydınlatmaya çalıştığı uçsuz bucaksız caddelerde yola koyuldu. Valinin evi bir baloya yaraşacak şekilde ışıl ışıldı. Kapının önünde fenerli bir fayton, iki jandarma, ötede arabacıların bağırışları; her şey olması gerektiği gibiydi. Salona giren Çiçikov bir anlığına gözlerini yummak zorunda kaldı; mumlardan, lambalardan ve hanımların elbiselerinden korkunç bir ışık yayılıyordu ortalığa. Her şey ışıkla yıkanır gibiydi. Siyah fraklar bir görünüyor bir kayboluyor, tek tek veya hep birlikte oraya buraya koşturup duruyorlardı; sıcak bir temmuz günü kilerci kadının pencere önünde kırıp parlak parçalara ayırdığı beyaz kelleşekere konup kalkan karasinekler gibiydiler. Çocuklar, kadının etrafını sarıp çekici kaldıran sert elleri hayretle izlerken hafif bir esintiyle havalanan sinekler ev sahibi edasıyla, korkusuz dalarlar içeri, ihtiyar kadının miyopluğundan ve güneşin yansımasından faydalanarak en leziz parçaların üzerine dağınık ve kalabalık kümeler halinde konarlar. Her köşeye leziz yemekler serpiştiren zengin yaz mevsiminin doyurduğu bu sinekler hiç de atıştırmak için girmezler içeri; tek amaçları kendilerini göstermek, şeker yığınının üzerinde bir oraya bir buraya uçmak, ön ve arka ayaklarını birbirine sürtmek ya da ayaklarıyla kanatlarını kaşımak veya ön ayaklarını ileri doğru uzatarak kafalarını okşamak, sonra geri dönüp tekrar uçmak, sonra tekrar can sıkıcı alaylar halinde içeri dalmaktır.

    Vali, Çiçikov’un çevresine bakınmasına bile fırsat vermeden koluna girip onu eşine takdim etti. Yeni gelen konuk burada da kendisini küçük düşürmedi: Rütbesi ne çok yüksek, ne çok düşük orta yaşlı birine yaraşır iltifatları bulup söyledi. Çiftler kalabalığı duvara doğru sıkıştırınca konuk ellerini arkasında kavuşturarak iki dakika kadar büyük bir dikkatle dansçıları izledi. Hanımların çoğunluğu modaya uygun giysiler içindeydi. Burada da her yerde olduğu gibi iki çeşit erkek vardı. Birinci grubu hanımların çevresinde dolaşan zayıflar oluşturuyordu; bunların bazılarını Petersburg’dakilerden ayırt etmek olanaksızdı, zira kimilerinin favorileri özen ve zevkle taranmıştı, kimilerininse pek düzgün sinekkaydı tıraşlı oval yüzleri vardı. Hanımların yanına tıpkı Petersburg’dakiler gibi dalgınlıkla yanaşıyor, tıpkı onlar gibi Fransızca konuşuyor, hanımları yine tıpkı onlar gibi güldürüyorlardı. Diğer erkek türünü şişmanlar ya da Çiçikov gibiler oluşturuyordu, yani ne şişman ne de zayıf sayılanlar. Bunlar aksine, uzak durmaya çalıştıkları hanımlara yan yan bakıyor ve hizmetkârın, yeşil vist¹² masasını kuracağı anı özlemle bekliyorlardı. Suratları tombul ve yuvarlaktı, kimilerininkinde siğiller göze çarpıyordu, hatta bazılarının çiçekbozuğu olduğu bile söylenebilirdi; saçları ne perçem perçem, ne bukle bukle, ne de Fransızların dediği gibi şeytan canımı alsın tarzında kesilmişti, ya kısacık ya da kafaya yapışıktı; yüz çizgileriyse yuvarlak ve kuvvetliydi. Bunlar şehrin saygıdeğer memurlarıydı. Heyhat! Bu dünyada şişmanlar, zayıflardan daha başarılı olagelmiştir her zaman. Zayıflar daha ziyade özel birtakım işlerle görevlendirilir ya da salına salına gezinmek suretiyle iş yapar görünürler; varlıkları sanki fazlasıyla hafif ve uçucudur, hiç güven vermezler. Şişmanlarsa asla önemsiz, eğreti yerlerde konumlanmaz, her zaman başrolleri kaparlar ve bir koltuğa bir kez yerleşmeye görsünler, pek sağlam, pek güvenli otururlar üzerinde, öyle ki koltuğun altlarında çatırdayıp çökme ihtimali onların yerlerinden kıpırdaması ihtimalinden daha yüksektir. Dış görünüşte parıltıya düşkün değillerdir; sırtlarındaki frak zayıflarınki gibi ustalıkla biçilmemiştir ama keselerinde tanrının nimetleri gizlidir. Zayıfın üç yılın sonunda ipoteğe verilmemiş tek bir canı kalmazken, şişman bir de bakmışsın şehrin öteki yakasında karısının adına bir ev satın almış, sonra yakınlarda küçük bir köy, sonra geniş tarlalarıyla koca bir kasaba. Şişman, Tanrı’ya ve hükümdara hizmetleriyle herkesin saygısını kazanır, köyüne çekilip sofrası herkese açık şanlı bir Rus beyi olarak yaşayıp gider sonunda.

    Hikâyenin devamını herkes bilir; Ruslarda âdet olduğu üzere, adamcağızın biriktirdiklerini zayıf vârisleri yurtdışı seyahatlerinde çarçur ederler. Topluluğu seyreden Çiçikov’un da böyle düşüncelerle meşgul olduğunu belirtelim. Sonunda o da şişmanların arasına katıldı ve aralarında bütün tanıdık yüzleri gördü: Kapkara, gür kaşları olan ve sol gözünü, sanki Haydi dostum, yan odaya geçelim, orada sana bir şey söyleyeceğim der gibi hafifçe kırpıştıran, aslında oldukça ciddi ve sessiz bir adam olan savcıyı; kısa boylu, ama sivri zekâlı bir filozof olan posta müdürünü; son derece aklıselim ve nazik biri olan maliye müdürünü... Hepsi de onu

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1