Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Goriot Baba
Goriot Baba
Goriot Baba
Ebook312 pages4 hours

Goriot Baba

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

"Goriot Baba'nın arkasında Shakespeare'in Kral Lear oyununun ruhu vardır."
— Yavuz Ekinci
Goriot Baba; dünya edebiyatının para, güç ve iktidar uğruna erdemlerinden vazgeçen insanların hikâyesini anlatan en tanınmış klasik eserlerinden biri. Kızları uğruna servetini, gücünü, onurunu bir kenara bırakan Goriot Baba; "sosyete"ye girmeyi tek amaç edinen Rastignac ve burjuva çağının Mephistopheles'i Vautrin'in kesişen yolları toplumsal bir eleştiri, dünyaya tutulan bir ayna…
LanguageTürkçe
Release dateJun 13, 2023
ISBN9786050964240
Goriot Baba
Author

Honoré de Balzac

Honoré de Balzac (1799-1850) was a French novelist, short story writer, and playwright. Regarded as one of the key figures of French and European literature, Balzac’s realist approach to writing would influence Charles Dickens, Émile Zola, Henry James, Gustave Flaubert, and Karl Marx. With a precocious attitude and fierce intellect, Balzac struggled first in school and then in business before dedicating himself to the pursuit of writing as both an art and a profession. His distinctly industrious work routine—he spent hours each day writing furiously by hand and made extensive edits during the publication process—led to a prodigious output of dozens of novels, stories, plays, and novellas. La Comédie humaine, Balzac’s most famous work, is a sequence of 91 finished and 46 unfinished stories, novels, and essays with which he attempted to realistically and exhaustively portray every aspect of French society during the early-nineteenth century.

Related to Goriot Baba

Related ebooks

Reviews for Goriot Baba

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Goriot Baba - Honoré de Balzac

    Goriot Baba

    DOĞAN KİTAP TARAFINDAN YAYIMLANAN DİĞER KİTAPLARI:

    https://www.dogankitap.com.tr/yazar/honore-de-balzac

    Goriot Baba

    Honoré de Balzac

    Orijinal adı: Le Père Goriot

    Fransızca aslından çeviren: Nazlı Ceyhan Sümter

    Yayına hazırlayan: Efnan Atmaca

    Türkçe yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Dijital yayın tarihi: /Şubat 2021 / 978-605-09-6424-0

    Kitap ve kapak tasarımı: Geray Gençer

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. AŞ

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No 3, Kat 10, 34360 Şişli - İstanbul

    Tel: (212) 373 77 00 Faks: (212) 355 83 16

    www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr

    Goriot Baba

    Honoré de Balzac

    Çeviren:

    Nazlı Ceyhan Sümter

    Büyük ve şanlı Geoffroy Saint-Hilaire’e

    Çalışmalarına ve dehasına duyduğum hayranlıkla.

    De Balzac

    Kral Lear’den Goriot Baba’ya

    babalar ve kızlar

    Yavuz Ekinci

    Kitap vardır, ancak tadına bakılmak içindir; kitap vardır yutulmak, kitap da vardır çiğnenmek, özlenmek içindir; başka deyimle kimi kitapların birkaç bölümüne göz atmalı, kimisini baştan sona şöyle bir okuyup geçmeli, pek azını da her ayrıntı üzerinde durarak adamakıllı okumalı der Francis Bacon. Bacon’ın her ayrıntı üzerinde durarak okunmalı dediği kitapların en önemlileri klasiklerdir. Peki klasiklerden kast ettiğimiz hangi kitaplardır? Her şeyin hızla değiştiği, yapay zekânın kol gezdiği, sanal âlemin gerçek âlemi solladığı günümüzde neden klasikleri okuyoruz?

    Klasikler niçin okunmalı?

    Italo Calvino, Klasikler Niçin Okunmalı? adlı denemesinde klasikler için on dört tanım önermesinde bulunur. Bu tanım önermelerinin ilkinde şöyle der: Klasikler, asla ‘okuyorum’ sözünü değil, genellikle ‘yeniden okuyorum’ sözünü işittiğimiz kitaplardır. Denemenin sonlarına doğruysa sorduğu soruyu cevaplar: Klasikler kim olduğumuzu ve nereye vardığımızı anlamamızı sağlar. İnsanın en büyük arayışının ben kimim sorusu olduğu gerçeği klasiklerin neden her dem okunduğunu da açıklar.

    Gerçeklerim ve Balzac

    Balzac benim içinse yazarlığımın şekillenmesinde bir mihenk taşıdır. İlkokul yıllarında öğretmenimiz bizden evimizi ve köyümüzü çizmemizi istediğinde, diğer öğrencilerle birlikte çatısı olan, bacasından duman tüten evler çizmiştik. Oysa taş duvarlı ve toprak damlıydı bizim evlerimiz. Çizdiğimiz evler gerçekliğimizden çok uzaktı, sadece kitaplarda vardı. Bize göre ev, o an içinde yaşadığımız, gördüğümüz ev değil; kitaplardaki gibi çatılı ve bacasından duman tüten olmalıydı. Yazmaya başladığımda okuduğum kitaplardaki kahramanlar gibi kahramanları anlatıyordum ve yaşadığım gerçeklikten çok uzaktım. Sanki yaşadığım yerin, gördüğüm insanların birer hikâyeleri yokmuş gibi düşünüyordum. Oysa herkesin bir hikâyesi olduğunu fark etmem gerekiyordu. Bu bakışımı değiştiren yazarlardan biri de Balzac’tır. Çünkü Balzac’ın romanlarında hayat vardı. Birbirinden farklı karakterleri anlatıyordu. Eserlerinde her zümreden insanla karşılaşmak mümkündü. Sadece Paris’in süslü püslü semtlerini ve abartılmış şahıslarını anlatmıyordu, Paris’i bir bütün olarak ele alarak anlatıyordu. Romanlarında şehir dev bir canlıydı. Balzac yeteneğiyle ve gözlem gücüyle romanlarını yaşayan bir şehre dönüştürmüş bir yazar. Böylece kendinden sonraki yazarları ciddi şekilde etkiledi. Calvino’ya göre, yüz yılı aşkın bir süre boyunca hem halk hem aydın anlatısını besleyecek olan mitlerin hepsi Balzac’tan geçer. Çünkü Balzac için roman halkların özel tarihidir.

    Seneca, Lucilius’a gönderdiği mektuplarda ondan kendisine bir bilge seçmesini ve seçeceği kişiyi bir koruyucu, bir örnek gibi gözünün önünde tutmasını ister. Ona çarpık olan şeyleri bir cetvelin olmadan asla düzeltemezsin diyerek bu seçeceği kişinin ne kadar mühim olduğunu söyler. Bence her yazarın da kendine bir veya birden fazla yazar seçmesi gerekir. Zamanla seçtiğim yazarlar değiştiyse de Balzac, Marquez, Saramago ve Orhan Pamuk hiç değişmedi. Onlar benim için gece karanlığında kutupyıldızı, okyanuslarda birer pusulaydılar.

    Balzac kadar tutkulu, çalışkan ve hırslı bir yazar tanımıyorum. En büyük hırsı yazmak olan Balzac, dünyaya anlatmak, yazmak için geldiğine inanır ve ömrünü gözünü kırpmadan yazmaya adar. Tıpkı Marquez, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve Dostoyevski gibi… Eskilerin dediği gibi bir yolda ömrünüzü veremiyorsanız o yola hiç girmeyin. Her şey bir işe adanmakla başlar. Dışarının bütün rengârenk çekiciliğine, akıl çeldiriciliğine sırt çevirip odaya kapanıp hikâye kurmak, okumak, yazmak…

    Balzac da çok genç yaşta kendini yazıya ve anlatmaya adar. Rivayet edilir ki Balzac, Tanrı’dan sonra en fazla karakter yaratan kişidir. Kısacık ömrüne rağmen edebiyat dünyasına seksen beş tamamlanmış, elli yarım kalmış roman ve iki binden fazla karakter kazandırmış biridir. Özelinde Paris’i ve Fransızları anlatsa da genelinde insanı anlatır ve insanı merkeze alır. Merkezinde insan olmayan hiçbir şeyin değerinin olmadığını bilir çünkü. Sanatçıyı diğerlerinden ayıran en büyük özellik onun diğer herkes gibi yargılamak yerine tanımaya ve anlamaya olan özlemidir. Balzac da insanları yargılamak yerine anlamaya ve tanımaya çalışır. Romanlarını Dante’nin İlahi Komedya adlı eserinden yola çıkarak İnsanlık Komedyası başlığı altında toplaması onun insanlığı anlama gücünden gelir.

    Stefan Zweig, Üç Büyük Usta adlı eserinde Balzac, Dickens ve Dostoyevski’yi dönemleri üzerinden inceler. Zweig, Balzac’ı Napoléon üzerinde işler. Napoléon’un fotoğrafının altına, Onun kılıçla sona erdiremediği şeyleri ben kalemle tamamlayacağım yazan Balzac’ın edebiyat alanında ulaşmak istediği yerin bir mareşal asası değil, imparatorluk tacı olduğunu belirtir. Yazdığı romanlarla ve yarattığı karakterlerle edebiyatın imparatorluk tacını misliyle hak eden Balzac’ın benim için en önemli eserlerinden biri Goriot Baba’dır.

    Bir çatışmanın edebiyata yansıması

    Baba-oğul ilişkisi edebiyatın en önemli konularından biri. Geçmişte birçok edebiyat metni bu çıkmaz üzerine kurulduğu gibi gelecekte de birçok yazar bunu merkeze alarak yeni eserler yazacaktır. Edebiyatı diller ve uluslar üzerine değil de bir coğrafya üzerinde tanımlamanın daha kapsayıcı olduğunu düşünenlerden biriyim. Doğu ve Batı edebiyatının mihenk taşlarından biri Kral Odipus, diğeri Şehname’dir. Bu iki eserin de merkezinde baba-oğul çatışması vardır. Fakat bu çatışma iki eserde de farklı işlenir. Batı edebiyatının kendini üzerinden var ettiği ve daha sonra Freud’un uzun uzun incelediği Kral Odipus’ta oğul babayı öldürür. Oğul artık bir baba katilidir. Şehname’de ise Rüstem savaş meydanında oğlu Sohrap’la dövüşür ve baba oğlunu öldür. Baba artık bir evlat katilidir. Kaderin cilvesi mi bilinmez ama ondan sonra Ortadoğu’da kurulan birçok imparatorluk ve krallıkta babanın oğlunu öldürmesi kültü hep devam etmiştir. Babalar kendilerine rakip gördükleri, iktidarlarını tehlikeye düşüreceğini düşündükleri oğullarını gözlerini kırpmadan öldürürler. Tarihin karanlık sayfaları evlat katili padişahlar, şahlar ve krallarla doludur.

    Baba-oğul ilişkisi bir savaş alanıdır. Ölüm kalım yeridir. Mecburi bir dönüşümdür. Ret etmek, yenilmektir. Baba öfke, güç, ölüm ve iktidardır. Oğul ise ezeli mağluptur. Ret ederken dönüştüğü, kaçarken yakalandığı, öldürürken öldüğüdür. Baba-oğulun savaşı yanında her daim barış içinde yaşayan baba-kızın cenneti vardır. Her daim zırhlarını kuşanmış, savaşa hazır, ölüm saçan babanın yumuşak karnı ise kızıdır. Baba-oğul arasındaki bu dinmez savaş ve gerilim baba-kız söz konusu olduğunda yerini dingin bir denize bırakır. Savaşan, öldüren, asıp kesen baba figürü kızı karşısında sevgi ve merhamet dolu bir figüre dönüşür. Baba-oğul ilişkisini işleyen çok metin olmasına rağmen baba-kız merkezli eserlerin sayısı hayli azdır.

    Her büyük eserin arka planında büyük bir eserin ruhu saklıdır. Tıpkı James Joyce’un Ulysess’sinin arkasında çağları aşan Homeros’un Odysseia’sı veya Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ının arkasında Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ı olduğu gibi Balzac’ın Goriot Baba romanının arkasında da William Shakespeare’in Kral Lear oyununun ruhu vardır. Shakespeare eski orta çağ masallarından yola çıkarak Kral Lear tragedyasını yazar. Yaşlı kral, krallığını üç kızı arasında bölüştürüp paylaştırarak tahtını ve tacını bırakmak ister. Verdiği krallığın karşılığında da kızlarının onu sevmesini bekler. Fakat hayat böyle istediği gibi sürmez sahip olduğu gücü dağıtınca elinde hiçbir şey kalmaz. Geriye tahtını, krallığını, mutluluğunu ve iktidarını yitiren yalnız bir kral kalır. Goriot Baba, Kral Lear’dır. Erişte, makarna ve nişasta fabrikatörü olan Goriot Baba’nın iki kızı vardır. Kızlarına çok düşkündür, adeta onlara tapar. Goriot Baba, kızlarını evlendirir ve onlara en derin duygularını, servetini, sevgisini, her şeyini verir. Karşılığında onlardan sadece onu sevmelerini bekler. Goriot Baba bir süreliğine kızlarının ve damatlarının yanlarında bile kalır. Fakat paralar suyunu çekince Goriot Baba’yı önce damatları sonra da kızları hor görmeye başlar. Kızları tarafından terk edilen Goriot Baba, Madam Vauquer’in pansiyonuna yerleşir. Bütün bunlara rağmen o hep kızlarını düşünüp onları kollayıp onlardan gelecek en ufak bir habere kulak kabartır. Bir zamanlar kral olan, devlet yöneten, yasalar koyan Kral Lear’ın sonu gibi Goriot Baba’nın da sonu hazin biter.

    Genç kızlığında de Conflans¹ soyadını taşıyan Madam Vauquer kırk yıldır Paris’te, Latin Mahallesi’yle Saint-Marceau Mahallesi arasındaki Neuve-Saint-Geneviève Sokağı’nda pansiyon işleten yaşlı bir kadındır. Vauquer Evi adıyla tanınan bu pansiyon, erkek, kadın, genç, yaşlı herkese açık olduğu halde bu saygıdeğer kurumun ahlakı konusunda en ufak bir dedikodu çıkmış değildir. Ne var ki burada otuz yıldır genç birinin kaldığı da görülmemiştir oysa genç bir adamın burada kalması için ailesinden çok az harçlık alması yeterlidir. Bununla birlikte, bu dramın başladığı 1819’da burada zavallı bir genç kız yaşıyordu. Bu kederli edebiyat çağında hem zorlama bir şekilde hem gereğinden fazla kullanıldığı için gözden düşmüş olmasına rağmen dram kelimesini burada yine de kullanmak gerekiyor; hikâye kelimenin gerçek anlamında dramatik olduğu için değil, kitap bittiğinde duvarların içinde veya dışında² birkaç damla gözyaşı dökülür belki diye... Paris’in dışında anlaşılabilecek bir hikâye mi bu? Orası şüpheli. Gözlemlerle ve yerel renklerle dolu bu sahnenin özellikleri ancak Montmartre’ın ve Montrouge’un tepeleri arasında, her an düşmeye hazır sıva kırıntıları ile siyah çamur derelerinden oluşan bu ünlü vadide değer kazanır. Gerçek acılarla, çoğu zaman sahte mutluluklarla dolu bu vadi öyle korkunç bir çalkantı içindedir ki sürekliliği olan bir heyecan yaratmak için olağanüstü bir şeyler olması gerekir. Yine de şurada burada, erdem ve kusurların yığılarak büyük ve çarpıcı kıldığı acılarla karşılaşılır; bunları görünce bencillikler ve çıkarlar onlara acıyıp merhamet gösterir. Oysa hissedilen duygu, çarçabuk yenip yutulan lezzetli bir meyve gibidir. Uygarlık arabası, tıpkı Tanrı Jagannatha’nın arabası gibi, ezip geçmek kolay olmadığı için tekerlerinin dönmesini engelleyen bir kalp tarafından biraz geciktirilse bile bu kalbi de parçalayarak şanlı yoluna devam eder. Bu kitabı beyaz ellerinde tutan sizler de böyle yapacaksınız; yumuşacık bir koltuğa gömülüp, Belki beni eğlendirir diye düşüneceksiniz. Goriot Baba’nın saklı talihsizliklerini okuduktan sonra afiyetle akşam yemeğinizi yiyecek, duyarsızlığınızı yazarın üstüne yıkacak, onu abartmakla, şiirselleştirmekle suçlayacaksınız. Yalnız, şunu bilin ki bu dram, ne bir hayal ürünü ne bir romandır. All is true,³ hatta öyle gerçek ki herkes kendi evinden, belki de kalbinden öğeler bulabilir burada!

    Orta halli bir pansiyon olarak işletilen ev, Madam Vauquer’in kendi malıdır. Neuve-Saint-Geneviève Sokağı’nın aşağısında, arazinin Arbalète Sokağı’na doğru alçaldığı yerdedir. Bu öyle dik ve sert bir yokuştur ki atlar nadiren inip çıkar. Bu durum, burasını sarı tonlarına bulayıp kubbelerinden yansıyan sert renklerle her şeyi karartan Val-de-Grâce ve Panthéon arasına sıkışmış dar sokaklarda hâkim olan sessizliğe uygun düşer. Burada kaldırımlar kurudur, derelerde ne çamur ne su bulunur, duvar diplerinde çimler biter. En tasasız insan bile buradan geçen herkes gibi hüzünlenir; bir arabanın sesi bile olay olur, evler kasvetlidir, yüksek duvarlar hapishane kokar. Yolunu şaşırmış bir Parisli burada pansiyonlardan veya yardım kuruluşlarından, sefaletten veya sıkıntıdan, ölmek üzere olan ihtiyarlardan, çalışmak mecburiyetinde olan neşeli gençlikten başka bir şey görmez. Burası Paris’in en çirkin, hatta en az bilinen semtidir. Özellikle Neuve-Saint-Geneviève Sokağı adeta bir bronz çerçevedir; koyu renklerin, karanlık düşüncelerin bile zihni hazırlaması mümkün olmayan bu öyküye uygun düşen tek tasvirdir. Yolcu yeraltı mezarlarına doğu inerken her basamakta gün ışığı azalır, kılavuzun şarkısı sessizleşir. Bu, yerinde bir karşılaştırmadır! Görülecek en korkunç şeyin kurumuş kalpler mi yoksa boş kafatasları mı olduğuna kim karar verebilir?

    Pansiyonun ön cephesi küçük bahçeye bakar ve derinlemesine kesilmiş görünecek şekilde Neuve-Saint-Geneviève Sokağı’yla dik açı oluşturur. Ön cephe boyunca, evle bahçe arasında, bir kulaç genişliğinde, çakıl taşlarıyla örülü bir süs havuzu ve onun önünde de mavili beyazlı büyük çini saksılara dikilmiş sardunyalar, zakkum ağaçları ve nar ağaçlarıyla çevrili kumluk bir yol uzanır. Bu yola, üzerinde Vauquer Evi yazan bir kapıdan girilir. Bu yazının altında başka bir yazı daha vardır: Her iki cinsiyet ve diğerleri için pansiyon. Gündüzleri gürültülü bir çıngırağın asılı olduğu parmaklıklı kapıdan bakıldığında, küçük yolun sonunda, sokağın karşı tarafındaki duvarda o mahalleden birinin yeşil mermer rengine boyadığı bir kemer görülür. Bu resmin canlandırdığı girintinin altında Aşk Tanrısı’nın heykeli yükselir. Sembollere meraklı olanlar heykeli kaplayan kabuklaşmış cilaya bakarak, buradan birkaç adım ötede sağaltılan bir Paris aşkına dair bir efsane bulurlar belki. Heykelin ayaklığı altındaki yarı silinmiş yazı bu eserin, Voltaire’in 1777’de Paris’e dönüşünde duyulan heyecana tanık olduğunu hatırlatır:

    Kim olursan ol işte efendin.

    Hep öyleydi, öyle olacak veya olmalı.

    Gece çöktüğünde, parmaklıklı kapının yerini bütün bir kapı alır. Genişliği ön cephenin uzunluğuna eşit olan küçük bahçe, sokak duvarıyla komşu evin ara duvarı arasında sıkışmıştır. Bu evin duvarını bütünüyle örten bir sarmaşık, Paris’te resimsi bir etki yaratarak, gelen geçenin dikkatini çeker. Duvarların her biri yemiş ağaçları ve asma kafesleriyle kaplıdır. Bunların üzerindeki yemişlerin küçük ve tozlu oluşu her yıl Madam Vauquer’i endişelendirir, kiracılarıyla yaptığı sohbetlerinin konusu olur. Yüksek duvar boyunca uzanan dar yolun sonu ıhlamur ağaçlarının çok sık olduğu bir alana çıkar. Madam Vauquer, de Conflans soyadıyla doğmuş olmasına ve misafirleri onu sürekli düzeltmesine rağmen, ıhlamuru ısrarla ıklamur olarak telaffuz eder. Birbirini kesen iki yolun arasındaki kare alana enginar ekilmiştir. Enginarlar, dalları iki yana açılmış sıra sıra meyve ağaçları, kuzukulağı, marul ve maydanozla kuşatılmıştır. Ihlamur ağaçlarının altına yeşile boyanmış yuvarlak bir masa ve sandalyeler yerleştirilmiştir. Kavurucu sıcaklarda, kendilerine bir kahve ısmarlayabilecek paraya sahip müşteriler burada, kuluçkalık yumurtaları bile çatlatacak sıcaklıktaki kahvelerinin tadını çıkarırlar. Üç kat yükselen, çatısında da odalar olan evin ön cephesi moloz taşlarla örülmüştür ve Paris’teki neredeyse tüm evlere pis bir hava katan sarıya boyanmıştır. Her katta küçük kare bölmeli ve jaluzili beş pencere vardır ve jaluzilerin hiçbiri aynı seviyede olmadığı için çarpık çurpuk görünürler. Evin yan tarafında, zemin katta, demir parmaklıklarla süslü iki pencere daha bulunur. Binanın arkasında, domuzların, tavukların, tavşanların uyum içinde yaşadığı, aşağı yukarı yirmi ayak genişliğinde bir avlu vardır. Dipte de odunluk olarak kullanılan bir sundurma yükselir. Burasıyla mutfak penceresi arasında, yağlı suların musluk teknesinden altına aktığı yiyecek dolabı durur. Bu avlunun Neuve-Saint-Geneviève Sokağı’na açılan dar bir kapısı vardır. Aşçı kadın evin atıklarını bu kapıdan çıkardıktan sonra pisliği de hastalık üremesin diye bol suyla yıkar.

    Pansiyon işletmesine ayrılan zemin katta, sokağa bakan iki pencereyle aydınlanan ve camlı bir kapıdan girilen bir alan vardır. Bu salon, basamakları ahşap ve boyanıp parlatılmış döşeme taşlarından oluşan bir merdivenle mutfaktan ayrılan bir yemek odasıyla birleşir. Birbirini izleyen mat ve parlak çizgilere sahip keçe kaplı koltuklar ve sandalyelerle döşenmiş bu salon kadar hüzünlü bir şey yoktur. Ortada Sainte-Anne mermerinden bir yuvarlak masa, masanın üzerindeyse bugün her yerde rastlanan beyaz porselen bir çay takımı bulunur. Porselenin altın yaldızlı çizgileri yarı yarıya silinmiştir. Ahşap döşemesi oldukça bozuk olan bu odanın duvarları neredeyse bel hizasına kadar gelen ahşap panellerle kaplanmıştır. Duvarın boşta kalan kısmıysa Télémaque’ın⁴ başlıca sahnelerinin yer aldığı ve önemli kişilerin renklendirildiği vernikli kâğıtla kaplıdır. Parmaklıklı pencerelerin arasında yer alan pano, kiracılara Kalipso’nun Odysseus’un oğlu için verdiği ziyafetin tablosunu sunar. Bu resim kırk yıldır genç kiracıların şakalarına konu olmuştur: Yoksulluğun onları mahkûm ettiği akşam yemeğiyle alay ederek içinde bulundukları durumun üstüne çıktıklarını sanırlar. Her zaman temiz olan ocağı, sadece önemli günlerde yakılan taş şöminenin üstünde, eskimiş yapay çiçeklerin hapsedildiği iki vazo bulunur. Onlara zevksiz, mavimtırak bir sarkaç eşlik eder. Bu ilk odadan kelimelerle ifade edilemeyeceği için pansiyon kokusu olarak adlandırılması gereken bir koku yayılır. Havasızlık, küflenmişlik, ekşimişlik kokar; insanı üşütür, burnuna nemli gelir, giysilere işler. Odada az önce yemek yenmiş gibidir; ağır bir mutfak, kiler, düşkünler yurdu kokusu sarmıştır her yeri. Genç veya yaşlı, her kiracının nezleli hallerinin yol açtığı mide bulandırıcı temel öğeleri hesaplayacak bir araç bulunsaydı belki bu oda betimlenebilirdi. Yine de bu yavan iğrençliklere rağmen, bitişikteki yemek odasıyla kıyaslarsanız bu salon, bir kadının odası kadar şık ve hoş kokuludur. Bütünüyle ahşap kaplı bu odanın eskiden boyalı olduğu renk bugün belirsizleşmiştir ve üzerinde biriken kir tabakaları tuhaf şekiller oluşturmuştur. Burası, üzerlerinde kenarı tırtıklı, kararmış sürahilerin, metal hareli yuvarlak nesnelerin, kalın Tournai porseleninden mavi kenarlı tabak yığınlarının bulunduğu duvar büfeleriyle doludur. Bir köşede, kiracıların şarap veya yemek lekeli peçetelerinin olduğu numaralı gözlere sahip bir kutu vardır. Hiçbir yerde kullanılmayan dayanıklı mobilyalar, adeta şifasız hastalıklar hastanesindeki uygarlık kalıntıları gibi bırakılmıştır buraya: Yağmur yağdığında içinden Fransisken papazı çıkan bir barometre; yaldızlı çizgilere sahip siyah cilalı ahşap çerçeveli, insanın iştahını kaçıran berbat gravürler; bakır kakmalı, bağadan bir saat çerçevesi; yeşil bir soba, toz ve yağın birbirine karıştığı Argand gaz lambaları, dışarıdan gelen şakacı bir misafirin parmağını kalem gibi kullanarak adını yazabileceği kadar kirli bir muşambayla kaplı uzun bir masa, bacaksız sandalyeler; ayak altına serilen ama hiçbir zaman ortadan kaybolmayan küçük, acınacak haldeki hasır paspaslar ve delikleri kırılmış, menteşeleri düşmüş, tahtaları kömürleşmiş, perişan ayak ısıtıcıları... Bu eşyaların ne kadar eski, çatlak, çürük, titrek, yenmiş, çolak, sokur, çelimsiz, köhne olduğunu anlatmak için bu öykünün amacını aşan ve aceleci insanların bağışlamayacağı bir betimleme gerekir. Sürtünme veya boyama sebebiyle kırmızı döşeme taşında vadiler oluşmuştur. Neticede şiirselliğini yitirmiş bir perişanlık hüküm sürer burada; tutumlu, yoğun, aşınmış bir yoksulluk. Henüz çamura batmasa da lekelenmiştir; henüz delik deşik olmasa da çürümektedir.

    Sabah saat yediye doğru Madam Vauquer’in kedisinin, hanımından önce gelip ağızları tabaklarla kapatılmış çanakların içindeki sütü koklamak için büfelerin üzerine zıpladığı ve sabah mırmırını duyurduğu sırada bu oda en parlak anını yaşar. Kısa süre sonra, altında iyi toplanmamış saçlarını sakladığı tül bonesiyle buruşuk terliklerini sürüyerek ilerleyen dul kadın da görünür. Yaşlı ve dolgun yüzünün ortasından çıkan burnu bir papağanın gagasını andırır; tombul küçük elleri, bir kilise faresi gibi semiz bedeni, bir o yana bir bu yana yalpalayan aşırı dolgun göğsü; her yanından mutsuzluk sızan, hayal gücünün büzüşüp dertop olduğu bu odayla uyum içindedir. Madam Vauquer buranın sıcak ve pis kokulu havasını hiç tiksinmeden içine çeker. Sonbaharın ilk donları kadar taze yüzü, bir anda dansçı kızlara öğütlenen gülümsemeden tefecinin acı suratına geçiveren ifadesiyle kırışık gözleri; kısacası, tüm varlığı bu pansiyonu açıklar; tıpkı bu pansiyonun da onun varlığını ifade etmesi gibi... Zindan gardiyansız olmaz, birini düşünürken öteki akla gelir. Nasıl ki tifüs, hastanenin yaydığı pis kokuların sonucuysa bu ufak tefek kadının soluk tıknazlığı da bu yaşamın ürünüdür. Eski bir elbiseden bozma eteğinin boyunu aşan, pamukları yırtık kumaşın deliklerinden çıkan yün iç eteği salonun, yemek odasının ve bahçenin bir özeti gibidir; mutfağı gözler önüne serer, kiracıları hakkında fikir verir. Bu kadın ortalıktayken görüntü tamamlanır. Ellili yaşlarında olan Madam Vauquer, talihsizlikler yaşamış bütün kadınlar gibidir. Donuk bakışlara, kiracılarına daha çok para ödetmek için bir anda parlayabilecek bir çöpçatanın masum ifadesine sahiptir. Öte yandan sıkıntısını hafifletmek için her şeyi yapmaya, hâlâ ele verilebilecek durumda olsalar Georges veya Pichegru’yü⁵ yakalayıp resmi makamlara teslim etmeye hazırdır. Yine de kiracıları onun aslında iyi bir kadın olduğunu söylerler. Onun da kendileri gibi sızlanıp öksürdüğünü duydukça parası olmadığını sanırlar. Peki ya Mösyö Vauquer nasıl biriydi? Kadın ölmüş kocası hakkında hiçbir açıklama yapmamıştı. Adam servetini nasıl kaybetmişti? Talihsizlik diye yanıtlardı. Adam ona kötü davranmıştı ve geriye ağlasın diye gözlerini, içinde yaşasın diye bu evi ve hiçbir talihsizliğe acımama hakkını bırakmıştı. Çünkü, kendi deyişiyle, Madam Vauquer çekilebilecek bütün acıları çekmişti. Şişman aşçı Sylvie, hanımının ortalarda dolandığını duyar duymaz aceleyle yatılı kiracıların kahvaltısını hazırlamaya girişirdi.

    Genelde yatılı olmayan müşteriler ayda otuz frank fiyatı olan akşam yemeğine abone olurlardı. Bu hikâyenin başladığı dönemde yatılı yedi kiracı vardı. Birinci katta evin en iyi iki dairesi bulunuyordu. Madam Vauquer bunların en mütevazı olanında oturuyordu, diğerindeyse Fransa Cumhuriyeti’nin Levazım Amiri’nin dul eşi olan Madam Couture kalıyordu. Madam Couture’ün yanında Victorine Taillefer adında çok genç bir kız vardı; kadın ona annelik yapıyordu. Bu iki kadının kira ücreti bin sekiz yüz franktı. İkinci kattaki iki dairenin birinde Poiret adında yaşlı bir adam oturuyordu; diğer dairede kırklı yaşlarda, siyah peruk takan ve favorilerini boyayan, eski bir tüccar olduğunu söyleyen Mösyö Vautrin adında biri vardı. Üçüncü kat, dört odadan oluşuyordu. Bunların ikisi tutulmuştu. Birini Matmazel Michonneau adında hiç evlenmemiş yaşlı bir kadın, diğerini de Goriot Baba diye hitap edilen eski bir erişte, makarna ve nişasta fabrikatörü kiralamıştı. Kalan iki odaysa göçmen kuşlara, Goriot Baba ve Matmazel Michonneau gibi yemek ve yatacak yer için ayda en fazla kırk beş frank verebilecek talihsiz öğrencilere ayrılmıştı ama Madam Vauquer böylelerinden pek haz etmez ve yalnızca daha iyisini bulamadığında onları alırdı: Çünkü çok fazla ekmek yiyorlardı. O sırada bu odalardan birinde Angoulême dolaylarından Paris’e hukuk okumak için gelmiş bir genç adam kalıyordu. Gencin kalabalık ailesi ona yılda bin iki yüz frank gönderebilmek için en zor koşullara katlanıyordu. Adı Eugène de Rastignac olan delikanlı talihsizliğin kamçısıyla çalışmaya alışmış, küçük yaştan beri ailesinin ona ümit bağladığının farkında olan ve eğitiminin nereye varacağını önceden hesaplayıp en öne geçmek için bu eğitimi toplumun gelecekteki devinimine uydurarak kendine iyi bir gelecek hazırlayan gençlerdendi. Onun tuhaf gözlemleri ve Paris salonlarında boy göstermekteki ustalığı olmasa bu öykü gerçek tonlarla renklendirilemezdi. Bu hikâyeyi onun keskin zekâsına ve hem yaratan hem de maruz kalanların çok dikkatle sakladığı tüyler ürpertici bir durumun sır perdesini aralama arzusuna borçluyuz.

    Üçüncü katın üzerinde çamaşır asılan bir tavan arası ve iki oda vardı. Bu odaların birinde ayak işlerine koşan Christophe adında bir delikanlı, diğerinde de aşçı Tombul Sylvie kalırdı. Yatılı yedi

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1