Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Biz
Biz
Biz
Ebook247 pages2 hours

Biz

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

26. yüzyılda yaşayan bir matematikçi D-503. Tek Devlet'in egemenliğini evrene yaymak üzere yola çıkacak İntegral'in yapımında çalışıyor. Tuttuğu kayıtlarda, geçmişteki mutsuz özgür "ben"liklerden, şimdinin mutlu tutsak "biz"liğine nasıl geçildiğini anlatıyor. Halinden çok memnun, yüzyıllar önce yaşamış insanların ilkelliğine acıyor, ta ki kendi "benliğini" görene kadar.

Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünyası'na ve George Orwell'ın 1984'üne ilham veren roman… Yevgeni Zamyatin'in Sovyet Devrimi'nin ardından yazdığı ve 68 yıl boyunca Rusçada basılamayan Biz, dünya edebiyatındaki en güçlü distopyalardan biri olmayı sürdürüyor.
LanguageTürkçe
Release dateMay 7, 2024
ISBN9786050984361
Biz

Related to Biz

Related ebooks

Reviews for Biz

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Biz - Yevgeni Zamyatin

    BİZ

    Orijinal adı: Мы

    © 1920, Yevgeni Zamyatin

    Yazan: Yevgeni Zamyatin

    Rusça aslından çeviren: Özlem Asiltürk

    Yayına hazırlayan: Senem Kale

    Türkçe yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya

    tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

    Dijital yayın tarihi: /Haziran 2021 / ISBN 978-605-09-8436-1

    Kapak tasarım: Serkan Yolcu

    Grafik uygulama: Taylan Polat

    Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

    19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 3, Kat 10, 34360 Şişli - İSTANBUL

    Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16

    www.dexkitap.com / satis@dogankitap.com.tr / satis@de.com.tr

    biz

    Yevgeni Zamyatin

    Kayıt No: 1

    Özet:

    Bildiri. Çizgilerin En Bilgesi. Şiir

    Devlet Gazetesi’nde yayımlanan bugünkü bildiriyi kelimesi kelimesine aktarıyorum:

    "İNTEGRAL’in yapımı 120 gün sonra tamamlanacaktır. İlk İNTEGRAL’in uzaya yükseleceği o görkemli, tarihi an çok yakındır. Bundan bin yıl önce, kahraman atalarınız tüm yer küreyi Tek Devlet’in egemenliği altına aldılar. Şimdi sizleri bundan daha şanlı bir kahramanlık bekliyor: Evren’in sonsuz denklemini alev soluyan, elektrikli cam İNTEGRAL ile bütünleştirmek. Sizin göreviniz farklı gezegenlerde, belki de hâlâ o ilkel özgürlük aşamasında yaşayan gizemli varlıklara aklın cömert hâkimiyeti karşısında boyun eğdirmektir. Şayet, onlara götüreceğimiz matematiksel kesinlikteki mutluluğu kavrayamazlarsa onları mutlu olmaya zorlamak bizim görevimizdir. Fakat önceliğimiz silahlar değil, sözcükler olacaktır.

    Velinimet adına, Tek Devlet’in tüm numaralarına duyurulur:

    Herkes kendi kapasitesine göre, Tek Devlet’in güzelliğini ve yüceliğini konu edinen bilimsel eserler, şiirler, manifestolar, methiyeler veya çeşitli türlerde eserler yazmakla yükümlüdür.

    Bu, İNTEGRAL’in taşıyacağı ilk yük olacaktır.

    Yaşasın Tek Devlet, yaşasın numaralar, yaşasın Velinimet!"

    Bunları yazarken yanaklarımın yandığını duyumsuyorum. Görkemli evrensel denklemi bütünleştirmeye evet. İlkel eğriyi, onu teğet olarak geçen bir sonuşmazla düzeltmeye evet. Çünkü Tek Devlet’in dümdüz bir çizgisi vardır; yüce, tanrısal, kesin, bilge bir çizgi, çizgilerin en bilgesi...

    Ben, İntegral’in başmühendisi D-503, Tek Devlet’teki matematikçilerden yalnızca biriyim. Rakamlara alışkın kalemim uyakların ve kafiyelerin müziğini yaratamaz. Yalnızca gördüklerimi ve düşündüklerimi, daha doğrusu bizim düşündüklerimizi (özellikle: biz, hatta bu kayıtlarımın adı da BİZ olsun) kayıt altına almaya çalışacağım. Ama bu kayıt Tek Devlet’in sunduğu matematiksel kusursuzluktaki hayatın, hayatımızın bir türevi olacaktır, öyleyse bu zaten benden bağımsız bir şiir olmayacak mıdır? Olacaktır, buna inanıyor ve bunu biliyorum.

    Bunları yazarken yanaklarımın yandığını duyumsuyorum. Bu, bir kadının içindeki yeni, minicik, gözleri henüz görmeye başlamamış bir insanın kalp atışlarını ilk kez duyduğu anı deneyimlemesine benziyor olmalı. Bu hem benim hem de değilim. Onu aylar boyunca kendi özsuyumla, kanımla besledikten sonra acı içinde koparıp Tek Devlet’in ayaklarının dibine sermem gerekecek.

    Ama buna hazırım, herkes gibi ya da neredeyse herkes gibi hazırım. Hazırım.

    Kayıt No: 2

    Özet:

    Bale. Karesel Uyum. X.

    İlkbahar. Yeşil Duvar’ın ardından esen rüzgâr görünmeyen yabanıl ovanın çiçeklerinden nektarlı, sarı polenler taşıyor. Bu nektarlı polen dudakları öyle kurutuyor ki dudaklarınızı sürekli dilinizle ıslatıyorsunuz, karşılaşılan her kadının (ve elbette her erkeğin) dudakları bu nedenle tatlı olsa gerek. Bu, mantıklı düşünmenin önünü biraz kesiyor.

    Ah bu gökyüzü! Bir tek bulutun dahi bozamadığı mavilik (Antik çağların şairleri şu saçma sapan, biçimsiz, aptalca gezinen buhar yığınlarından ilham almışlarsa, ne kadar da ilkel bir zevkleri varmış.) Yalnızca steril ve kusursuz bir gökyüzünü severim ben, aslında bizler severiz demekle yanlış yapmış olmayacağıma eminim. Böyle günlerde tüm evren tıpkı Yeşil Duvar ve diğer tüm yapılarımız gibi sarsılmaz, sonsuz camla aynı kalıptan çıkmış gibidir. Ve yine böyle günlerde, baktığınız her nesnede, hatta her gün görmeye alışık olduklarınızda bile daha önce hiç fark edilmemiş olan masmavi bir derinlik ve şaşırtıcı denklemler görürsünüz.

    En azından şunu söyleyebilirim: Bu sabah İntegral’in inşa edildiği hangardaydım ve bir anda makineleri gördüm. Regülatör bilyeleri kendilerini adayarak, gözü kapalı bir şekilde dönerek çalışıyorlardı; manivelalar ışıldayarak bir sağa bir sola hareket ediyorlardı; balans kirişi gururla omuzlarını sallıyordu, planya makinesinin ucundaki keskiler duyulmayan bir müziğin ritmi eşliğinde ahenkle hareket ediyordu. Bir anda güneşin açık mavi ışıkları altındaki bu muazzam makine balesinin güzelliğini fark ettim.

    Sonra bu güzelliğin nedenini sordum kendime. Acaba bu dansı güzel kılan neydi? Cevap: Çünkü dans tutsak bir harekettir, çünkü dansın tüm derin anlamı özellikle mutlak, estetik itaatte ve ideal tutsaklıktadır. Şayet atalarımızın yaşamlarının en ilham verici anlarında (dini ritüeller ve askeri geçit törenleri gibi anlarda) kendilerini dansa verdikleri doğruysa, bunun yalnızca bir anlamı vardır: çok eski zamanlarda tutsaklık içgüdüsü insanın doğasında organik olarak vardı, bizlerse şimdiki yaşamımızda yalnızca bilinçli bir biçimde...

    Buna daha sonra devam etmem gerekecek çünkü şimdi numaratörden ses geldi. Başımı kaldırıp bakıyorum numaratöre, elbette O-90. Yarım dakika sonra ardım sıra yürüyüş yapmak üzere burada olacak.

    Sevgili O! Kendisini her zaman adına benzetmişimdir: Annelik normlarının 10 cm altında bir boy, baştan aşağı tornadan çıkmışçasına yusyuvarlak hatlar ve her bir sözcüğüme karşılık, O şeklinde açılan pembe dudaklar. Bir de çocuksu, dolgun ve boğumlu bilekler.

    İçeri girdiğinde, mantık volanı tüm benliğimi sararak uğuldamaya devam ediyordu; atalet içinde bizi, makineleri ve dansı içeren, biraz önce oluşturduğum formülü anlatmaya başladım.

    Olağanüstü, öyle değil mi? diye sordum.

    O-90 pembe dudaklarıyla bana gülümseyerek:

    Evet, olağanüstü. İlkbahar dedi.

    Şu işe bakar mısınız? İlkbahar diyor... Aklı ilkbaharda. Ah şu kadınlar... Sustum.

    Aşağıya doğru yürüdük. Bulvar doluydu: Böyle havalarda öğle yemeği sonrasındaki serbest zamanlarımızı ekstra yürüyüşlerle geçiririz. Müzik Fabrikası’ndakiler her zaman olduğu gibi borazanlar eşliğinde hep bir ağızdan Tek Devlet Marşı’nı söylüyorlardı. Göğüs kısmında Devlet tarafından her biri için ayrı ayrı belirlenen rakamların işlenmiş olduğu altın rozetler bulunan mavimtırak ünifli¹ yüzlerce, binlerce numara dörderli kortejler halinde coşkuyla uygun adım yürüyordu. Ve ben daha doğrusu biz, dördümüz, bu devasa akımın sayısız dalgalarından yalnızca biriyiz. Solumda O-90 (bu yazıyı bundan bin yıl önceki kıllı atalarımdan biri yazacak olsaydı sanırım ondan bahsederken benimki gibi gülünç bir tabir kullanırdı); sağımdaysa biri kadın biri erkek, tanımadığım iki numara.

    Kutsanmış, masmavi bir gökyüzü; her bir rozetin üstünde ışıldayan minik güneşler, düşünce çılgınlığının karartamadığı yüzler... Işık huzmeleri, hepsinin parlak ve gülümseyen tek bir maddeden yapılmış olduğunu anlıyorsunuz. Bir de güneşin altında parlayan bakır merdiven basamaklarındaki metalik ritimler: Tra-ta-ta-tam. Tra-ta-ta-tam her bir basamakla daha da yükseğe, baş döndürücü maviliğe tırmanıyorsunuz...

    Tıpkı sabah hangarda olduğu gibi, daha önce gördüklerimi hayatımda ilk kez görüyordum sanki: değişmeyen, dümdüz sokaklar, huzmeler saçan cam kaldırımlar, saydam evlerin tanrısal paralel yüzleri ve gri-mavili yürüyüş gruplarının karesel uyumu. Ve sonra şöyle düşünüyorum: sanki hiçbir nesil değil de ben, özellikle ben o eski Tanrı’ya ve eski yaşantıya üstün gelmişim, tüm bunları sanki ben yaratmışım, sanki bir kuleyim ve camlar, kubbeler, makineler kırılıp dökülmesin diye dirseğimi bile oynatmaktan korkuyorum...

    Sonra bir anda +’lı yüzyıllardan –’lilere sıçrayış. Ve birden aklıma (zıtlıkların birlikteliğinden olsa gerek) müzedeki tablo geldi: yirminci yüzyıla ait bir bulvar, sersemleştirici derecede alaca bulaca, karmaşık insan topluluğu, tekerlekler, hayvanlar, afişler, ağaçlar, renkler, kuşlar... Yani diyorlar ki, bir zamanlar bunlar gerçekten de var olmuşlardı, var olabilirlerdi. Bu bana o kadar imkânsız, o kadar gülünç geldi ki, kendimi tutamayarak kahkaha attım.

    O anda sağ tarafımda bir kahkaha yankılandı. Döndüm ve göz göze geldik: beyaz, alışılmışın dışında beyaz ve keskin dişleri olan, tanımadığım bir kadın yüzü.

    Affedersiniz dedi, affedersiniz ama her şeye öylesine ilham verici bir ifadeyle bakıyordunuz ki, yaratımının yedinci günündeki bir mitolojik tanrı gibiydiniz. Beni bile bir başkasının değil, sizin yarattığınızdan eminmişsiniz gibi... Çok gurur verici...

    Bunların hepsini yüzünde hiçbir gülümseme olmaksızın, hatta biraz da saygılı bir ifadeyle söylediğini belirtebilirim. (Benim İntegral’in başmühendisi olduğumu biliyordu belki de...) Fakat gözlerinde ya da kaşlarında ne olduğunu anlayamadığım, sayısal bir tanımlama yapamadığım rahatsız edici bir X vardı.

    Sebebini bilmiyorum ama utanmıştım ve biraz dilim sürçerek neden güldüğümü mantık çerçevesinde açıklamaya çalışmıştım. Bu zıtlığın, bugün ve geçmiş arasındaki aşılmaz uçurumun aşikâr olduğunu...

    Niçin aşılamasın ki? (Dişleri nasıl da bembeyaz!) Uçurumlar köprülerle aşılabilir. Düşünebiliyor musunuz, davullar, taburlar, kortejler... tüm bunlar geçmişte de vardı ve...

    Sözünü yarıda kesti ve Tabii ya her şey çok açık! diye bağırdı. (Bu, çok şaşırtıcı bir düşünce kesişmesiydi; yürüyüşten önce kaydettiklerimi neredeyse benim sözcüklerimle ifade etmişti.)

    Biliyorsunuz, düşünceler bile öyle. Bunun sebebi hepimizin ‘bir’ değil, ‘içlerinden biri’ olmamızdır. O kadar aynıyız ki...

    Emin misiniz?

    Bu soruyu sorduğunda keskin bir açıyla şakaklarına doğru kalktı kaşları, tıpkı o sivri uçlu X gibi; nedense yine şaşırdım, sağa sola bakındım ve...

    Sağımda bir kırbaç gibi incecik, haşin ve inatçı esnekliğiyle I-330 (bu kadının seri numarasını şimdi gördüm); solumdaysa etrafındaki herkesten tamamen farklı, bileklerindeki çocuksu tombul boğumlarıyla O ve dörtlü kortejimizin diğer ucunda S harfi gibi kavisli olan tanımadığım bir erkek numara. Hepimiz farklıydık...

    Sağ yanımdaki I-330, şaşkın bakışlarımı yakalamış olsa gerek, iç çekerek, Evet... Ne yazık ki! dedi.

    Aslında bu ne yazık ki çok yerindeydi. Fakat yüzünde ya da sesinde yine bir şeyler vardı...

    Benden hiç de beklenilmeyecek olan bir sertlikle Yazık olacak bir şey yok. Bilim ilerliyor ve şimdi olmasa bile elli ya da yüz yıl sonra... dedim.

    Hatta herkesin burnu bile...

    Evet, burunlar bile, –bunu neredeyse bağırarak söylemiştim– bir kere, kıskançlığın temeli bunlarda yatıyor... Benim burnum ‘düğme gibi’ ama bir başkasınınki...

    Affedersiniz ama sizin burnunuzun, eskilerin tabiriyle ‘klasik’ olduğu bile söylenebilir. Ya ellerinize ne demeli... Lütfen, ellerinizi göstersenize!

    Ellerime bakmalarına tahammül edemem: her tarafı kıllı, saçma sapan bir soyaçekim örneği. Ellerimi uzattım ve yadırgayan gözlerle bakarak maymun eli gibi dedim.

    Önce ellerime, sonra yüzüme baktı ve Evet, ilginç bir uyum bu dedi. Tıpkı bir terazi gibi bakışlarıyla tepkilerimi ölçüyordu, kaşlarının köşesindeki boynuzumsu yükseltiler yine oynamıştı.

    O-90 pembe ağzını mutlulukla açtı.

    O bana kayıtlı.

    Keşke hiç konuşmasaydı, çok gereksizdi. Aslında bu sevgili O... nasıl söylesem... Dil hızı yanlış hesaplanmış, dilin saniyedeki hızı düşünce hızından daima biraz daha yavaş olmalıdır, tam tersi olmamalıdır.

    Bulvarın sonundaki Akümülatör Kulesi’nin çanı gümbürtüyle vurdu, saat 17. Kişisel saat sona erdi. I-330, S şeklindeki erkek numarayla birlikte gitti. S, bende saygı isteği uyandırmıştı, çok tanıdık bir yüzü vardı. Onunla bir yerlerde karşılaşmış olmalıyım ama nerede olduğunu şu anda hatırlayamıyorum.

    I ayrılırken gülümsedi, yine o X şekli belirdi yüzünde.

    Yarından sonraki gün 112 numaralı oditoryuma uğrayın.

    Bense omuz silktim. Çağırdığınız salonda bir görevim olursa...

    Kendinden oldukça emin bir ses tonuyla Olacak dedi.

    Bu kadın bir denkleme yanlışlıkla girmiş olan bölünmeyen irrasyonel bir sayı gibi davranıyordu. Bense kısa bir süreliğine de olsa sevgili O ile baş başa kaldığımız için mutluydum.

    Onunla el ele tutuşarak bulvarın dört hattını geçtik. Köşeye geldiğimizde o sağa döndü, bense sola...

    Bugün size gelmeyi, storları indirmeyi o kadar çok isterdim ki. Özellikle bugün, şimdi... Yuvarlak, kristal mavisi gözlerini utangaçça kaldırıp bana baktı.

    Gülünç. Ona ne diyebilirim ki? Yanıma daha dün geldi ve en yakın seks günümüzün öbür gün olduğunu benim kadar o da biliyor. Onun bu ileri görüşlülüğü (kimi zaman tehlikeli olsa da) tıpkı motorlardaki ateşleme avansı gibi.

    Ayrılırken, bir tek bulutun bile gölgelemediği o büyüleyici mavi gözlerinden iki... Hayır, çok açık olacağım, tam üç kez öptüm.


    1. Ünif: Üniforma. (ç.n.)

    Kayıt No: 3

    Özet:

    Ceket. Duvar. Tablet

    ²

    Dünkü yazdıklarımı inceleyince yeterince açık olmadığımı fark ettim. Aslında bizler için her şey gayet açık ama kim bilir, İntegral’in notlarımı aktaracağı siz meçhul okurlar, belki büyük medeniyet kitabını atalarımızın bundan dokuz yüzyıl önce okuduğu sayfaya kadar okudunuz. Belki de Saat Tableti, Kişisel Saat, Annelik Normu, Yeşil Duvar, Velinimet gibi temel kavramları dahi bilmiyorsunuzdur. Bunlar hakkında konuşmak bana hem gülünç hem de çok zor geliyor. Bu, herhangi bir yirminci yüzyıl yazarının, romanında bahsi geçen ceket, apartman dairesi, gibi sözcükleri açıklamaya çalışmasıyla aynı şey. Öte yandan, bu roman ilkel birisi için çevrilmişse ceket hakkında bir açıklama yapılmaması da düşünülemez öyle değil mi?

    Eminim, ilkel biri ceket görse şöyle düşünürdü: Bu da ne böyle? Yükten başka bir şey değil. Bana öyle geliyor ki, size İki Yüzyıl Savaşları’ndan bu yana içimizden kimsenin Yeşil Duvar’ın ardına geçmediğini söylediğimde, siz de aynen öyle görüneceksiniz.

    Ama kıymetlilerim, birazcık daha düşünmek size çok yardımcı olacaktır. Bütün bir insanlık tarihinin, tabii bildiğimiz kadarıyla, göçebelikten yerleşik formlara geçiş tarihi olduğu açıkça ortadadır. Buradan hareketle en yerleşik yaşam formu (bizimki) en mükemmeli (bizimki) değil midir? Eğer insanlar dünyanın bir ucundan diğer ucuna koşuşturmuşlarsa bunun tek nedeni tarih öncesi dönemlerde ulusların, savaşların, ticari faaliyetlerin var olması, nice Amerikalar keşfedilmesidir. Ama buna artık kimin ihtiyacı var ki?

    Yerleşik düzene öyle bir anda, emek vermeden geçilemeyeceğini itiraf ediyorum. İki Yüzyıl Savaşları sırasında bütün yollar çöküp her yeri otlar bürüdüğünde, birbirlerinden balta girmemiş ormanlarla ayrılan kentlerde yaşamak ilk başlarda çok sıkıntılı olsa gerek. Sıkıntılı olsa ne olur ki? İnsan kuyruğunu düşürdükten sonra sinekleri kuyruğunun yardımı olmadan kovmayı bir anda öğrenmemiştir herhalde. Şüphesiz, ilk başlarda kuyruğunu çok aramıştır. Peki ya şimdi bir kuyruğunuz olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ya da çıplak bir halde, ceket giymeden dışarıya çıktığınızı... (belki de hâlâ ceket ile dolaşıyorsunuzdur.) İşte ben de sizler gibiyim; Yeşil Duvar’la bezenmemiş bir kent ve Tablet’in dijital cübbesine bürünmemiş bir yaşam düşünemiyorum.

    Tablet... İşte şimdi de tabletin altın zemin üzerindeki mor rakamları odamın duvarından hem gaddarca hem de bağrına basarcasına gözlerimin içine bakıyor. Elimde olmadan eskilerin ikona dedikleri şeyler geliyor aklıma, şiirler ya da dualar (ikisi de aynı şey³) yazmak istiyorum. Ah, sevgili Saat Tableti, neden Tek Devlet’in kalbi ve nabzı olan sana dair methiyeler düzebilen bir şair değilim!

    Biz çocukken (belki sizler de) okulda eskilerden bizlere kadar ulaşabilmiş başyapıtlardan biri olan Demir Yolu Çizelgesi⁴ adlı eseri okurduk. Bu kadar değerli bir eseri bile Tabletle yan yana koyduğunuzda biri elmas diğeri grafit gibi olur. Oysa ikisi de aynı, ikisi de C, karbon ama o nasıl da ebedi, saydam ve bir elmas gibi göz kamaştırıyor. Çizelgenin sayfalarında heyecanla gezinirken kimin nefesi kesilmez ki? Ama Saat Tableti her birimizi çelikten altı tekerlekli bir destan kahramanına dönüştürür. Biz milyonlar her sabah altı tekerleğin dakikliğinde aynı saatte, aynı dakikada uyanırız. Biz milyonlar tek vücut olup aynı saatte

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1