Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Kusursuz Deneyim
Kusursuz Deneyim
Kusursuz Deneyim
Ebook449 pages4 hours

Kusursuz Deneyim

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

İngilizce yaz kampının sonundaki sürpriz hazine avına katılırken, G.M. Elektronik’in yirmi iki yaşındaki varisi Öykü Meşe’nin tek endişesi, üniversitenin İngilizce sınavını geçip geçemeyeceğidir. En yakın yerleşim yerinden kilometrelerce uzakta, kampta edindiği orman becerileriyle hayatta kalmaya çalışırken, bir yandan da bilmece zarfından çıkan ‘iyi eğlenceler’ mesajının anlamını çözmesi gerekmektedir. Ormanda gaz maskeli ve baltalı bir katille karşılaştığında, bilmecelerden daha büyük gizemleri olduğunu çok geçmeden anlayacaktır. Arkadaşlarının çığlıkları ormanı doldurur, orta çağ silahları taşıyan katiller onları avlarken, Öykü’nün hayatta kalmak için kamp becerilerinden fazlasına ihtiyacı olacaktır. Ne var ki katillerden biri, ne pahasına olursa olsun Öykü’yü ele geçirmeye kararlıdır.

Pilot gözlüklü katil kimden emir alıyor? Öykü’nün kulağına fısıldadığı şey doğru olabilir mi? Dahası, bu soğukkanlı, kana susamış adamdan hem ölümüne korkup hem karşı konulmaz bir çekim hissetmesi nasıl mümkün oluyor? Şimdi Öykü’nün masum bir hazine avı olmayan bu avda ya rolünü kabullenmesi ya da avın kurallarını değiştirmesi gerekecek.

LanguageTürkçe
Release dateFeb 22, 2018
ISBN9781370399055
Kusursuz Deneyim
Author

E. B. Pehlivan

İstanbul doğumlu Eda Buse Pehlivan, ODTÜ KKK Psikoloji bölümünü birincilikle bitirdi. Yüksek lisansını Spor ve Egzersiz Psikolojisi üzerine İngiltere’de tamamladı. 2015 yılında, iki bavulu ve cebinde 900 dolarıyla, hep hayalini kurduğu ülke olan Avustralya’ya göç etti. Şu an Queensland eyaletinde yaşayan yazar, ikinci kitabı üzerinde çalışmaktadır.

Related to Kusursuz Deneyim

Related ebooks

Related categories

Reviews for Kusursuz Deneyim

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Kusursuz Deneyim - E. B. Pehlivan

    Bu kitabın yazılması, tamamlanması ve yayınlanmasında birçok kişinin emeği geçti. Öncelikle, en büyük teşekkürü annem Ayşegül Yılmaz hak ediyor. Anne gözlüklerini kenara koyup, kitabı profesyonel bir editörün acımasızlığıyla eleştirebilmesi, Kusursuz Deneyim’in son halini bulmasında çok faydalı oldu. Kitapla ilgili güzel olan her şey için ona teşekkür edip, yetersiz kalan her şey için, benim onu dinlememdeki yetersizliğimi suçlayabilirsiniz. Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır dedikleri gibi, her başarılı evladın arkasında böyle bir anne vardır.

    Bilgisayarım çöktüğünde, bana dizüstü bilgisayarını vererek yazmaya devam edebilmemi sağlayan Jason Yates de büyük bir teşekkürü hak ediyor. Ayrıca, bana her yazarın kıymetini bileceği ilham verici manzarayı ve sessiz ortamı sağlayan Yates ailesine de teşekkürler.

    Kitaba daha yazım aşamasındayken gösterdiği ilgiyle beni motive eden, istediğim zaman beyin fırtınası yapıp fikrini belirtmekten çekinmeyen Özlem Buket Duru’ya da teşekkürü borç bilirim.

    Kitap hâlâ yazılmaktayken internet üzerinde çeşitli platformlarda ön okumayı yapıp, yorumlarıyla beni motive eden kusursuz okurlarıma ve bu kitabı satın olarak Türkiye’de özyayıncılığı destekleyen herkese çok teşekkür ederim.

    E.B. Pehlivan

    31.12.2017

    Bölüm 1

    Tavşan, titreyen burnunu kaldırıp havayı koklarken, Öykü elindeki ipi sıkıca tuttu.

    Kalbi kulaklarında atıyor, nefes almaya bile cesaret edemiyordu. Yazın son sıcağını taşıyan yumuşak bir rüzgâr, ağaçların yapraklarını hışırdattı. Öğle güneşi, sık dalların arasından sızmış, zemindeki kuru yaprakların üzerinde sarı benekler yaratıyordu. Tavşan, Öykü’nün kurduğu tuzağa hoplayarak iki adım daha yaklaştı ve yeniden havayı koklamak için başını kaldırdı.

    Genç kızın kurduğu tuzak hiç karmaşık değildi. Yarım metre çapında, dairemsi bir taşın bir ucunu kaldırmış, altında fokurdayan böceklere ve solucanlara aldırmamaya çalışarak kalın bir sopayı diklemesine taşın altına sıkıştırmıştı. Sopaya bağladığı ipin diğer ucunu elinde tutarak dört beş metre uzakta bir çalının içine saklanmış, sabırla beklemeye başlamıştı. Tavşan taşın altına girdiğinde, ipi çekerek hayvanın üzerine düşürecekti. Taşın, avını öldürecek kadar ağır olduğunu düşünmüyordu, ama hiç değilse koşarak yanına gelebilecek kadar bir süre hayvanı hareketsiz tutacağını umut ediyordu.

    Tavşanın orman zeminindeki kuru yaprakları hışırdatarak yaklaştığını ilk duyduğunda, pes etmemek için kendisiyle inatlaşmaktaydı. Kurduğu tuzağa yem olarak sandviçinin içinden çıkardığı yeşilliklerden yerleştirmişti. Hatta kokuyu kuvvetlendirmek için salatalık dilimlerini ve marul yapraklarını bölüp küçük parçalara ayırmıştı. Saklandığı yerde bir saattir hiç kıpırdamadan bekliyordu. Boynu ağrımaya, oturmaktan dizleri uyuşmaya başlamıştı. Üstelik zaman da kaybediyordu, vakit neredeyse öğleye geliyordu. Hem tuzağın düzgün çalışacağından da emin değildi.

    Ne var ki kaşlarını çatıp gözlerini inatla tuzağa dikmiş, pes etmeyi kendine yediremeyip ısrarla beklemişti. Beklediğine değecekti de. Birkaç adım sonra tavşan tuzağa girecek, sırtına inen taşın ağırlığıyla sıkışıp kalacaktı. Hayvanın kahverengi, yumuşacık görünüşlü kürkünü, havayı koklamak için başını her kaldırışında titreşen bıyıklarını izlerken nefesini tutmuştu Öykü. Avuç içlerinin hem heyecandan hem de havanın sıcağından yapış yapış olduğunu hissedince, elinin kaymaması için ipi dikkatle parmaklarına doladı. Tuzağın yanına kadar gelen tavşan, ağırlığını ön ayaklarına verip başını taşın altına uzatarak yeşilliklere yetişmeye çalıştı.

    Biraz daha, diye düşündü Öykü hazırlanarak.

    Yeşillikleri taşın en dip köşesine kadar itme kararı aldığı için kendini sessizce tebrik etti. Uzanamayacağını fark eden hayvan, ufak bir adım daha atıp iyice taşın altına girdi.

    Öykü ipi çekti ve tavşanın sıçrayarak tuzağın altından çıkıp, çalıların arasında gözden kaybolmasını kırmızı bir çaresizlikle izledi.

    Kahrolası, aptal, geri zekalı sopa!

    Tuzağı kurarken, taşın altındaki nemli toprağın yumuşaklığını hesaba katmamıştı. Sopayı diklemesine toprağın üzerine koyduğunda, sopanın ucu taşın ağırlığıyla bir parmak kadar yere gömülmüştü. Öykü sopayı tek hamlede taşın altından çekememiş, ipe ikinci defa asılmak zorunda kalmıştı. Bir saniyenin yarısı kadar süren bu aksilik, avına kaçması için zaman vermişti.

    Burnundan soluyarak hızlı adımlarla işe yaramaz tuzağına yaklaştı genç kız. Son birkaç adımı koşarak alıp, taşa kontrollü bir tekme indirdi. Lastik ayakkabıları, ayak parmaklarının sızlamasını engelleyemedi. Ellerini beline koyup burnundan soluyarak, tuzağının işe yaramamasının suçu fizik kuralları değilmiş de taşın kendisiymiş gibi dik dik taşa baktı. Sırtı terden sırılsıklamdı. Bacakları ise uzun süre hareketsiz kalmaktan uyuşmuştu. Gözlerini kapatıp derin bir soluk aldı ve ağrıyan boynunu rahatlatmak için başını geriye yatırdı.

    Yirmi iki yaşına gelmiş, fakat hâlâ kaybetmeyi öğrenememişti.

    Sırt çantasını çıkarıp kucağına alarak, taşın üzerine oturdu. İçindeki salatalık ve marulu tuzağında kullandığı sandviçin kalanını çıkardı ve tatsız bir ısırık aldı. Ekmeğin arasında yalnızca peynirle birkaç dilim domates kalmış, ekmeği ıslatıp yumuşatmıştı. Domates dilimlerini çıkarıp yere attı. Ormanın ortasında çöp kovası arayacak değildi. Hem kuşlar ve karıncalar karınlarını doyururlardı işte ne güzel. Dizlerinin arasına sıkıştırdığı plastik su şişesini tek eliyle açtı, büyük bir yudum aldı. Sandviçin yarısı bitince onu yeniden paketine sarıp çantasına attı ve bu kez bir paket sigara ile kalınca katlanmış haritasını çıkardı.

    Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasını yakar yakmaz sinirlerinin yatıştığını hissetti. Yanına yedek bir paket almadığına pişmandı. Yedi dal sigarası kalmıştı ve o da ertesi gün bitecekti. Bu ormanda daha ne kadar vakit geçirmesi gerektiğini bilmiyordu. Yirmi dört saatten uzun süredir buradaydı ve şimdiden İstanbul’a bile geri dönmek için sabırsızlanıyordu.

    Sigarası dudaklarında, haritayı açıp dizlerinin üzerine yaydı. Çay kenarına birkaç saat içinde varmayı planlıyordu. Daha sonra sırtını suyun geldiği yöne dönüp, aradığı şeyi görene kadar yürümesi gerekecekti. Kabaca katladığı haritayı yeniden çantasına tıktı, tamamen bitmemiş sigarasını taşa bastırarak söndürdü ve ayağa kalkarken izmariti alışkanlıkla yere attı. Durakladı. Dönüp izmariti attığı yerden geri aldı ve çantasının ön cebine tıktı. Şehirde olsa bu yaptığına hiç aldırmazdı -sokaklar çok temizdi sanki- fakat söndüğünden emin olsa bile ormanda izmarit bırakmak ona yanlış gelmişti. Orman tertemiz, el değmemişti. Hiçbir yerinde insanların izlerini taşıyacak en ufak bir çöp yoktu. Bulduğu gibi bırakmak en iyisiydi. Tuzakta kullandığı ipini geri topladı ve yeniden yola koyuldu.

    Pusulası yoktu, yönünü ağaçların gövdelerinde biten yosunlara göre tayin ediyordu. Çay kenarına varması tahmin ettiğinden uzun sürdü. Yön bulurken ufak bir hata yapmış olabileceğini düşündü, ama sonuçta ince bir kıvrım halinde akan bulanık suyu bulmuştu işte. Karıştırdığı sırt çantasından bu kez sade bir zarf çıkardı. Zarfın üzerine el yazısıyla, ‘Hedef noktasına varılana kadar açılmayacak’ yazılmıştı, fakat Öykü zarfı çoktan açmış, içinde çay kenarının yakından çekilmiş bir fotoğrafı olduğunu öğrenmişti bile. Fotoğraf karesinde yalnızca bir ağacın gövdesinin ufak bir kısmı, dibindeki beyaz taşlar ve çamurlu toprak görünüyordu. Bir sigara daha yakıp, elinde fotoğrafla çay kenarında yürümeye başladı. Usul usul şırıldayan suyun yüzeyi çamurluydu. Öykü’nün yürüdüğü toprak nemli ve taşlıydı. Sağ tarafındaki ağaçlarla sol tarafındaki suyun arasında uzayan mesafeden, çayın zaman zaman taşıp yürüdüğü yere kadar geldiğini tahmin etti. Yürürken sık sık elindeki fotoğrafa bakıyor, dibinde beyaz taşlar olan cılız bir ağaç arıyordu. Onu yakın zamanda görmeyi planlamıyordu. Hedef noktasının, çay kenarına vardığı yerin en az bir saat kadar aşağısında kalmış olacağını düşünüyordu. Ne var ki sigarası bittikten on dakika kadar sonra ağacı buldu.

    Adımlarını hızlandırarak çayın kenarındaki yumuşak toprakta bitmeyi başarmış cılız ağaca yaklaştı. Sular yükseldiği zaman ağacın dibine kadar geliyor olmalıydı. Gri gövdesiyle çayın üzerine doğru eğilmiş ağacın türünü bilmiyordu, önemli değildi de. Onu tek ilgilendiren dibindeki iri, beyaz taşlardı. Taşları tek tek kaldırıp altlarını aradı, fakat yumuşak toprakta yuvaları bozulduğu için panik olan solucanlardan başka bir şey göremedi. Ağacın etrafında tur atmış, yirmi kadar taşı ikişer defa kaldırıp bakmıştı, fakat ipucuna benzer hiçbir şey bulamamıştı. Hüsranla burnundan soludu, doğrulup belini rahatlatmak için sırtını geriye yatırdı ve aradığı şeyi ağacın dallarından birine asılı gördü.

    Yüzündeki zafer gülümsemesi, el büyüklüğündeki plastik torbanın, çayın üzerine sarkan en ince dalın en ucuna asılı olduğunu fark edince silindi. Ağacın gövdesi Öykü’nün ağırlığını anca taşırdı belki, fakat o dalın kırılıp onu popo üstü suya düşüreceğinden emindi. Çay fazla derin değildi, suyun ancak dizlerine kadar geleceğini tahmin ediyordu, yine de ıslanmak istemiyordu.

    Taş atsam, diye düşündü, fakat bundan hemen vazgeçti. Plastik torbayı vurabilse bile onu suya düşürür, akıntıda kaybedebilirdi. Oflayarak, bir sigara daha yakma isteğine karşı gelmeye çalıştı. Aklında bir plan şekillenmeye başlamıştı. Çantasını yere indirip içinden ipini çıkardı. İpi beline dolarken ağacı gözleriyle tartıyor, ayağını koyacağı yerleri hesaplıyordu. Ağacın gövdesi ince ve güçsüz görünüyordu, fakat Öykü de kilolu sayılmazdı. Ağırlığını taşıyacağına emin gibiydi. Alçak dallardan birine tutunup ayağını gövdedeki ince bir yarığa basarak kendini yukarı çekti. Okulundaki tırmanış duvarı sağ olsun, iyi bir tırmanıcıydı. Tırmanış kulübünün gözetmenliğini yapan yakışıklı İngilizce hocasının söylediklerini hatırlayıp kendini bacaklarıyla itmeye özen gösterdi.

    Torbanın asılı olduğu dalla aynı hizaya geldiğinde, bacaklarını ayırarak ağacın gövdesiyle birleştiği yere oturdu. Dalın ucunda sallanan poşeti şimdi daha iyi görebiliyordu. Sandviç poşetlerini andıran şeffaf poşetin içinde beyaz bir zarf vardı. Ağırlığıyla eğilip çatırdayan dalın üzerinde cesaret edebildiği kadar ilerledi ve beline doladığı ipi çözmeye koyuldu.

    İpin iki ucunu oturduğu dalın iki yanından aşağı sarkıttı. Sarkan uçların birbirine eşit olmasına özen gösterdi. Daha sonra ipin orta kısmını tutup, dalın ucuna doğru uzanabildiği kadar itti. Bunun yeterli olacağını umut ediyordu. Dikkatle gerileyerek yere atladı. İpin uçları şimdi suya değiyor, akıntının gücüyle Öykü’nün sağına doğru eğiliyordu. Genç kız çayın kenarında durup ipleri yakaladı ve dalı kendine doğru çekti. Parmaklarının ucunda yükselerek uzandı, torbayı tuttu ve daldan kurtardı.

    Lütfen kolay bir şey olsun, diye mırıldandı poşeti yırtıp açarken. Kafa yorucu bir başka bulmacayla uğraşmak istemiyordu. Sigarası azalıyordu ve şu ormandan bir an önce çıkmak istiyordu. Poşetin içinden çıkan beyaz zarfı açmadan önce elinde evirip çevirdi. Zarfın üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. Kenarlarını yırtarak açtı.

    Çıkan şey ona bir kartpostalı andırdı. Yarım sayfa büyüklüğünde, kalın ve sert bir karttı. Ön yüzünde ona oldukça tanıdık gelen, fakat çıkaramadığı bir logo vardı. Orta çağ filmlerinde gördüklerine benzer, üzerinde siyah bir K harfi taşıyan mavi bir kalkan ile önünde baş aşağı duran bir kılıç. Kartın arkasını çevirdi. Okuduğu iki kelime, onu açıklayamadığı bir biçimde huzursuz etti.

    İyi eğlenceler.

    Hızlıca etrafına bakındı. İyi eğlenceler? Sıcak havaya rağmen sırtından soğuk terler akmaya başlamıştı. İzleniyormuş gibi hissediyordu. Ne eğlencesi, diye söylendi sinirli sinirli. Çok eğleniyorum, sorma. Bu ormandan bir an önce çıkma isteği, karşı konulmaz boyuta ulaşmıştı. Bir an bilmeceleri falan boş verip, onu en yakın otobüs durağına götürmelerini talep etmeyi düşündü. Ardından içinde panik halinde tartışan sesleri azarlayarak susturdu. Bunda huzursuz olunacak bir şey yoktu. Kartı yeniden çevirip ön yüzündeki logoya baktı. İpucu logonun bir yerlerinde saklı olmalıydı. Çözmesi gereken bilmece buydu.

    Oturup sigara içmek istiyordu. Kartı ve poşeti çantasına tıktı. Ağacın dalından sallanan ipin bir ucunu çekip daldan kurtardı ve onu da çantasına koydu. Ardından oturacak bir yer aramak için doğruldu. Kaşlarını ne kadar çatıp kendini ne kadar azarlarsa azarlasın, o huzursuzluk hissini üzerinden atamıyor, gözleri sık sık etrafındaki ağaçları tarıyordu. Ezilen yaprakların hışırtısını duyduğunda, ona saklanma kararı aldıran da işte bu huzursuzluğu olmuştu.

    Çayın karşı tarafından birisi yaklaşıyordu. Öykü kendi tarafındaki ağaçların arasına geri çekildi. Sık çalılardan birinin arkasına geçip, derenin karşı kıyısını izleyerek bekledi. Saklandığı için kendini aptal gibi hissediyordu. Gelen muhtemelen diğer kızlardan biriydi. Birileri Öykü’yü saklanmaya çalışırken bulursa ne kötü dalga geçecekti. Dalga geçilme korkusu, okuduğu mesajın sebep olduğu huzursuzluğa bir an için ağır basacak gibi oldu. Derken derenin karşı kıyısında, tanıdığı hiçbir kıza ait olamayacak kadar iri bir gövde belirdi.

    Öykü’nün ilk dikkatini çeken şey, adamın elinde taşıdığı siyah saplı devasa baltaydı. Ağaç kesmek için kullandıkları baltalara benzemiyordu bu. Ona yine orta çağ filmlerinde taşıdıkları savaş baltalarını andırmıştı. Öyle süslü, gösterişli bir şey değildi, oldukça sadeydi. Bir kenarı geniş ve keskin, diğer kenarı uzun ve sivriydi. Deriyle sarılı siyah sapı, adamın her iki eliyle tutabileceği kadar uzundu. Ağır görünüyordu, fakat adam bunu tek eliyle, hiçbir zorlanma belirtisi göstermeden taşıyordu. Cüssesi göz önünde bulundurulursa, bu hiç de şaşırtıcı değildi.

    Öykü adamın boyunu iki metreye yakın tahmin etti. Devasa omuzları, küçük birer ağaç gövdesini andıran kolları, kalın bir boynu vardı. Başı keldi ve yüzünü Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir gaz maskesiyle gizlemişti. Maskenin üzerine küçük bir kamera takılmıştı. Ağır adımlarla suyun kenarına yaklaşan adam etrafına bakınmak için başını çevirince, Öykü tek kulağını kapatan kablosuz kulaklığı da gördü.

    Adamın yürüyüşünde genç kıza yırtıcı hayvanları andıran bir şeyler vardı. Maskesinin ardından etrafı inceleyen adam, çayın kıyısına kadar yürüdü. Maske bir an Öykü’nün saklandığı yere doğru döndü ve genç kızın yüreğini ağzına getirdi. Koyu renkli camın ardından adamın tam olarak neye baktığını anlayamıyordu. Görülmüş müydü? Adam baltasını yere koydu, çömelip çayın bulanık suyunda ellerini yıkamaya başladı.

    Tahmini varış?

    Bir an için görüldüğünü, adamın kendisiyle konuştuğunu sanan Öykü, saklandığı yerden çıkıp kaçmak konusunda güçlü bir istek duydu. Sonra, adamın kulaklığına konuştuğunu fark etti. Koşma hazırlığıyla yay gibi gerilen vücudunu rahatlamaya zorladı. Adamla arasında çay vardı. Suyu aşmaya yönelik en ufak bir girişimde bulunmadığı sürece yerini ona belli etmemek en iyisiydi.

    Ne tarafta? Adamın sesi derin bir hırıltıyı andırıyor, ona yırtıcı hayvanları çağrıştırıyordu. Kulaklığından gelen cevabı dinlerken başı çayın yukarısına doğru döndü. Ağaya kalktı, ıslak ellerini üzerindeki siyah atlete silip kuruladı ve Tamam, diye homurdandı baltasını yerden alırken. Dönüp hızlı adımlarla çayın aşağısına doğru yürümeye başladı.

    Öykü, adam iyice gözden kaybolana kadar bekledi. Ardından yerinden çıkıp zıt yöne, çayın yukarısına doğru yürümeye başladı. Burada neler olduğunu bilmiyordu, fakat ormanda baltalı -savaş baltalı- bir adamla karşılaşmak hiç hayra alamet değildi. Artık medeniyete geri dönmek, orta çağ silahları taşımayan normal görünüşlü insanların olduğu bir yere gitmek istiyordu.

    Baltalı adamın gittiği yönden gelen bir çığlık sesiyle olduğu yerde donup kaldı. Çığlık, bir kıza aitti. Ayakkabı reyonunda indirim olduğunu duyan, ya da sevdiği sanatçıyı sahnede gören bir kızın heyecan çığlığına benzemiyordu. Dehşet ve acı dolu bir çığlıktı bu.

    Sesin sahibi ikinci kez çığlık attı, fakat bu kez ses yarıda kesildi. Öykü gözlerini sesin geldiği yöne dikerek kulak kabarttı. Ağzı kurumuş, farkında olmadan nefesini tutmuştu. Herhangi bir şey duymak ya da görmek için bekledi. Fakat tüyler ürpertici bir sessizlikten başka hiçbir şey duyamadı. Birkaç dakikanın ardından, çığlıkla kesilmiş olan kuş sesleri, çekingence yeniden ötmeye başladı.

    Öykü dönüp çayın yukarısına doğru koştu.

    Bölüm 2

    Demirkapı Plaza’nın yeni güvenlik görevlisi, iş merkezinin lobisine girenleri dikkatle izliyordu. Lobinin gerisindeki güvenlik kulübesi, yere konmuş küçük bir elektrik sobasıyla sıcacık olmuştu. Masanın üzerine dizilmiş ekranlarda güvenlik kameralarının aktardığı görüntüler, beşer saniyelik aralıklarla gösteriliyordu. Masanın altına gizlenmiş küçük ekran televizyonda ise futbol maçı vardı. Güvenlik kulübesinin bir duvarı camdandı ve içerideki görevlilere, lobiyi kendi gözleriyle izleme imkânı veriyordu. Erdem kollarını göğsünde birleştirmiş, sandalyesinde geriye yaslanmış, plazanın kapısından girip çıkanları şüpheli gözlerle inceliyordu.

    Ortağı ona çok fazla casus filmi izlediğini söylerdi. Kendisi on yıldır bu plazada çalışıyordu Bülent ve yolunu kaybetmiş birkaç tinerciden büyük bir problemle uğraşmamıştı. Fakat Erdem, ülkenin genelinde artan terör olaylarının farkındaydı ve Demirkapı Plaza, her gün binlerce ziyaretçisi olan, büyük bir iş merkeziydi. Sırtında siyah bir sırt çantasıyla lobiye giren genç kızı gördüğünde, geçenlerde gazetelerde okuduğu canlı bomba olayını düşünüyordu.

    İş merkezinin lobi alanı halka açıktı, fakat üst katlardaki ofislere çıkan asansörlere ulaşmak için, güvenlik kartı gerektiren turnikelerden geçilmesi gerekiyordu. Ziyaretçiler, önceden randevuları varsa, kimliklerini lobideki resepsiyona bırakıp ziyaretçi kartı alabiliyorlardı. Erdem’in dikkatini çeken genç kız, resepsiyona gözünün ucuyla bile bakmadan doğrudan güvenlik turnikelerine yürüdü. Erdem güvenlik kartı olan ofis çalışanlarının çoğunu sima olarak biliyordu, fakat bu genç kızı hiç görmemişti. Kahverengi saçlı, on sekiz yaşlarındaki kızın üzerinde, birkaç gündür yıkanmadığı belli bir bluz, kot pantolon ve uzun bir ceket vardı. Elini ceketinin cebine atan kız, bir güvenlik kartı çıkarıp turnikelerden birindeki okuyucuya uzattı.

    Yardımcı olabilir miyim, hanımefendi? Erdem göz açıp kapayana kadar güvenlik kulübesinden fırlamış, turnikeden geçen genç kızın karşısına dikilmişti. Kız, güvenlik görevlisine göz ucuyla umursamaz bir bakış atıp, elindeki güvenlik kartını adamın yüzüne tuttu. Kartın üzerindeki isim, kızın parmaklarının altında kalmıştı, fakat Erdem logoyu görebildi. G.M. Elektronik, iş merkezinin on altıncı katındaydı. Genç kız, sabırsızca Erdem’in etrafından dolanmaya yeltendi, fakat güvenlik görevlisi çevik bir adımla kızın yolunu kesti. Kimlik görebilir miyim?

    Genç kız alev saçan gözlerini Erdem’e dikti. Bakışlarında bir doz şaşkınlık da vardı. Dudaklarını birbirine bastırmış, gözlerini kırpıştırarak, ciddi olup olmadığını anlamaya çalışırcasına güvenlik görevlisine bakıyordu. Sen benim kim olduğumu biliyor musun?

    Bilmiyorum, işte sorun bu. Kimlik lütfen.

    Genç kız, elindeki güvenlik kartını yeniden Erdem’e doğru kaldırdı. Erdem bu kez parmaklarının kasıtlı olarak kartın üzerindeki ismi gizlediğini fark etti. Güvenlik kartım var.

    Yakından bakabilir miyim?

    Genç kız kartı hızla geri çekti. Bir kez daha Erdem’in etrafından dolanmaya çalıştı, fakat adam izin vermedi. Çekil yolumdan, diye burnundan soludu kız.

    Bu güvenlik kartını nereden buldunuz?

    Sana ne?

    Güvenlik görevlisiyle genç kızın arasındaki diyalog, etraftaki insanların dikkatini çekmeye başlamıştı. Saat sekize yaklaşıyordu, lobide pek kimse kalmamıştı ve resepsiyon da kapanmaya hazırlanıyordu, fakat geç paydos etmiş birkaç ofis çalışanı, turnikelerden geçerken meraklı gözlerle onlara baktı. Genç kızın duruşu, büyük bir sahne yaratmaya hazırlandığını söylüyordu. Lobinin ortasında bağırış çağırışlar hiç hoş olmazdı.

    Benimle güvenlik ofisine gelip kartı nereden aldığınızı açıklamanız gerek, hanımefendi. Ayrıca çantanın içinde ne olduğuna da bakmak istiyorum.

    Kızın burun delikleri genişledi. Başını hırlar gibi hafifçe aşağı eğip, İşini kaybetmek istemiyorsan hemen önümden çekil, dedi tane tane.

    Erdem bu tarz tehditlere alışmıştı. Kaba kuvvet kullanmaktan kaçınmaya çalışıyordu, fakat genç kız ona başka çare bırakmıyordu.

    Öykü Hanım? Tuvaletlerin olduğu yerden çıkan Bülent, hızlı adımlarla yanlarına geldi. Genç kız şimdi çatık kaşlarını ona çevirmiş, yaşlı güvenlik görevlisine bakıyordu. Erdem ise gözlerini kızdan ayırmadı.

    Babanız birkaç saat önce çıktı Öykü Hanım, dedi Bülent, bütün dişleriyle gülümseyerek.

    Biliyorum. Öykü Hanım, Erdem’e son kez ters bir bakış atıp, yanından yürüyüp geçti. Erdem yeniden onu durdurmaya yeltendi, fakat Bülent elini göğsüne koydu.

    Kafayı mı yedin sen? diye azarladı Bülent dişlerinin arasından.

    Kız çok şüpheliydi, dedi Erdem, işini yaptığı için kendini savunmak zorunda kalmasına gücenerek. Kimlik göstermedi, güvenlik kartını nereden aldığını da açıklamadı. Konuşurken asansör bekleyen kızdan gözlerini ayırmamıştı.

    Ben sana kızın kimliğini göstereyim. O kız Öykü Meşe. Mustafa Meşe’nin kızı. Bülent kendi kendine söylenerek elektrik sobasıyla sıcacık olmuş güvenlik kulübesine girdi. Gel, maçı kaçıracağız.

    Erdem kollarını göğsünde kavuşturup, asansöre binen genç kızı izledi. Mustafa Meşe, G.M. Elektronik’in sahibiydi. Şirketin ülkenin genelinde yirmi sekiz tane şubesi vardı. Erdem kendi cep telefonunu, bilgisayarını, mutfak aletlerini, güvenlik kulübesinde kullandıkları elektrikli sobayı bile onların mağazalarından almıştı. Elektronik eşya imparatorluğunun varisiyle takıştığına inanamıyordu. Asansörün kapıları kapanırken Öykü Meşe’nin bakışları, Erdem’in ağzında kötü bir tat bıraktı.

    *

    Öykü kimlik kartını asansörün kontrol panelinin altındaki okuyucuya uzattı ve çıkmak istediği katın tuşuna bastı. Asansör hızlı bir tırmanışa geçti. Heyecandan midesi bulanıyordu. Yaşlı güvenlik görevlisi olmasa başı ciddi şekilde belaya girebilirdi. Hele o güvenlik görevlisi babasına telefon açacak olursa...

    Kollarını göğsünde birleştirip asansörün arka duvarına yaslandı. Sekizinci katı geçiyorlardı. On altıya gelene kadar cesaretini kaybedeceğinden korkuyordu. Asansörün kapısı onuncu katta açıldı. Geç paydos etmiş, gömlekli bir ofis çalışanı, asansörün aşağı inip inmediğini sordu. Öykü başını iki yana sallayıp aceleyle kapıları kapatacak tuşa bastı. Asansör tırmanışına devam etti.

    Kontrol panelinin üzerindeki rakam on altıyı gösterdiğinde, kapılar gösterişli bir duvara açıldı. Duvarın yukarısında G.M. Elektronik’in ismi ve altın rengi çerçeveli, kabartmalı ahşap logosu vardı. Altında ise çalıştığı çeşitli şirketlerin logoları daha sade birer çerçeveyle sıralanmıştı. Öykü bir an dışarı adım atmaya cesaret bulamayıp logolarla bezeli duvara bakakaldı. Ardından asansörün kapıları kapanmaya başladı ve Öykü aceleyle dışarı atladı.

    Derin bir nefes alan genç kız, logolu duvarın sağında kalan karşılama alanına yürürken, çantasından ikinci bir güvenlik kartı çıkarttı. Burada, ofise gelen misafirleri karşılayan ufak bir resepsiyon masası ve şık bir bekleme salonu vardı. Masanın arkasında ise çift kanatlı cam kapılar, ofisin geri kalanına açılıyordu. Şu an resepsiyon masasında kimse oturmuyordu ve cam kapılar kapalıydı. Kapının ardında, bölmelerle ayrılmış çalışma masalarından oluşan geniş bir çalışma alanı görülebiliyordu. Plazanın on altıncı katının tamamına sahipti G.M. Elektronik. Tüm çalışanlar çoktan paydos etmiş, ışıklar kapanmış ve ofis kilitlenmişti.

    Öykü, G.M. Elektronik’e özel ikinci güvenlik kartını okuyucuya tutup kapıyı açtı. Üçer saniye aralıklarla devam eden, hafif, alçak bir bip sesi duyuldu. Hırsız alarmı ötmeye başlayıp, şirketin anlaşmalı olduğu özel güvenlik şirketini çağırmadan önce otuz saniyesi olduğunu biliyordu. Kapının arkasındaki paneli açıp altı rakamdan oluşan şifreyi girdi. Tehditkâr bip sesi anında kesildi ve Öykü derin bir nefes aldı.

    Kalbi heyecanla atıyor, midesi bulanıyordu. Bluzunun koltuk altları terle sırılsıklam olmuştu ve ofisin ısıtıcılarının kapalı olmasına rağmen ceketi ona fazla kalın gelmeye başlamıştı. Bu çılgınlık, diyordu kafasının içinde küçük bir ses. Bu bildiğin yasa dışı. Kaşları çatıldı. Babasının sahip olduğu bir işyerine girmenin nesi yasa dışıydı ki? Kapıyı kırıp zorla girmiş bile değildi.

    Cep telefonunun ışığını kullanarak kabinlerin arasında yürüdü. Ofiste yoğun geçen bir mesaiden sonra havasızlık ve ter kokusu asılı kalmıştı. Ayak sesleri gürültüyle yankılanıyor, Öykü’yü daha sessiz yürümeye teşvik ediyordu. Babasının manzaralı köşe ofisini eliyle koymuş gibi buldu. Buraya ilk gelişi değildi, fakat her şey yolunda giderse son gelişi olacaktı. Ofis geniş ve zengin döşeliydi. Karşı duvarda Mustafa Meşe’nin ağır, ahşap masası, önünde iki konforlu sandalyeyle duruyordu. Bir köşede çift kişilik iki koltuk, aralarında ise kahve masası vardı. Zemin pahalı bir halıyla kaplanmıştı ve bu halıyı her zaman çirkin bulmuş olan Öykü, sessizlikte yankılanıp onu huzursuz eden ayak seslerini boğacağı için minnettardı. Genç kız, deri kaplı kitapların dizili olduğu kitaplığı geçip, duvara gömülü demir kasanın önünde durdu.

    En ufak bir şüphesi varsa, şimdi geri dönmenin tam zamanıydı. Şimdiye kadar babasının sahip olduğu bir ofise girmekten başka bir şey yapmamıştı. Fakat bu noktadan sonra yapacaklarına babasının bile anlayış göstereceğini zannetmiyordu. Kaşları çatıldı, burnundan soluyarak uzanıp kasanın şifresini girdi. Tomarlar halinde bantlanmış, dizili banknotları görünce, kalbi göğüs kafesini kırmaya çalışırcasına atmaya başladı.

    Benim param, diye düşünüyordu, kendini yaptığı şeyin yanlış olmadığına ikna etmeye çalışarak. Benim mirasım, benim param.

    Kasanın içindekileri çantasına doldurmaya koyuldu. Fermuarını zor kapattığı çantayı yeniden omuzlarına astığında, ağırlık dengesini bozuyordu. Bu para birkaç yıl ortadan kaybolmasına yeterli olurdu. Parası bittiğinde ise… onu o zaman düşünecekti. Kasayı kapatıp kilitledi, ofisten çıkmak için döndü ve olduğu yerde donakaldı.

    Babasının çalışma masasının üzerindeki fotoğraf çerçevesinden iki çift göz, suçlar gibi ona bakıyordu. Çerçeveyi eline alırken yüzünü kızartan bir utanç duygusu içini kapladı. Mustafa Meşe, yirmi yaşlarında, uzun boylu bir delikanlının omuzlarına kolunu atmış, gururla gülümsüyordu. Delikanlının başı babasına çevrilmiş, kahkahasının arasında bir şey söyleyecekmiş gibi ağzı aralanmıştı. Hava rüzgârlı olmalıydı, çünkü ikisinin de yanakları kıpkırmızı kesilmişti. Bir marinada oldukları göz önünde bulundurulsa, hiç de şaşırtıcı değildi. İkilinin arkasında ise beyaz boyalı, gıcır gıcır, küçük bir tekne yükseliyordu. Beyaz Kuyruk. O lanetli tekne...

    Genç kız, çerçeveyi duvara fırlatıp parçaladı. Ardından, gözyaşlarını yüzünden sildi ve kovalanıyormuşçasına koşarak asansörün yolunu tuttu.

    Bölüm 3

    Öykü ellerini dizlerine koyup, derin derin nefes aldı. Ciğerleri oksijen için yanıyor, bacak kasları sızlıyordu. Tişörtü terden sırtına yapışmış, arkasından topladığı saçları açılıp yüzüne dökülmüştü. Çantasını yere indirdi ve tokasını saçından çekip bileğine geçirerek saçlarını yeniden topladı.

    Koşmaya başladığından beri başka bir çığlık duymamış, baltalı adama ait herhangi bir iz görmemişti, fakat yine de nefesi tükenene kadar durmaya cesaret edememişti de. Birinin başı dertteydi. O çığlık... O çığlığın taşıdığı dehşet, hâlâ Öykü’nün içini titretiyordu. Baltalı adam, o kıza bir şey yapmıştı. Ona korkunç bir şey yapmıştı. Öykü yutkunarak etrafına bakındı. Yapraklarını düşürmeye başlamış, yüksek gövdeli ağaçlar ve zemini kaplayan, çeşitli boyutlarda çalılardan başka hiçbir şey göremedi. Batıya doğru hareket eden güneş, ağaçların arasındaki gölgeleri uzatıyor, çalıları koyu bir renge bürüyordu. Genç kız izleniyormuş gibi hissetti.

    Çantasını karıştırıp katlanmış haritasını çıkarttı. Sigara içmek istiyordu, fakat yeniden koşması gerekirse nefesine ihtiyacı olacaktı. Koşarken çaydan uzaklaşmış, yön duygusunu yitirmişti. Parmağını haritada gezdirerek şu an nerede olduğunu tahmin etmeye çalıştı. Çaydan fazla uzakta olamazdı. Kamp alanı batısında, yaklaşık iki günlük mesafede kalıyordu. Hava karardıktan sonra yürümeye devam etse bile oraya ertesi geceden önce varamazdı. Fakat kuzeyde, altı saatlik mesafede küçük bir köy vardı. Orada polise ya da jandarmaya telefon açabilir, gördüğü ve duyduğu şeyleri anlatıp yardım isteyebilirdi.

    Yeniden katladığı haritayı çantasına geri tıkarken, çay kenarında bulduğu zarf gözüne takıldı. Zarfın içinden çıkan logoyu, babasının ofisinin giriş duvarında gördüğünden emindi, fakat ne şirketin ismini ne de ne iş yaptığını hatırlayabiliyordu. Yeşil kanvas kumaştan sırt çantasını yeniden sırtına asıp, hızlı adımlarla yürümeye koyuldu. Yürürken sık sık etrafına bakınıyor, o izlenmişlik hissini doğrulayacak herhangi bir delil görmek için gözünü dört açıyordu.

    Yarım saat sonra, sağ tarafındaki ağaçların ardından gelen bir sesle duraklayıp kulak kesildi. Gülüşme sesleri... Birden fazla genç kıza ait gülüşme sesleri duyuyordu. Başka zaman olsa böyle kikirdeme seslerine uyuz olurdu. İnsanlar neden doğru düzgün kahkaha atmak yerine kikirdemeyi seçer hiç anlayamamıştı. Fakat sesleri duymak, şu anda içinde fokurdayan huzursuzluğun üzerine bir bardak su dökmüş gibi gelmişti ona. Adımlarını hızlandırarak seslerin geldiği tarafa yöneldi. Birisi kikirdemekten mezun olup, yüksek sesle bir kahkaha attı. Öykü bu kahkahayı bir yerden tanıyordu. İlk duyduğunda ona savaş filmlerindeki bombardıman sirenlerini anımsatmış, gıcık etmişti. Fakat şimdi duyduğu en güzel sesti.

    İki genç

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1