Discover millions of ebooks, audiobooks, and so much more with a free trial

Only $11.99/month after trial. Cancel anytime.

Yurtdışında Yaşayan Aydınlar: DEDİLER Kİ
Yurtdışında Yaşayan Aydınlar: DEDİLER Kİ
Yurtdışında Yaşayan Aydınlar: DEDİLER Kİ
Ebook690 pages8 hours

Yurtdışında Yaşayan Aydınlar: DEDİLER Kİ

Rating: 0 out of 5 stars

()

Read preview

About this ebook

Dr. Engin Sezen, yurtdışında yaşayan 29 gazeteci, akademisyen ve yazarla Türkiye'yi, daha özelde Gülen Hareketini konuştu.The Circle adlı internet sitesinde yayımlanan bu mülakatlarla Sezen, tarihe kayıt düştü. Gelecekte Gülen Hareketi ile ilgili inceleme ve araştırma yapacaklar için bir başvuru niteliğindeki bu çalışma Hareket'in dününe, bugününe olduğu kadar yarına da ışık tutucu nitelikte.

LanguageEnglish
PublisherEngin Sezen
Release dateApr 3, 2020
Yurtdışında Yaşayan Aydınlar: DEDİLER Kİ

Related to Yurtdışında Yaşayan Aydınlar

Related ebooks

Social Science For You

View More

Related articles

Reviews for Yurtdışında Yaşayan Aydınlar

Rating: 0 out of 5 stars
0 ratings

0 ratings0 reviews

What did you think?

Tap to rate

Review must be at least 10 words

    Book preview

    Yurtdışında Yaşayan Aydınlar - Engin Sezen

    dedilerki_cover.jpg

    İÇİNDEKİLER

    1. GİRİŞ

    2. ARZU YILDIZ

    3. EMRE USLU

    4. ADEM YAVUZ ARSLAN

    5. ÖZGÜR KOCA

    6. GÖKHAN BACIK

    7. TARIK TOROS

    8. SAVAŞ GENÇ

    9. İSMAİL TUTAR

    10. FUAT BARAN

    11. ABDÜLHAMİT BİLİCİ

    12. BÜLENT KORUCU

    13. SITKI ÖZCAN

    14. AHMET BOZKUŞ

    15. MERVE REYHAN KAYIKÇI

    16. BEKİR SALİM

    17. HALİT ESENDİR

    18. MUSTAFA YEŞİL

    19. AYDOĞAN VATANDAŞ

    20. BÜLENT KENEŞ

    21. HASAN CÜCÜK

    22. HARUN TOKAK

    23. MEHMET SACİT ARVASİ

    24. ERTAN SALIK

    25. ALİ YURTSEVER

    26. SÜLEYMAN SARGIN

    27. İHSAN YILMAZ

    28. AHMET DÖNMEZ

    29. AHMET KURUCAN

    GİRİŞ

    The Circle’ın 2018’in ilk çeyreğinde Yurtdışında Yaşayan Aydınlar ile yapılan mülakatları kısa sürede bir fenomen haline geldi. Her kesimden binlerce kişi tarafından okundu, konuşuldu. Özellikle Gülen Cemaati’nin bir yıl boyunca gündemini belirledi.

    Sözkonusu mülakatlarla ilgili olumlu olumsuz binlerce yorum yapıldı, emailler geldi. Zaman zaman çok nitelikli tartışmaların da gerçekleştiği bu yorumlar da bizzat mülakatların kendisi kadar, konunun araştırmacılarına zengin bir malzeme sunmaktadır.

    Bu mülakatlarla birlikte The Circle sitesi de bir süre için Gülen Cemaati içinden çıkan birbirinden farklı sesler ve görüşler için özgürlükçü, güvenli ve önyargısız bir platform haline geldi.

    İsterseniz öncelikle sizlere The Circle hakkında kısaca bilgi vereyim:

    The Circle, 2016 yılında, Kanada’nın Ontario Eyaleti’nde Waterloo Bölgesi’nde üç aylık İngilizce yayın yapan bir gazete ve websitesi olarak yayın hayatına adım attı. Amatörce ve mütevazı bir çabaydı bu. The Circle’ın hedef kitlesi bu bölgede yaşayan, nüfusu yaklaşık olarak 20 bin civarında olan Kanadalı Müslümanlardı. Gazetemiz camilerde, toplum merkezlerinde, restaurant ve cafelerde ücretsiz olarak dağıtıldı.

    İlk günden itibaren altı çizilmeye çalışılan bir husus vardı: The Circle İslami bir yayın değildi, sadece Müslümanların Kanada’daki hayatına, tecrübesine odaklanmak istiyordu. Aynı zamanda Kanada Müslümanları için çokkültürlülüğün önemi vurgulanıyordu bu yazılarda. Amaç, birbirini anlayan, dinleyen, tanıyan bir hoşgörülü toplum oluşturmak için az da olsa bir katkı sunmaktı.

    The Circle English yazarlarının yarıya yakını Müslüman değildi. Müslüman olmayan bu yazarlar mesela Müslüman bir komşusu, iş arkadaşı veya bizzat İslamiyet’le olan bireysel tecrübelerini paylaşıyorlardı The Circle’da. Müslümanların, kendilerini gayr-i Müslimlerin nazarından da görebilmeleri, kendilerinin Müslüman olmayanlarca nasıl algılandıkları hakkında bir fikir sahibi olabilmeleri önemliydi.

    Kimi özellikleriyle, The Circle, Kanada’da bir ilkti. Sadece İngilizce yayınlanan ve Müslümanlara hitap eden tek yayındı. Gazetemizin yazılı nüshaları, çok farklı dini ve etnik çevrelerden ciddi geri dönütler aldı. The Circle News gazetesi, yayımladığı birbirinden ilginç yazı ve hazırladığı dosyalarla kısa sürede ilgi odağı haline geldi. Bölgedeki gerek işdünyası, siyasetçi ve akademisyenler nazarında hüsn-i kabul gördü

    The Circle News gazetemiz sadece Ontario’dan değil, Kanada’nın her yerinden kişilere ulaştı. Yayınlarımızı teşvik edici çok sayıda mektup, email ve telefonla geri dönütler aldık, almaya devam ediyoruz.

    İngilizce yayınlarımız sürerken, websitemizde Türkçe mülakatlar serisi başlatma kararı aldık. Yurtdışında yaşayan ve Gülen Hareketi’ne yakın kimselerle görüşmek, onların gerek kişisel hayatları gerekse içinden geçmekte oldukları Süreç’le ilgili düşünce ve tecrübelerini öğrenmek ve bunu da geniş okur kitleleriyle paylaşma kararıydı bu. O zor günlerde bu, bir zaruretti.

    Bu düşüncemizi paylaştığımızda Cemaat içinden de dışından da destek gördük. Dünyanın her yerine dağılmış, Cemaat gönüllüleri, bir dönem Hareket’in önünde giden ağabeylerinin nerede oldukları, ne işler yaptıkları, an itibarıyle Hareket’le olan irtibatları ve iltisakları gibi çeşitli konularda bilgi sahibi olmak istiyorlardı. Hareket içinde genel itibariyle bir sessizlik, hatta irtibatta bir kopukluk vardı. 15 Temmuz 2016 vakası ve sonrasında izleyen olaylar zincirine dair Cemaat’in lider kesiminde de bir sessizlik vardı.

    Kısa bir planlamadan sonra işe başladık ve ilk mülakatımızı Kanada’da yaşayan, sürgün gazeteci Arzu Yıldız’la gerçekleştirdik. Arkası da çok kısa sürede geldi.

    Bu seride, gazeteci, akademisyen 40’a yakın isimle mülakatlar yaptık.

    Merak ettiğimiz şuydu:

    Dün işi gücü olan, Cemaat içinde yer tutan veya bir kısmı itibariyle Cemaat’le yollarını ayırmış olsalar bile bu hareketin içinden gelen akademisyenler, gazeteciler, yazarlar, kanaat önderleri bugün ne durumdaydılar, neler yapmaktaydılar? Düne kadar çok önemli görevlerde bulunan bu kişiler şimdi hangi şartlarda yaşıyorlardı? Bulundukları yerlerde Cemaat’le olan münasebetleri nasıldı? Cemaat’i doğrudan ilgilendiren güncel konularda neler düşünüyorlardı? Süreç’te kendilerini nasıl konumlandırıyorlar, Süreç hakkında neler düşünüyorlar, nasıl bir hizmet tecrübesinin içinden geçiyorlar, Hareket’le ilgili düşünce, değerlendirme ve eleştirileri var mıydı?

    Bu ve buna benzer sorular aslında birbirlerinden farklı gibi görünse de anlamaya çalıştığımız yurtdışında yaşayan sürgün aydınımızın durumu ve dünden bugüne Gülen Hareketi’yle olan münasebetlerini anlamaktı. Bunun hem bugün hem de yarın için önemli olduğunu düşünüyorduk.

    Mülakat için müracaat ettiğimiz kimselerin çoğundan talebimize müspet cevaplar aldık. Bununla birlikte farklı sebeplerden dolayı mülakat talebimizi geri çevirenler de oldu. Yine, bizzat arayarak Mülakatlar serisini çok beğendiğini, faydalı bulduğunu ve mülakat vermek istediğini belirtenler de çıktı.

    Şimdi, mülakatlarda elde edilen veri çok ciddi ve titiz bir değerlendirmeyi hak ediyor. Sanırım bu malzeme ileride araştırmacılar tarafından detaylıca değerlendirilecektir. Bu çalışmamız da araştırmacılara ve genel okura daha derli toplu bir muhteva sunacaktır.

    Giriş yazısında kısaca kimi hususların üzerinde durmak istiyorum:

    Mülakatlar, kimilerince topyekün bir Gülen Cemaati yergisi veya övgüsü ekseninde okundu. Oysa titizlikle değerlendirildiğinde görülecektir ki, bu haksız bir yargıydı. Evet, eleştiriler, hatta çok sert yergilerle birlikte, yine Harekete dair övgü dolu beyanlar da yer aldı bu mülakatlarda. Mülakat yaptığımız kimseler, kendi tecrübelerini kendi üsluplarınca dile getirdiler; kendilerine özgü bakış açılarını sergilediler ve bu bakış açısı neredeyse her mülakatta birbirinden farklıydı. Karar okurun.

    Mülakat yaptığımız kimseler kendi özgür ve özgün bakış açılarıyla yaklaştılar sorulara. Zaman zaman aralarında bazı soruları eleştirenler çıksa da, her birine açıklıkla, dürüstlükle cevaplar verildi. Sorular, genel itibarıyle aynı olsa da, cevaplarda bir çeşitlilik ve zenginlik vardı.

    Bu mülakatlarda ortaya çıkan temel temalardan bazıları şunlardı:

    1- Homejenik bir Gülen Hareketi yoktur; Hareket farklı dünya görüşlerinden, deneyimlerden gelen bireylerden müteşekkil dini temelli sosyal bir teşekküldü. Her meşrep ve meslekten kimseler bu Hareket içinde kendilerine bir varlık alanı ve imkanı bulabilmişlerdir. Nitekim, Hareket’e mensup binlerce insanın her konuda aynı düşünmesi, ortak hareket etmesi beklemez. Böyle bir grubu yönetmek ve her tavrını kontrol etmek mümkün değildir. Mülakatlar ortaya çıkarmıştır ki, Gülen Hareketi’nin çok sayıda takdir edilecek yönleriyle birlikte, tenkit edilecek yönleri de vardır. Mülakatların Hareket’e kazandırdığı değerlerden biri de bu anlayışın yerleştirilmesi, pekiştirilmesi ve olağanlaştırılmasıydı. Nitekim özellikle 2018 sonları ve 2019 başları itibarıyle The Circle’ın açtığı yoldan ilerleyen kimi Hareket aydınlarının Hareket’in içinde kalarak Hareket’e eleştirel yaklaşımlarda bulunmaya başladıkları görülmüştür.

    2- Gülen Hareketi dini ilke ve prensipleri olan bir Cemaat’tir. Hareket, kendini, dünyayla barışık, ahlaklı olmayı, çalışmayı önceleyen, farklı kültür ve dinlerin barış ve güvenle bir arada yaşaması gerektiğini savunan, dini değerleri merkeze alan müspet bir İslami hareket olarak konumlamıştır. Bu idealler, zamanla başta Türkiye’de, ardından da dünyanın farklı coğrafyalarında genel bir kabul görmüştür. Zamanla uygulamada, kimi sorunlarla karşılaşılmıştır.

    3- Hareket, özellikle son zamanlarda siyasetle çok işli dışlı olmuş, hatta siyasete eklenmiştir söylemi bizzat Cemaat’in ilk saflarında yer alan kimselerce ilk kez bu mülakatlarda açıklıkla dile getirilmişitir. Mülakatlardaki aydınlar, Cemaatin siyasetle olan münasebetlerini, bu münasebetlerin neticelerini, bu istikamette yapılan hataları, yanlışları bu yekünda ilk kez açıklıkla bu sayfalarda tartışmışlardır.

    4- Hareket’in lideri Fethullah Gülen etrafında başlayan tartışmalarda ise net iki grubun varlığı ortaya çıktı: Bir kesim Gülen’in Süreç’te iyi bir yönetim sergileyemediğini, gelişmeleri doğru değerlendiremediğini, zamanın gerisinde kaldığını ve yeni paradigmaları okuyamadığını, çevresindekilerce yanlış bilgilendirildiğini ve yönlendirildiğini beyan ederken; diğer bir kesim de Gülen’in Süreç’te elinden geleni yaptığını, bütün bu yaşananların yolun kaderi olduğunun altını çiziyordu. Mesela, Gülen’in rahle-i tedrisinden geçmiş ilahiyatçı yazar Süleyman Sargın, Gülen’in Süreç’te herhangi bir yanlışının olmadığını, sadece söylediklerinin takipçilerince anlaşılamadığını, hatta dinlenilmediğini ileri sürüyordu. Beri yandan, Bekir Salim ise, Gülen’e hiçbir şekilde toz kondurmuyordu. Bu mülakatlarda Fethullah Gülen ismi etrafında gelişen tartışmalarda ilginç malzemeler sunuldu ki bu da dakik nazarların tahkikatına muhtaç bir durumdur. Mesela, gazeteci akademisyen Emre Uslu’ya göre Gülen kendi başarısının kurbanı olmuştu.

    5- Hareket’in bir medyası olup olmaması, Hareket’in Kürtlerle olan münasebetleri, Hareket’in 15 Temmuz Darbe girişimiyle olan münasebetleri gibi konularda da çok çeşitli fikirler, tezler ileri sürüldü. Gazeteci Adem Yavuz Arslan’ın 15 Temmuz Darbe girişimini çözebilecek grubun sadece Gülen Hareketi olduğunu iddia etmesi gibi.

    6- Yurtdışında yaşayan Cemaat gönüllülerinin bulundukları ülkelerin kültürlerine entegre olmaları, o ülkelerin dillerini öğrenmeleri, geçimlerini sağlamaları için çalışmaları, birlikte işler kurmalarının önemi gibi çok sayıda asli ve yardımcı temalar bu mülakatlarda ortaya çıktı.

    Mülakatlara çok sayıda eleştiri geldi:

    Öncelikle mülakatları yapan kişi olarak benim niyetim sorgulandı sık sık! Sürekli, bu mülakatları niye yapmaktaydım, amacım neydi gibi sorgulamalara maruz kaldım. Cemaat’i bölmekle, birilerinin adamı olmakla itham edildim.

    Sonra, mülakatların zamanı, zamanlaması yine sık eleştirilen konular arasındaydı. Eleştiren bu kimselere göre Hareket çok zor bir dönemden, zorlu bir süreçten geçmekteydi. İntiharlar, öldürmeler, ağır işkenceler, adam kaçırmalar, işten çıkarmalar vs. olurken, Cemaat eleştirilerinin yeri ve zamanı değildi.

    Bir diğer kayda değer eleştiri de kadın yazar ve akademisyenlerle mülakat yapılmamış olmasıydı. Sadece Arzu Yıldız ve Merve Kayıkçı ile mülakat yapmıştık. Oysa kendisiyle mülakat yapmak istediğimiz başka bayanlar da vardı ama bir kısmı kabul etmedi, bir kısmı da mülakatların yapılacağı zaman diliminde müsait değillerdi.

    Sonuç itibarıyla, Cemaat’e yakın veya bir dönem yakınlık duymuş, o gelenekten gelen ve an itibarıyle Diyaspora’da yaşayan aydınlarla 2018 yılının kış ve ilkbaharında bu mülakatları gerçekleştirdik. Bu mülakatlar ileride değerlendirilirken, yayınlandıkları zamanın sosyal, siyasi ve kültürel bağlamına göre değerlendirilmelidir. Nitekim bu kitap çalışmasında da her bir mülakatın yapıldığı tarihi belirttik.

    Gelecekte Gülen Hareketi’ni araştıracaklar için zengin bir muhteva, gözlem ve deneyim bu mülakatlarda ortaya serdedilmiştir. Özellikle Hareket’in lider kesimince bu mülakatların tekrar be tekrar okunup, buralarda anlatılanların satıraralarına sirayet edilmesi mühimdir. Hareket’in aydın kesimiyle yapılan bu mülakatlarda Cemaat’in 2018 itibariyle çok gerçekçi bir fotoğrafı çekilmiştir. Bu fotoğrafın düzgün değerlendirilmesi, Cemaat’in yarını için önemlidir.

    Söz sırası gelmişken, The Circle News’ün sorularını yanıtlayan bütün yazarlarımıza, ayrı ayrı bir kez daha teşekkür eder ve okurlarımıza keyifli okumalar dilerim.

    ARZU YILDIZ:

    Geri dönmeyi düşünmüyorum

    4 Şubat, 2018

    İhsan O. Anar sürgünü ve sürgünlüğü tanımlarken, Ait olduğunuz bir yerin gerçekten var olduğuna ve bizzat kendinizin de orada olmadığına inanıyorsanız, hepsinden öte, oraya erişmenize engel olan biri ya da bir şey varsa, kelimenin basit anlamıyla sürgündesiniz demektir. diyor. Türk Dil Kurumu sözlüğünün sürgün maddesinde de Ceza olarak, oturduğu çevreden çıkarılıp başka bir yere gönderilen kimse yazıyor.

    Dilimizde sürgünlük için daha önceleri kalebent, ikamete mecbur, nefy, menfi, menfa, teb‘id, mevkuf gibi kelimeler de kullanılmıştır. Mesela müzmin sürgünlerden mutasavvıf şair Niyazi-i Mısri Rodos’ta, vatan şairi Namık Kemal de Magosa’da kalebent hayatı sürmüşlerdir. Tarihimizde Kütahya, Bursa, Adana, Çorum, Trablusgarp, Bağdat, Akka, Rodos, Malta, Sinop gibi şehirler sürgün beldeleri olarak anılagelmişlerdir.

    Şimdilerde ise, Avustralya, Belçika, Amerika, Laos, Almanya…. dünyanın her yerine çil yavrusu gibi dağılmış aydınımız. Ve Kanada. Son dönemde Kanada’ya gelen onlarca aydından biri de gazeteci Arzu Yıldız.

    Gazeteci Yıldız, Türkiye’de mesleğini icra etmesinin bedelini en ağır ödeyenlerden. Canı kadar sevdiklerinden, ailesinden, ülkesinden, doğup büyüdüğü topraklardan… ayrı yaşayarak ödüyor araştırıcılığının, soruşturuculuğunun bedelini…. Kanada devletinin verdiği yardıma eyvallah etmeden, benim diyenin yapamayacağı işlerde çalışıyor, alın teriyle kazanıyor ekmek parasını.

    Okumak Arzu Yıldız’ın en büyük sığınığı. Sürgün için, okumak, en güvenli limanlardan, en mütmanin teselli ve ilham kaynaklarından biri. O da yaşama sevincini, ilhamını sığındığı kitaplardan devşiriyor. Yeni bir dil öğrenmek, kitaplarla hemhal olmak, en etkili terapi biçimlerinden onun için. Okuyarak dağıtmaya çalışıyor efkarını, alışmaya çalışıyor gurbet ellere.

    Evet, The Circle olarak "Yurtdışındaki Türkiyeli Aydınımız" serimizin ilk konuğu, daha düne kadar haberleriyle Türkiye’de gündem yaratan gazeteci Arzu Yıldız.

    Nerelerdesiniz? Sanki biraz kayboldunuz.

    Toronto’da yaşıyorum. Daha doğrusu yaşamaya çalışıyorum diyelim. Geçen dönem bir okula yazılmıştım. Fakat okulumuzdaki akademik grev ve genel ekonomik durumlar motivasyonumu epeyce kırdı. Devam etmek istemiyorum artık. Bu aralar iş aramak ve çalışmak ile zaman geçiriyorum. Elimde olsa eve gelmek istemiyorum. Çalışmak dışında bir şey yapmak da istemiyorum.

    Toronto’yu nasıl buldunuz?

    Bu şehirde ilgimi çeken birçok şey var aslında. İnsanlar kurallara uyarak yaşıyor. Saygı çerçevesinde. Burada gördüğüm insanların çoğu Ortadoğu’dan gelmiş. Kendi ülkelerinde demokratik, ekonomik ve siyasi sorunlar var. Gözlemlediğim kadarıyla, insanların tamamı trafikte, günlük yaşamda, iş hayatında devletin kurduğu sisteme, nizama bağlı ve birbirlerine saygılı yaşıyorlar. Burada işleyen bir devlet sistemi içerisinde insanların sorunsuz ve saygılı bir hayat yaşadıklarını gözlemliyorum. Bu da şu gerçeği ortaya çıkarıyor: Sorun insanlarda değil, siyasetçilerde, sistemin işletilmemesinde, işler bir düzenin ihdas edilememesinde. Düzensiz ve yozlaşmış bir siyaset ve çürümüş bir sistem halka mal edilmemeli. Sorumlu, her defasında sistemi çıkarları için taciz eden politikacılarda. Sistem olduğunda ve işlediğinde herkes uyum sağlayabiliyor. Bunu burada net görebiliyorsunuz.

    Toronto’da hayat çok pahalı, bu yüzden geçim odaklı bir hayat yaşıyorsunuz. Aldığınız para ile ev kirası ve faturalarınızı öderseniz bu sizi mutlu etmeye yetiyor. Ucu ucuna bir hayat bu. Tüm bu zorluklara rağmen bu ülkede kendinizi güvende hissediyorsunuz. Garip bir huzur veriyor yaşadığınız ortam, her ne kadar eksik olsanız da. Toronto’da insanlar kadar tüm canlılara verilen değeri görüyorsunuz. Bir AVM bahçesinde "Yabani ördeklerle karşılaşıp, yürüyüş yaptığınız parkta kurt çıkarsa panik yapıp, koşmayın" uyarısı karşınıza çıkıyor. Bunun dışında yeşil alanlar korunmuş ve her yerde nefes alabiliyorsunuz. Tabiattaki tüm canlıların istenildiğinde uyum içerisinde bir arada yaşayabildiği nadir yerlerden burası.

    Hayatınız nasıl geçiyor Diyaspora’da?

    Yaşamak sorusuna gelince, herkes yaşadığını sanıyor ama aslında yaşayan çok az. İnsanlar kaygılarla hareket ediyor. Başkalarına göstermek için giyiniyor, duygularını her şeyi onlara göre kontrol etmeye çalışıyorlar. Yaşam bir başkasına ispat için verilen anlamsız bir şeye dönüşüyor. Bunun yanı sıra tercih ettiğiniz ya da istediğiniz hayatı yaşıyor musunuz, bu tartışılır. Buradaki yaşamı tercih ettiğim söylenemez; bir nevi zorunluluklar beni buralara sürükledi. Fakat geri dönmeyi düşünmüyorum. Şu an yaşamak istediğim hayata erişmek için yaşıyorum. Yaptığım tek şey çalışıp para kazanmak. Bu da ayakta kalabilmek için…

    Kanada’yı nasıl buldunuz genel olarak?

    Kanada dünyanın başka bir ucunda. Avrupa küçük Türkiye diyebiliriz. Burası bana göre en iyi tercih. Çünkü etrafınızdaki her şey farklı. Kendinizi dinleyebiliyorsunuz. Avrupa Türkiye’ye yakın ve aslında kültür siyaset olarak da benziyor. İnsan sorunlardan mesafe koyarak kaçamaz. Ama en azından her gün benzeri bir hayat sürmenizi engelleyen bir yer burası. Kanada çok sosyal bir devlet. Sade hayatlar ve düzen var. Balkonunuzdan baktığınızda bir orman görüyorsunuz, doğası, her şeyi hala çok bakir. Kirlenmemiş bir insan gibi. Herkes kendi işine gücüne bakıyor. Sen de öyle yapıyorsun. Soğuktan şikayet ediyorlar, fakat ben geçen sene gelmiştim ve bu sene soğuğuna da alıştım. Hatta yaz gelmese de olur diyorum. Zaten sessiz olan ülkeyi soğuk daha da sakinleştiriyor. Gürültülerin arasından gelmiş bir insan için kafa dinlemelik bir yer. Kış ayı da hani yüksek sesle müzik dinlerken ses rahatsız eder ve kıs dersiniz. Sonra o sessizlikte bir oh çekersiniz öyle bir his veriyor.

    Gazetecilik?

    Mesleğine devam etmek için ekonomik rahatlık ve yaşadığınız ülkenin diline hakim olmanız lazım. Ben gazeteciyim ve bu mesleği evrensel anlamda yapmak için öncelikle evrensel dili iyi konuşup yazmam gerekiyor. Fakat bu aşamada bunu yapacak seviyede değilim. Kendi ülkemdeki gündemi takip ediyorum ama dünyanın her yerinde sorun var. Meslek gereği aslında bir yere odaklanmanın yanlış olduğunu burada daha iyi anladım. Yaşadıklarım da bunu öğretti bana. Komple bir dünya vatandaşı olmak gerek. Öncelikli hedefim dil sorununu aşmak. Sonrasında tabi ki kendi işimi yapmak istiyorum. Ama şu an buna hazır değilim. Ve kendi işini yapman için imkân ve koşullar uygun değil. Maddi sorun her şeyin önüne geçiyor. Onu aştığında belki bir şeyler yapmaya başlarsın. Gecelerimi kitap okuyarak geçiriyorum. En azından bu beni rahatlatıyor. Yazmak için zamana ihtiyacım var. İnşaat, sandalye ustalığı, pizzacılık ve garsonluk gibi bir sürü farklı iş denedim. Hiç erinmedim, gocunmadım. Birçok insanla tanıştım. Ama bunlar da işimin bir parçası haline geldi. Burada gördüklerimi hayatta kalırsam ileride yazmak isterim. Her şey bir tecrübe ve her tanıdığın insan ayrı bir alem, başka bir hikaye. Bu işleri yaparak ve bu insanları tanıyarak aslında kendi işimi de yapıyorum diyebilirim. İleride yazdığımda bugünleri ve farklı hayatları birileri görür ve belki beni daha iyi anlar. Buraya ilk geldiğimde geçen sene çok iyi bir İngilizcem yoktu. Evime yakın bir yerde Event Rental group diye bir büyük iş yeri vardı. İşe ihtiyacım olduğunu söyledim. Hemen işe aldılar. 5-6 ay çalıştım. İşyerinde, tamamı yeni gelen insanlar çalışıyordu. İş veren işe bizden erken geliyor, o da bizimle birlikte çalışıyor, yemek yiyor, ve bizden sonra çıkıyordu. Ne zaman istersem oraya gidebileceğimi söylediler. Hayatımda bu kadar disiplinli, alçak gönüllü insanlar görmedim. Çalışanın maaşını düzenli ödüyorlardı. İşten ayrıldıktan sonra da sigortamı ödemeye devam ettiler. Beni sık sık aradılar. Yılbaşında biraz para yatırıp yeni yılımı kutladılar. En zor günümde yetiştiler. Her çalışana da aynı şekilde ilgi gösteriyorlardı. Kurtarıcı gibi oldular en sıkıntılı anlarda.

    Türkiye özlemi?

    Türkiye’yi özlüyorum. Orası benim yaşadığım büyüdüğüm yer. Önceleri özlemediğimi düşünüyordum. Geriye dönüp baktığımda aklımda sadece ayrıldığım gün vardı. O gün sadece acı veriyordu. Bu yüzden Türkiye’de geçen onca senemi değil, ayrıldığım günü düşündüğümü fark ettim. Eğer bir gün öncesini düşünsem ülkemde yaşadığım güzel günleri anımsayacaktım ve burada olmak acı verecekti. Bunu psikolojik bir savunma olarak beynimin yaptığını anladım. Özlemimi gidermek ve üzülmemem için hep bana o çıkış anını hatırlatıyordu. Ağlayarak gitmek zorunda kaldığım günleri. Oysa onlarca senem geçmişti. Birçok anı ve sevdiklerim vardı. Bununla yüzleştiğiniz de özlediğinizi anlıyorsunuz. Fakat kalbim çok kırık. Geri dönmek istemiyorum. Hatta insanların yüzlerini bile görmek istemiyorum. Bırakın Türkiye’yi buradaki Türklerle bile görüşmek istemiyorum.

    EMRE USLU:

    Fethullah Gülen, kendi başarısının kurbanı oldu…

    8 Mart, 2018

    İtiraf etmeliyim ki, Emre Uslu ile düşüncelerim hep gel-gitli bir seyir izlemiştir; ta bu mülakata kadar…

    Evet, sosyal medyada kâh beğendiğim bir twitiyle takibe aldığım, kâh beni çileden çıkaran bir başka paylaşımıyla da unfollow button’unu tıkladığım biri olan Uslu’nun The Circle’a verdiği aşağıdaki mülakatında düşüncelerini ve konumunu netlikle ortaya koyduğunu düşünüyorum. Sorularımı içtenlikle cevapladı.

    Emre Uslu’yu takdime hacet yok. Süreçte pek çok kişinin sempatisini, AKP trollerinin de düşmanlığını kazandı. Suriye meselesinden, 15 Temmuz’a, CHP’den Kürtlere, Alevilere Bu Ülkeyi ilgilendiren hemen hemen bütün konularda özgün düşünceleri olan, hadiselere eleştirel bakmayı şiar edinmiş cins bir kafa…Dolayısıyla, sevenleri kadar kendisinden nefret edenlerin de olduğu biri. Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamayanlardan; ama "hak bildiği yolda yalnız da olsam giderim" diyenlerden… Bu Ülke’nin özellikle şimdilerde, en çok ihtiyacı olan aydın tiplerinden…Değeri şimdinin hayhuyunda değil, itikbalde daha iyi anlaşılacaklardan…

    Lafı daha fazla uzatmadan sizleri sohbetimizle başbaşa bırakıyorum. Emre Bey bu mülakatta birbirinden ilginç şeyler söyledi. Kendisine içten ve kitabın ortasından cevapları için çok teşekkür ediyorum.

    Emre Uslu kimdir?

    Kendimi size kısaca nasıl tanıtırım bilmiyorum. Türküm, Doğruyum, Çalışkanım! Kimliğimi soruyorsanız, abstract bir kişiyim galiba. Somut olarak ben şuyum, diyebilecek biri değilim. Eklektik bir eğitim, eklektik bir geçmiş, eklektik bir kültürel çevreden geliyorum. Alevi komşularımla büyüdüm. Sünni geleneğin göbeğindenim. Bu iki kültürün karışımı bir geçmişe sahibim. Dolayısıyla somut olarak ben şuyum, diyebilecek bir kimliğim yok. En kısa yoldan sanırım Anadolu gibiyim diyebilirim. Fiziksel olarak yanyana, düşünsel olarak birbirinden etkilendiğinden habersiz de dıştan bakınca iç içe görünen, içten bakınca karşı karşıya konumlanmış kültürlerin çocuğuyum. Tercih olarak en yakın bulduğum kimlik tanımı; liberal olabilir. O da her şeyiyle liberalliği kapsamıyor.

    Nüfus cüzdanınız?

    Malatya’nın bir dağ köyünde doğmuşum. 13 yaşına kadar elektrik görmemiş, televizyon, çizgi film, basketbol topu görmemiş kısaca hemen herşeyi 13 yaşından sonra, ortaokulun son senesinde görmüş biriyim. Yani ortaçağdan gelip, postmodern dünyaya tutunmaya çalışan biriyim.

    Aileniz?

    Anne okuma yazma bilmez. Baba ilkokul 3 terk ama askerliğini katip olarak yapmış; Osmanlıca Türkçe okuyup yazabilen, kışın köylüleri etrafında toplayıp, Battalgazi cenkleri, tarih kitapları okuyan bir kişi. Ayasofya’nın Justinyanus tarafından yapıldığını ilkokul okumamış babamdan öğrendim örneğin. Her sabah, namazdan sonra sesli Kuran okuyan, kişisel hayatında alabildiğine toleranslı, din yorumlaması alabildiğine açık ama siyaseten koyu bir Erbakancı. Ona itiraz eden kim varsa tek cevabı: Sen Siyonistsin idi. Köyde uzun saç bırakan gençleri aileleri dışlarken, o hep oldukları gibi kabul eder, onlara dinen bunun sakıncası olmadığını söylerdi. Mesela köy yerinde top sakal bıraktım, hiç yadırgamadı; diğer ailelerin çocuklarına yaptığı gibi dışlamadı. Yakışmamış bile demedi. Giyim kuşama karşı son derece toleranslı ama siyasi görüşü son derece katıydı. Ömründe bir defa Erbakan’ı bıraktı, o da Turgut Özal’a oy verdi. Günah işlemiş gibi tövbe ettiğini hatırlıyorum. Siyasi bilincimi oradan aldım.

    Kültürel çevreniz?

    Uzun kış gecelerinde evimizde zikir çekilirdi. Tarikat geleneğini erken yaşlarımdan itibaren bilirim. Köyde elektrik olmadığından dolayı tek haber kaynağımız radyo idi. Çocukluğumda, henüz 5-6 yaşlarındayken babamın radyocusuydum. O tarla sulamaya gittiğinde benim görevim, onun yanında radyo taşımaktı. Müzik dinlemek için değil; haber dinlemek için. O tarlada çalışırken ben yanında radyoyla dolaşır, haberleri dinlemesini sağlardım. Vizontele hikayesinden çıkmış biri gibiyim aslında. O dönemden TRT’nin doğru haberi vermediğini bilirdim örneğin. Bunun için Amerika’nın Sesi, Moskova’nın Sesi radyolarının frekanslarını bulmak benim görevimdi. Haber, siyaset, din ve tabiki Alevilik, Sünnilik, tarikat, ve köy yaşamı (babamın deyimiyle köycülük) ile iç içe bir çocukluk yani.

    Köy fiziken dünyaya ne kadar kapalıysa, ben çocuk yaşta dünyayı farklı kaynaklardan dinleyecek kadar açık biriydim.

    Eğitim durumunuz?

    Normal şartlarda eğitim durumum ortaokul terk olması gerekiyordu. Çünkü ortaokul son sınıfta deprem oldu ve okulumuz yıkıldı. Babam; bari ortaokul diploması olsun, diye Malatya’nın kenar mahallesinde bir okula yazdırdı. O zaman gördüm elektriği, basketbol topunu, televizyonu, -onu da babamın yazdırdığı Erbakancıların yurdunda izlemek yasaktı- buzdolabını ve medeniyete dair daha ne varsa. Ortaokul diploması alayım diye başladığım eğitim hayatı beni değişik okullara, değişik coğrafyalara sürükledikçe sürükledi. Liseyi de aynı okulda bitirdim. Babam ortaokula yazdırdıktan sonra ne okula uğradı ne kayıt yaptırdı ne de veli toplantılarına geldi. Gelemezdi de! Köyümüz ile Malatya’nın arası 120 kilometreydi. Köyden Malatya’ya gelebilmesi için araç yoktu. Bir gün önce trenle gelip ertesi günkü trenle gitmesi gerekiyordu. O da haliyle maliyet demekti.

    Kısaca babam beni ortaokula yazdırdıktan sonra tüm eğitim hayatıma, kendi kendimin velisi olarak devam ettim. Önce Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne girdim. Babamın gücü, beni Ankara’da okutmaya yetmeyince ona söylemeden Polis Akademisi sınavına girdim. Oraya girdiğim için çok kızdı ama yapacak bir şeyim de yoktu. Yalnız Polis Akademisi’nde okurken tek hedefim vardı; ilk fırsatta üniversiteye dönmek. Okul biter bitmez de Ankara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde master çalışmasına başladım zaten. Polis Akademisi’nde de klasik bir Akademi öğrencisi gibi okumadım. Duvar gazeteleri hazırladım. Yasak kitaplar (daha çok solcuların kitapları yasaktı) okudum, bu yüzden az kalsın okuldan atılacaktım. Polis Akademisi Dergisi’ni çıkaran ekipte yer aldım. Dönemin liberalleri, Ali Bayramoğlu, Gülay Göktürk gibi isimler -ki bunların polisle işi olmazdı-; Akademi’ye davet edenlerden biriydim. Böylece Polis Akademisi’ni liberal fikirlere açmıştık. Sağ olsunlar onlar da kırmadan gelmiş 28 Şubat ortamında özgürce fikirlerini ifade etmişlerdi.

    Akademi bitmeden henüz öğrenci iken hem de resmi, devletin göbeğinde bir okulda öğrenciyken, 28 Şubat’ta bildiriler yayınlayanlara karşıt olarak, arkadaşlarımla birlikte "DEMOKRASİNİN BEKÇİLERİYİZ adında, Milliyet Gazetesi’nde bildiri yayımladım. Akademi’yi bitirirken, kendimce amatör bir araştırma kitabı hazırladım. Mesleğimin ilk yılında, henüz asaletim bile tasdik olmadan, eski bakan Hasan Celal Güzel’in yayınladığı YENİ TÜRKİYE dergisinde, DEMOKRASİLERDE POLİS NASIL OLMALI diye yazılar yayımladım. O da yetmedi, polis dergileri çıkarılmasına vesile oldum. Oralarda asker aleyine yazılar yazdığım için DGM’de dava açıldı. Yani 28 Şubat ne kadar sert geliyorsa, ben de o zaman onlara karşı o kadar sert duruyordum. Bu cesareti nereden aldığımı bilmiyorum ama galiba Alparslan Kuytul’un dediği gibi, konu demokrasiye gelince KORKAMIYORUM".

    Normalde bütün bu yaptıklarımdan dolayı 28 Şubat’ta meslekten atılmam lazımdı ama atılmadım. 28 Şubatçılar bile şu günlerde yaşadığımızdan çok daha toleranslı, çok daha hoşgörülüydü. Bir akademi öğrencisinin DEMOKRASİNİN BEKÇİSİYİZ diye gazetelere ilan vermesi, 28 şubat sürecinde hoşgörüldü ama şu günlerde böyle bir ilan verilse, muhtemelen terörist ilan edip ömür boyu hapis verirlerdi.

    Sanırım bir yutdışı deneyiminiz var?

    Evet, İngilizce öğrenmek için Kanada’ya geldim. Orada İngilizce öğrenip geri döndüm. Sonra da ABD’ye master ve doktora yapmaya geldim. Doktora yaparken değişik gazetelerde yorum yazılarım çıktı. Profesyonel anlamda köşe yazarlığına ilk olarak İlnur Çevik’in çıkardığı New Anatolian’da başladım. Taraf Gazetesi açılınca, Taraf’ta yazmaya başladım. Yazılarım dikkat çekince devletin müstevlileriyle karşı karşıya geldim. Ondan sonrası ise medyadaki durumum, malumunuz.

    Doktora bitince ilk iş, mecburiyetten başladığım Emniyet’ten ayrılıp üniversiteye dönmek oldu. 2009 yılında istifa edip Üniversite’ye geçtim. Türkiye’de Üniversite hocalığım çok fazla uzun sürmedi. Kuruluşundan beri desteklediğim AKP ve Erdoğan beni, 2011 seçimlerinden sonra hayal kırıklığına uğratınca, eleştirel yazılar yazmaya başladım. 2013 Eylül’ünde Erdoğan bizzat danışmanını Üniversiteme göndererek okuldan attırdı. O gün Hüseyin Çelik’e: Bugün okulumdan attırdınız, çoluk çocuğumun rızkını nasıl karşılayacağım umrunuzda bile değil tabi! Yaşasın zalimler için cehennem! yazıp bir mesaj gönderdim. O zaman daha iyi anladım. İslamcılık aslında bir sis gibidir. İçindeyken göremez, dışına çıkınca daha net görürsün. Uzaklaştıkça boyutlarına vakıf olursun.

    Emre bey, sizinle ilgili merak edilen hususlardan biri de, Cemaat geleneğinden gelip gelmediğiniz. Bu konuya bir açıklığa kavuştursanız?

    Sanırım 28 Şubat’ta yaptıklarımdan anlamışsınızdır. Ben daha çok İslamcı çevrelerde yetiştim. En azından zihin haritamın ana çizgilerini İslamcı çizgiler belirledi. Bunda da babam rahmetlinin etkisi büyüktü. 1987 yılında henüz 13 yaşında iken, Erbakan’ın elini öpmüş biriyim ben. O gün Erbakan’ı karşılamaya giderken söylediğimiz marş bile halen aklımda:

    Erbakan komutan bizler askeriz, tağutu devirmek için emir bekleriz.

    Biz bu marşlarla büyüdük ama Erbakan’ın çocukları tağut oldu bugün. İlk okuduğum roman Afgan cihadına dair bir romandı. Yaralı Serçe, Minyeli Abdullah vs. Sonra Seyyid Kutup, Mehmet Zahit Kotku, sonra Malatyalılar gurubu gibi kültürler, bir süre ülkücülük yapmışlığım da vardır. En çok sevdiğim marş/ilahinin sözleri halen kulaklarımdadır, bana rehberlik eder:

    Sonu hatırladım, ilki duyunca

    Kula kul olmadım ömür boyunca

    Hakkın zehirini içtim doyunca

    Batılın balına kustum; gel de gör.

    O dönemde Gülen Cemaat’ini pasif bulurduk. Mantıksız gelirdi bize. Şevki Yılmaz’ın Gülen Cemaat’ini özelde, Nurcuları genelde eleştirdiği vaazında yaptığı bir matematik hesabı halen kulaklarımdadır. Teker teker insanlara ulaşıp imanlarını kurtaracaklarmış! Ey mümin! Sen biliyor musun günde kaç çocuk doğuyor, yüz bin. Sen günde kaç çocuğa ulaşacaksın? Hepsine ulaşman mümkün mü? Öyleyse ulaşıp imanını kurtaramadığın çocuğun hesabını Allah sana sormayacak mı? Bu iş öyle tek tek iman kurtarmakla olmaz. Devleti ele geçirip okulları, mektepleri şeriata göre düzenemeden iman kurtulmaz vaazı o dönemde bana çok mantıklı gelirdi. Bu yüzden Cemaat’in ve Nurcu’ların yaptıklarını çok mantıklı bulmazdım. Bu yüzden de Cemaat’le organik bir bağım olmadı. Cemaat’le ilişkim arkadaşlık çerçevesinin ötesine geçmedi. Eğitim hayatımın ilerleyen safhalarında doktora yaparken, Cemaat’in prensiplerini iyi anlama fırsatım oldu. Cemaat’ten çok güzel arkadaşlarım oldu. Ama cemaatçi olamadım. Bir ara bir arkadaşım cemaat sohbetlerine davet ettiğinde ona şunu söylemiştim: Cemaat’in prensibine evet ama projesine hayır dediğim için bu processe dahil olmayı düşünmüyorum.

    Şimdi Cemaat’le ilişkileriniz nasıl?

    Bugünkü durum itibariyle Cemaatle olan ilişkim eskisinden farklı değil. Eskiden de "prensibe evet, processe hayır" diyordum, şimdi de. Yalnız 2011-2014 yılları arasında ben AKP’yi eleştirirken Cemaat de beni eleştiriyordu. Cemaat beni fitneci ilan etmiş, AKP ile aralarını açmaya çalışmakla suçluyordu. Hatta o dönemde Erdoğan’ın danışmanları ve etkili yetkili AKP’liler beni, hiç olmazsa Today’s Zaman’dan attırmaya çalışıyordu. Onların yanında başka Cemaatçiler de aynı talepte bulunup beni, Today’s Zaman’dan attırmaya çalışıyordu. Her iki taraftan da gelen ısrarlı taleplere karşı Cemaat’in içinde tanıdığım en ilkeli ve en demokrat isimlerden biri olan Bülent Keneş’in direnişiyle Today’s Zaman’da kalabildim. Cemaat, hemen her aktivitesine işe yarar yaramaz bir çok kişiyi çağırmasına rağmen, beni bir defa bile davet etmedi. Ne bir gezi aktivitesine, ne Abant Toplantısına, ne de iftar yemeklerine davet edildim. Sadece bir defa iftar yemeklerine katıldım, bir arkadaşımın aracılığıyla. Bir de Cemaat’e yakın bir kuruluşun düzenlediği o da AKP’ye destek için, Yeni Demokratik Anayasa konulu bir konferansa davet edildiğimi hatırlıyorum.

    Bu dönemde AKP eleştirilerim nedeniyle arkadaşlıklarım da zayıflamıştı. Cemaat’ten tanıdığım bir çok insan ya irtibatı kesmişti ya da en hafifinden Hoca, fazla abartıyorsun diye sitemlerini bildiriyordu. Yalnız özellikle Cemaat dayak yemeye başladıktan sonra o ilişkiler yeniden onarıldı. Şu anda ise çoğu, hem de Amerika’da, selam vermeye korkuyor. Yine ve yeniden herkese açık hiçbir Cemaat aktivitesine çağrılmıyorum. Yani Cemaat’in gözünde vebalı, AKP’nin gözünde hainim. AKP’yi anlıyorum, onların tabanından gelip onları eleştiriyorum. Cemaat’in neden vebalı muamelesi yaptığını ise hiç bir zaman anlamadım. Yine de az sayıda da olsa Cemaat’ten arkadaşım var.

    Cemaat’in prensiplerini anlama firsatım oldu dediniz. Gülen Hareketi sizce nedir?

    Cemaat bence bir prensip, bir idealdir. Devrin şartlarına göre değişen ve gelişen bir ideal. İslamcı çevrenin içindeyken gördüğüm kadarıyla o ideal, zeki öğrencileri alıp yetiştirip, onları örnek modeller olarak sunup, toplumu tabandan dindarlaştırma idealiydi. Cemaat bu ideali iman hareketi olarak anlatırdı. Bizim temel eleştirimiz ise şuydu: Takdir alan öğrencinin imanını kurtarıyorsun da zayıf alan öğrencinin imanı ile neden ilgilenmiyorsun?

    Evet, bu bir iman hareketiyse Allah öbür tarafta, Kulum! Neden takdir almayan öğrencinin imanını kurtarmadın! diye sormayacak mı?"

    Daha sonraki dönemde Cemaat Orta Asya’ya açıldı. İdeal, Türkiye’dekilerin imanını kurtarmaktan Orta Asya’yı dindarlaştırma yönünde genişledi. Rusya’ya ve daha sonra Afrika’ya yani Müslüman bile olmayan ülkelere ulaşınca ideal; iman kurtarmaktan DİNİ HAKKIYLA TEMSİL etmeye evrildi. Özellikle 11 Eylül Global Terörle mücadele ortamında DİNİ HAKKIYLA TEMSİL etme, altın bir ideale dönüştü.

    Bu dönemde Türkiye’deki Cemaat’in ideali ile dünyadaki Cemaat’in ideali ayrışmaya başladı. Sanırım sorunlar da buradan çıktı. Türkiye’deki Cemaat’in ilk başlardaki ideali AKP’yi ve kendini askere karşı koruma idi. Daha sonra ise iktidarın nimetlerinden yararlanarak ekonomik sayısal ve siyasal bir güç edinme ideali, kendini dayattı Cemaat’e. En son AKP’nin Cemaat’i bitirmeye karar verdiği öğrenilince bu defa, yeniden ilk baştaki idealine yani kendini koruma idealine döndü. Bu sefer korumanın biçimi değişti. Eskisi gibi tedbir yaparak değil -ki artık tedbir yapacak bir şeyleri kalmamış, neredeyse tüm listeleri AKP’ye devlete teslim etmişlerdi-; mevcut gücünü, medyasını, bürokrasideki gücünü kullanarak AKP’nin kendini bitirme çabasına karşı direnmeye, kendini korumaya çalıştı. Halen de Türkiye için bu ideal diğer tüm ideallerden önce geliyor.

    Cemaat ile ilgili içeriden yapılan kimi eleştiriler var son zamanlarda. Bu eleştirilerle ilgili değerlendirmeleriniz nelerdir?

    Eleştirileri cesur fakat yetersiz buluyorum. Cemaat daha çok eleştirilmeli içeriden, daha yüksek sesle eleştirilmeli. Cemaat’in baronları diye tanımladığım çoğunluk, Cemaat olmasa başka hiç bir iş yapamayacak Cemaat abilerinin sarsıcı bir şekilde eleştirilmesi gerekiyor. Mümkünse bu abilik sisteminin tamamen ortadan kaldırıması gerekiyor. Cemaat’in güzel prensiplerini/ideallerini bu çapsız abiler öldürüyor. Bu tip eleştirilere de ne yapalım altın hakikatleri taşıyacak omuz yok diye insanı çileden çıkaran bir kibirle cevap veriyorlar. Zahiren tevazu gibi görünüp aslında içinde dev bir kibri barındıran bu durum, bana ve son zamanlarda bir çoklarına, Cemaat’in prensiplerine evet, processine hayır dedirtiyor. Eğer bu yükü kaldıracak omuzun, kapasiten yoksa istifa eder, gider Uber yaparsın. Kimse seni zorla Cemaat Abisi yapmıyor. Bana göre Cemaat’i bir ileri aşamaya taşımayan bu iki yüzlülüktür.

    Çok somut bir örnek vereyim: Sanırım 2014 yılıydı. Mafya babası Sedat Peker ile Twitter’de bir tartışmamız oldu. Ona Mafya dediğim için başlayan bir tartışmaydı bu. Kendisinin mafya olmadığını anlatmak için çok ilginç bir örnek verdi, şunu söyledi:

    Eğer Mafya isem Fethullah Gülen bana neden imzalı saat gönderdi? deyip Gülen imzalı saatin fotoğrafını yayımladı. Tabii ki bu sorunun benim için cevabı basit: Onu Cemaat ile konuşacaksın benimle değil. Ama Cemaat için bu konunun o kadar basit olduğunu düşünmüyorum. Bir yanda Cemaat mensubu denilen polisler mafya lideri Sedat Peker’i tutukluyor, diğer yandan Cemaat abisi Sedat Peker’e Gülen imzalı saat hediye ediyor. Bunlardan ikisini de Cemaat yapıyorsa burda büyük sorun vardır. Process’e itirazım var dediğim örnekler kümesi tam da bunun gibi bir şey. Bir yanda devlet yetkisini kullanan polis haklı olarak mafya reisini tutukluyor, öbür yanda Cemaat abisi hem de Gülen’in adını kartvizit gibi kullanarak bir mafya reisine Gülen imzalı saat hediye ediyor! Şimdi bu ilkesizliği eleştirmeyecek miyiz? Bu ilkesizliği yapanların halen Cemaat abisi olarak görevine devam etmesi eleştirilmeyecek mi?

    Daha farklı açıdan sorayım: Peker’e Gülen imzalı saat hediye eden kişi Cemaat’i aynı zamanda mafyatik bir örgüte destek veren bir yapı konumuna dönüştürmüyor mu? Bu kadar şuursuzların Cemaat abiliği yaptığı, il sorumlusu olduğu yapılar Türkiye gibi yerlerde büyüyebilir ama dünyada bu şuursuzluğun bedeli vardır, ödetirler. Bunun gibi binlerce absürt örnekler verilebilir ve Cemaat’in bu absürt davranışlardan kurtulduğuna dair bir işaret göremiyorum henüz.

    Bu arada araştırdım, Sedat Peker’e Gülen’in saat gönderdiği filan yokmuş.

    Aslı neymiş?

    Bir işgüzar Cemaat abisi Gülen’den aldığı saati Peker’e vermiş. Şimdi birinin bu tuhaf durumu sorması, hem Gülen’in adının ucuz bir kartvizit gibi kullanılmasını, hem Cemaat’i mafya ile aynı fotoğraf karesine sokulmasını eleştirmenin nesi yanlış? Hele bu insanlar halen pozisyonlarını koruyorlarsa bunları istifaya çağırmanın nesi sorunlu?

    Cemaat, hatta bizzat Fethullah Gülen, tıpkı Abant Toplantısı gibi bir toplantı yapıp, tüm bu eleştirileri kurumsal hale getirecek bir kurum da kurmalı. Bir eleştiri kurumu. Bir tür Cemaat üstü Ombusdmanlık kurumu olmalı. Ayrıca Cemaat’in bir çıkış stratejisi yok. Bu durumu 2014 yılından bu yana, çevremde hangi Cemaat mensubu varsa ona, dilimin döndüğünce anlattım. Sosyal bilimcileriniz var; bir araya gelin, bir çıkış stratejisi yazın dedim. Kimseye anlatamadım. Bu fikri Gülen’e ilettiklerinden bile emin değilim. İletmiş olsalar mutlaka, bir şeyler yapın diyeceğini düşünüyorum. Bu talebe karşı aldığım tek cevap oldu hep; Hocaefendinin bir bildiği vardır. Hocaefendinin A’dan Z’ye bir çok stratejisi vardır. Bir lidere böylesine bağlılık, Cemaat’i körleştirdi. Bu aşağı tabakalarda abilerin bir bildiği vardır kolaycılığına evrildi. Cemaat içinden gelen eleştirileri okudukça görüyorum ki; Hocaefendi’nin, abilerin bir bildiği vardır teslimiyetçiliği, Cemaat içinde sizin bilmediğiniz konular var şakirt kurnazlığına dönüşmüş. Böylece içeriden aşağıdan yukarı gitmeyen eleştiri yukarıdan aşağıya dikteye dönüşmüş. Bu da bir tür diktaya evrilmiş.

    Bu yüzden Cemaat içinden gelen eleştirileri, Cemaat’in kapalı damarlarına yapılmış anjiyo gibi görüyorum. Damarları tıkayan zihniyet ve yapı, elbette buna direncek ama eğer Cemaat yaşayacaksa abilerin bir bildiği var teslimiyetçiliği ile bilmediğiniz şeyler var kurnazlığı arasındaki eleştiriye kapalı damarları açmak zorunda.

    Doğrusu bunun kolay olacağını da sanmıyorum. Bu zorluğun birkaç nedeni var: Öncelikle Ortadoğu kültürü; sonra Türk kültürü, Cemaat Kültürü, en son da Eğitim ve Yönetim anlayışları bu eleştirel geleneğin oluşmasına engel oluyor. Kültüre dair açıklamaları daha önce yaptığınız söyleşilerde okudum. Ama burada bir şeyin altını özellikle çizmek istiyorum. İşim gereği Müslüman Cemaatler hakkında okumalar yapıyorum. Ortadoğu’da radikalleşen diğer cemaatlerin hemen hepsinin ortak bir noktası var. Kahir ekseriyetle, yönetim kademesi ya Tıpçılar ya Mühendisler ya da İlahiyatçılardan oluşuyor veya ikisi birden. Ben bu iki disiplinin, yani Sayısal ve İlahiyat disiplininin hakim olduğu yapıların daha sonra neden radikalleştiğini hep merak etmişimdir. Cemaat’in kadrolarında tanıştığım, ya da içinden gelen, eleştirilere şiddetle karşı çıkan kesimlerle konuştuğumda ilk sorduğum soru hep şu oluyor: Nerede okudun? Mesleğin ne? Genelde aldığım cevap; mühendis (sayısal mesleklere sahip olanlar) veya ilahiyatçı oluyor.

    Elbette bilimsel bir araştırmanın sonucu değil, ama uzun süreli gözlemlerim bu yönde. Radikalleşme çalışmalarında sorulan sorulardan biri de bu. Herkes bu testi kendi çevresinde yapabilir. Üstelik bu sadece Gülen Cemaati’ne özgü bir durum da değil. Diğer cemaatlerde de daha keskin inananlar genelde bu iki eğitim backgrounduna sahip olanlar. Mühendisler, doktorlar veya sayısal kökenli okurlarınız kızmasın. Önceki söyleşinizde çok güzel eleştirler getiren arkadaş bir mühendisti. Bu sebeple bir genelleme yapmak istemiyorum. Cemaat’e güzel eleştiriler getiren sayısal kökenli bir çok arkadaş olabilir. Ama genelde gördüğüm şu; Cemaat’in içinden gelen, eleştirilerin önünü tıkamaya çalışanların çoğunluğu, ya mühendis/tıp kökenliler ya da ilahiyat kökenliler. Dahası gördüğüm kadarıyla Cemaat’in abi kadrolarını oluşturanların çoğunluğu da bu iki daldaki eğitime sahip olanlar.

    Bana göre Cemaat’e gelen eleştirilerin sosyal bilimcilerden gelmesi, savunmaların da sayısal bilimciler ve ilahiyatçılardan gelmesi Cemaat için bir paradoks. Bu paradoksun aşılması, Fethullah Gülen’in inisiyatif almasıyla mümkün olur.

    Bu eğitimden gelen insanlar abstrak konuları somuta indirgemeden kavrayamıyor. Abstrak konularda gelen eleştirlere ya genelde somut örnek vermenizi isteyip tartışmayı kapatmak istiyorlar, ya da konuyu dine, kadere çekip tartışmayı kapatmak istiyorlar. Bu arkadaşlar, içinde bulundukları Cemaat’e iyilik yapmıyorlar.

    Bunlar fevkalade ilginç gözlemler. Siz de Cemaat’e zaman zaman sert eleştirilerde bulunuyorsunuz.

    Cemaat’e yönelik eleştirilerim çok. Ancak bunların ortak paydası, process ile ilgili eleştiriler. Bana göre Cemaat halen Türkiye’nin en değerli global markası. Erdoğan’ın tüm çabalarına ragmen, bu global marka halen değerini yitirmedi. Bu markanın değeri Cemaat’in ideali, yani prensibinden geliyor. Cemaat özellikle Batı’da Müslümanların akın akın terör örgütlerine katıldığı şu dönemde terör ile İslam arasına, cehalet ile din arasına, ahlâksızlık ile İslam arasına, kötülük ile müslümanlar arasına konumlanmış bir Zülkarneyn Seddi gibi. Hz. Zülkarneyn Batı’ya gidip, Ye’cüc ile Me’cüce bir set yapmıştı da, fesatı önlemişti. Cemaat için yeni ideal olarak bu büyük ideal, ancak ve ancak Cemaat’in processinin iyi çalışmasıyla mümkün olur. Halen Türk/Ortadoğu kafasıyla düşünen insanlara batıya gidin bir Zülkarneyn Seddi kurun deseniz, muhtemelen müteahhitlerden yardım isteyeceklerdir. Eleştirilerim bu nedenle processe odaklanmış durumda. Ki bu processin başlangıcı, Fethullah Gülen’in ikamet ettiği Pensilvanya’daki mekandır.

    Bir zamanlar kudretli bir Hizmet Medyası vardı. Bu medyanın da iktidarla olan bugünlerde de kıyasıya sorgulanan münasebetleri! Bu konuyu geriye dönüp baktığınızda siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Bu sadece medyanın bir sorunu değildi. Kendi içinde Today’s Zaman gibi nadide örnekleri olsa bile, Cemaat’in her kurumunun AKP ile ilişkisi sorunluydu. Örneğin Cemaat bir yandan AKP ile kavga verirken, Cemaat’in Ankara’daki sorumluları 2014 Mart seçimlerinde, Melih Gökçek için kendini yırtıp oy toplamaya devam ediyordu. Fethullah Gülen Gezicilere onlara çapulcu demeyin diye sahip çıkarken, Cemaat’in Ankara ve İstanbul’daki abileri, Gezi olaylarının hemen akabinde Türkiye’ye dönen Erdoğan’ı bağrına basıyor, onu Gezi’ye karşı düzenlediği Kazlıçeşme mitinginden alıp Türkçe Olimpiyatına getiriyor; orada Gülen’e Gel de bu hasret bitsin diye konuşturup, stadyumdakileri Erdoğan’a aşık etmekle meşgul oluyorlardı. Erdoğan, Ankara’ya geldiğinde, Ankara’da Melih Gökçek ile birlikte insanları mobilize edip, Erdoğan’a 3 ayrı yerde miting yaptırmak için Cemaat’ten kim var kim yoksa -adeta ilahi bir iş yapıyorcasına- Erdoğan’ın mitingine gitmeleri için yönlendirmenin ötesinde baskı yapıyorlardı. Bunları o dönemin muhalifi, Gezi’ye destek veren bir kişi olarak, Cemaat’in yaptıkları karşısında ağzım açık kaldığı için biliyor ve halen unutamıyorum. Üstelik bu dönemde Cemaat, Erdoğan’ın kendilerini bitirmek için Kemalettin Özdemir aracılığıyla operasyon yaptığını, MİT’te hazırlıkların olduğunu da biliyordu. Buna rağmen kitleleri Erdoğan’ın önüne adeta kurbanmış gibi yığan o Cemaat abileriyle, Zaman veya diğer Cemaat medyasının yaptıkları arasında temelde çok bir fark yoktu. 2013 yılında çocuklarımın gittiği bir Cemaat Okulu’nun toplantı salonunda karşılaştığım AKP’nin ilçe başkanına eleştirilerimi yöneltince, en başta Cemaat Abi’leri canhıraşane onu savunuyordu! Özellikle 2011 seçimlerinden sonra durdukları yer oldukça sorunluydu. AKP’nin bu kadar yanında durup, bu kadar tanımamak özel bir körlük gerektirir. Ancak aşk körlüğü yıllardır aynı yastığı paylaştığınız insanı tanımanıza engel olur. Sanırım Cemaat’in AKP ile olan ilişkisi böyle bir şeydi; aşk körlüğü. Oysa AKP’nin Cemaat’i iyi tanıdığını görüyoruz. Cemaat platonik bir şekilde AKP’ye aşıkken, Anadolu’da çok kullanılan deyimle, AKP’nin eli işte gözü oynaştaymış. Yavuz hırsız gibi bir de çıkıp Cemaat beni aldattı diyor. Asıl aldatılan Cemaat’in ta kendisiymiş ve AKP’nin burnunun dibinde yıllardır yaşayan hiçbir Cemaat’çi bunu görmemiş. Ya da gördüyse bile etkili bir stratejiyle bu ilişkiyi ya benimsin ya kara toprağın noktasına getirmeden bitirememişler.

    Sizin bir de Taraf ve Today’s Zaman deneyimleriniz oldu.

    Taraf ve TZ Türkiye’nin gelmiş geçmiş, belki de bir daha hiç gelmeyecek medya deneyimleriydi. O kadar özgürlük ve o kadar liberal bir duruş bu topluma ve bu devlete bir kaç gömlek büyük geldi. Taraf bize, gazetecilik nedir ve bir gazete bir toplumun ve bir devletin kaderini nasıl etkiler, değiştirir ve dönüştürürü öğretti. Cesaret bulaştırdı. Taraf dokunulmaz bir heyulayı; Derin devleti sarstı, yıktı. Adına Ergenekon denilen derin yapı, Taraf olmasaydı, Erdoğan’ı 2007 sonrasında yerdi. Ama Taraf onu korudu kolladı.

    Bunu Erdoğan için değil; demokrasiye, liberal demorasiye inandığı için yaptı. Karşılığını da zindanlar ve sürgünler olarak alıyor. Erdoğan’a yardım eden kim varsa karşılığını hep cezayla ödemiştir. Bunun en güzel örneğidir Taraf. Şimdilerde ise bu kaderi Abdullah Gül ve arkadaşları yaşıyor.

    15 Temmuz?

    Çok şey yazıldı çizildi, ama ben başından beri aynı tezi savundum. Bence 15 Temmuz başta Hulusi Akar olmak üzere komutanlar tarafından planlandı. Sonra Erdoğan bunu öğrenince onları farklı yöntemlerle ikna ederek darbenin başından düğüne gönderdi. Geri kalan kısmı KONTROLLÜ DARBE

    Meriç?

    Özgürlük ile esareti, iyilik ile kötülüğü, adalet ile zulmü ayıran bir sırat köprüsü orası. Öylesine bir sırat köprüsü ki; arkasında ne kadar acı bırakırsa bıraksın, geçen de kurtuluyor düşen de. Sonuçta zulümden kaçarken ölen şehit sayılıyor, bildiğim kadarıyla.

    Altanlar?

    Türk entelijansiyasının Promete’si. Bu ülkeye cesaret ateşini getiren, cesaret abideleri. Ben Ortadoğu geleneklerine karşı çıkan biri olarak, uzun süredir el öpmeye karşıyım. Çocuklarıma da kim olursa olsun, kimsenin elini öpmeyeceksiniz diye tembih ediyorum. Bunun tek istisnası Ahmet Altan’dır. Geçenlerde düşündüm, Allah fırsat verir ve onu görebilirsem, elini öpmek isteyeceğim tek kişi Ahmet Altan’dır.

    Fethullah Gülen?

    Bu söyleşinin başından beri anlattğım prensip ve processi birbirinden ayırarak cevap vereyim bu soruya. Geliştirdiği prensipler bakımından, milyonlarca insanın hayatına dokunmuş bir bilge. Türkiye’nin en muhafazakar kesimlerini dönüştürüp rasyonelleştiren ve dünyevileştiren bir aktivist. Ancak şimdi kendi başarısının kurbanı olmuş, rasyonelleştirip dünyevileştirdiği kitleler tarafından bizzat mistikleştirilen, böylece mitleştirilen, bir kült sembolüne dönüşmek üzere olan bir lider. Cemaat’inin process’leri bakımından, prensipleriyle process’lerin uyuşmazlığının buluşma noktası, bir Türkiye gerçeği kendisi. Bu kadar güzel prensiplere bu kadar kötü process’lerle ulaşmayı başarmış bir dahi de sayabilirsiniz. Ama geldiğimiz noktada kurup kurguladığı processler, prensiplerini altetmek üzere. Buradan Cemaat’ini nasıl çıkaracağını merak ettiğim bir bilinmez aynı zamanda.

    Erdoğan?

    Eskiden benim için İslam’ın elmas değerleriyle, demokrasinin evrensel değerlerini birleştirecek bir altın fırsattı o. Şimdi gördüğüm Erdoğan ise İslam ve insanlık tarihine geçme fırsatını, Reza gibi bir zibidinin önüne yatıp alacağı üç beş kuruşa satabilecek kalibrede bir palyaço.

    Belki de Allah’ın ona lüftettiği bu tarihi fırsatı üç beş kuruşa sattığı için lanetlenmiş bir bir lanet tanrısı artık.

    Sanırım kader Erdoğan’a öyle bir rol biçmiş ki; kendisine yardım eden son kişi, onun eliyle cezasını çekmeden Erdoğan bu dünyadan ayrılmayacak. Böylece öbür dünyada herkes onun aleyhine şahitlik yapabilecek. En çok yardım eden de en çok ceza çekecek. Cemaat’in hali de Boydak’ların hali de Taraf’ın hali de, Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın hali de nedense bana hep bunu düşündürüyor.

    Sanki lanet tanrısına yardım eden herkes, yine bizzat o lanet tanrısı tarafından cezalandırılmadan, onun lanet tanrısı olduğunu anlamadığı gibi; Erdoğan’a yardım eden herkes de bizzat Erdoğan tarafından cezalandırılmadan onun kim olduğunu anlamıyor.

    Bugünkü Türk medyası?

    Konuşmaya bile değmez. Havuz.

    İslamcılar?

    Lanet tanrısı tarafından vaftiz edilmiş zombi nesli

    Özel de bir kaç soru sormak isterim. Yazı ve yorumlarınız zaman zaman cok tepki çekiyor. Hakaret ve küfürleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizi etkiliyor mu? Baş etme yönteminiz nedir?

    Bir ara blokluyordum. Sanırım 10 binden fazla hesabı bloklamışımdır. Ama sonradan bazıları dönüp, diğer hesabımı blokladın yeni hesap açtım onunla takip ediyorum deyip, onunla küfrediyor. Hastalıklı bir kitle yarattı Erdoğan. Bunların bir kısmına da küfür etmesi için para ödüyorlar. Bunlarla başa çıkma yöntemi, yok saymak. Necip Fazıl gibi diyorum: Ben büyük çomarla uğraşıyorum bu küçük finoları kale alacak kadar lüksüm yok…

    Bir gün tekrar Türkiye’ye dönebileceğinizi düşünüyor musunuz? Türkiye’de en çok neleri, kimleri özlüyorsunuz?

    İşin doğrusu siyasal şartlar bakımından Türkiye’ye dönebileceğimi, hem de kısa zamanda dönebileceğimi düşünüyorum. Bu kadar keskin siyasal ortamların dönüşleri de keskin olur. Her şey bir tuğlanın düşmesine, bir ilmiğin çözülmesine bağlıdır. Bir gecede değişir iklim. Bu ülkede 30 yıl anti-PKK Öcalan propagandası yapıldı. Yakalandığında ellerine geçirseler Öcalan’ı boğacak kitle bir gecede Öcalan’ı barış lideri Kürt Mandela ilan etti. Hizbullah’ın mezar evlerinden çıkanları hatırlayın. O dönemde Hizbullah deyince nefret eden kitleler bugün insanları domuz bağıyla öldürüp mezar evlere gömen Hizbullahçılara 28 Şubat Mağduru muamelesi yapıyor, Cumhurbaşkanı dahil domuz bağıyla insan öldüren katillerin çıkması için kampanya yapıyor ve halk da buna destek veriyor. Sivas Katliamının sanıklarının avukatlarının bakan olduğu bir ülkeden söz ediyoruz. İnsanları diri diri yakan bir zihniyeti bile bağrına basmış bir siyasal bilinçsizlik halinden söz ediyoruz. Dolayısıyla Türkiye’deki biz muhaliflere karşı kabaran öfkeyi ateşleyen siyasetçilerin fişini çektiğinizde bir gecede tersine döner o öfke.

    Bu konuda bir endişem yok ama ben Türkiye’ye dönmek ister miyim? Emin değilim.Uzun süre yurt dışında yaşadım. Doğrusu Türkiye’ye dair o zaman da, Türkiye’de en itibarlı olduğum dönemde de çok şey özlemedim. Ben başından beri devletle sorunluydum. Devletin içindeyken de terör dairesinde çalışırken Ahmet Kaya dinliyordum, bir gün bir memurum geldi: Komiserim, bu şerefsizin kasetine verdiğin her kuruş bize kurşun olarak dönüyor biliyor musun? dedi. Şarkılar öldürmez diye cevap verdim.

    Bir gün psikolojik harekat kursunda MGK’dan bir Albay geldi. Bir saat boyunca Psikoloik Harekat anlattı, sonra sözü Ahmet Altan’a getirdi. Devlet için ne kadar fena biri olduğunu söyledi. Genç bir komiser yardımcısıyken tüm müdürlerin önünde el kaldırıp; Devletin parasıyla yaptığınız tüm bu psikolojik harekat faaliyetleri, Ahmet Altan’ın bir romanı kadar etki bırakmıyor, sizce bunda bir sorun yok mu? diye sordum. Az kalsın beni meslekten atacaklardı. Polis Akademisi’ne gelip PKK konferansı veren İstihbaratçılara; İsmet İmset PKK kitabında böyle anlatmıyor diye itiraz ettim. Bir Akademi öğrencisinin İsmet İmset okuması çok üzücü, sen PKK’lı mısın? diye fırça yedim, az kalsın okuldan atıyorlardı. 28 Şubatta yaşadıklarım bir başka.

    Dolayısıyla devlet ile benim başım hep beladaydı zaten. Hiç bir zaman bu düzeni sevmedim. O nedenle de hiç bir zaman özlemedim.

    Bir basın toplantısında Erdoğan’a ve Gülen’e tek bir soru sorma hakkınız olsa ne sorardınız?

    Muhtemelen Erdoğan’a; "Allah sana, altın tabak içinde İslam’ın elmas değerleriyle demokrasinin evrensel değerlerini birleştirmek gibi tarihi bir fısat verdi ama sen bunu değil de işadamlarından topladığın dolarların, kupon arazilerin peşinden gidip onların hesabını yaptın. Para ve güç

    Enjoying the preview?
    Page 1 of 1